YAZAR: Şeyma BULUT

Blu TV’nin ses getiren serisi Alef’in ikinci sezonu geçtiğimiz günlerde yayın hayatına başladı. Açıkçası ben ilk sezonun çok da alıcısı değildim, kadrosundaki oyuncular hatırına izleyip kapatmıştım. Hatta ikinci sezonun duyurusu yapıldığında “Bana eyvallah!” demişliğim bile var ama ne derler bilirsiniz; büyük lokma ye, büyük söz konuşma! Dizinin ikinci sezon kadrosu açıklandığında, söylediğim her şeyi noktasından ilk harfine kadar yedim. Kadro açıklandığında karşı koyamayacağım iki isimle baş başa kaldım: Taner Ölmez ve Aybüke Pusat!

Açıkçası mistik işler beni fazlasıyla sıkar. Bimarhane’deki katliamla başlayan dizi bizi 19.  Yüzyıla götürürken çok basit işlenmiş bir konu bekliyordum. Özür dileyerek ülkemizde bu anlamda yapılan işlerin sığlığı beni o kadar çok sıktı ki yine aynı şekilde olacağını düşünsem de önyargılarımı bir kenara bırakarak oturdum ilk bölümün başına. Bir haftada anca izlerim dediğim diziyi bir oturuşta bitirdim.

Dizi bir şifahanede işlenen cinayetle başlarken birden kendimi 19.yüzyılda buldum. Eski bimarhanede  insanlara nasıl güzel yardım ettiğini görürken birden bire bir grup geri kafalının günümüzün çok ötesinde tedavi yöntemleri uygulayan hekimlerin ve hastaların katledilişine şahit olurken birden günümüze döndüğümüzde aynı şekilde işlenen cinayetler serisiyle baş başa kaldım. Katil adım adım “lale” denilen bir aletle kurbanlarını öldürmeye başladığında ben de başkomiser Çınar gibi sonuçlardan çok nedenleri düşünmeye başladım. Katilin kim olmasından çok nedenleri de önemliydi zira Çınar  katili anlayamazsa, onun kim olduğunu sonsuza kadar bulamayacak.

Başkomiser Çınar, etkileyici bir girişle kendisini bizlere gösterdi.  Cesur, gözü kara ve içine kapanık bir adam olan Çınar, sıradan bir cinayet masası başkomiseriyken birden bire kendini kökleri 19.yüzyıla kadar uzanan seri cinayetlerin tam ortasında buldu. Çınar, şifahaneye gittiğinde sıradan bir cinayetle uğraştığını sanıyordu. Sorduğu sorular da genelde para, aile içi sorunlarla ilgiliydi. Üstüne üstlük tarihi eser niteliğinde eserler çalınmıştı, daha ne olsun değil mi? 3 güne çözse kız kardeşiyle birlikte yarı sıkıcı hayatına geri dönebilirdi ama öyle olmadı. Çınar daha ilk cinayetin ne olduğunu anlayamamışken ikinci bir öldürülme ihbarını aldığı eski sahafa doğru yola çıktı. İki cinayette de tek ortak yan iki kişinin de Osmanlı zamanındaki tıp ve Osmanlıcayla alakalarının olmasıydı. Çınar oldukça yabancı olduğu bir konuda, kocaman bir yumakla ortada kalakaldı ve ilk hamlesi düğümün başını bulmak olmalıydı ancak hiçbir fikrinin olmadığı bir konuda ipin ucunu bulabilmesi için bile bir şeyler bilmesi gerekiyordu ve tam bu sırada karşısına Defne çıktı.

Defne, ikinci kurbanın kızı ve aynı zamanda eski dil ve tıp tarihi hususunda uzman bir kadın. Çınar ve Defne’nin yolları ne yazık ki Defne’nin babasının öldürülmesiyle kesişti. Defne de Çınar gibi içine kapanık, geçmişinde derin acıları olan bir karakter. Çınar ve Defne ilk tanıştıklarında birbirlerine asla güvenmediler. Defne eski eşinden dolayı, Çınar’sa mesleki deformasyon ve bilmediğimiz sırlarından dolayı Defne’ye güvenmedi. İkilinin ilk diyalogları Defne’nin yalanlarıyla başlasa da bana kalırsa çok uzun sürecek bir yol arkadaşlığının ilk başlangıcıydı.Defne ve Çınar hiç bilmedikleri bir sırrın tam ortasına düştüler ve birbirlerinden başka güvenecek kimseleri yok. Özellikle de Çınar’ın bu yolda Defne’ye çok ihtiyacı var çünkü çözmeye çalıştığı yumağı da , tarihlerini de ona anlatacak en azından hayatta kimse yok. Zaten İbn-i Sina’nın Ahlat-ı Erbaa ve melankoli olarak bilinen mal i hülya hastalığının şifrelerini Defne sayesinde çözdü. Babasının Defne’ye emanet ettiği yazı ve bu cinayetlerin iç içe geçmesiyle bu iki yabancı iş birliği yapmak zorunda kaldıklarında aslında kendi ruhlarındaki eksik parçaları da tamamladıklarının henüz farkında değiller.

Zor şartlar insanların birbirlerini tanımasını sağlar elbette ve ben bu zamanlarda gelişen duygulara çok güvenmesem de bu sefer durumun biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Defne’yi ele alalım: Erkeklere asla güveni olmayan bir kadın,o. Etrafında güvendiği arkadaşları olsa da babasının öldürüldüğü yere tek başına gitti. Avukat arkadaşı ya da birlikte kaldığı diğerinden yardım istemedi. Büyük ihtimalle bu hayatta güvendiği tek erkek babasıydı ve onu da kaybedince kendi işini kendisi halletmek istedi. Defne’nin eski eşinden sürekli şiddet görmesi, çocuğunu dahi bu adamdan koruyamaması yüzünden kendini kapatan kadın bu duvarlarını Çınar’la kaldırdı. Zaten kaldırmaması abest olurdu çünkü Defne her düştüğünde onu kaldıran Çınar’dan başkası değildi. Eski eşi ne zaman perdeye çıksa, yaralansa, hayatı tehlikeye girse Çınar bir şekilde onu girdiği cendereden çıkardı. Aynı şey Defne için de geçerli tabii ki. Çınar’ın geçmişinde ne yaşadığını tam olarak bilemesem de bu olaylardan anladığım kadarıyla sevgiden ürker bir hali var. Defne ona her yaklaştığında araya mesafe koymaya çalışsa da bazı anlarda o da içindeki duygulara hakim olamadı ancak yine de sürekli kendisini geri çekmeye çalışır gibi bir hali halen daha devam ediyor. Çınar’ın 20 sene önceki cesetlerin bulunduğu yerdeki duraksaması, kız kardeşi gidecek diye çok içerlemesi, etrafındaki insanları sürekli korumaya çalışması hatta Defne’nin kapısında nöbet bile  tuttu, ondaki yaraların çok içeride olduğunun ispatı diye düşünüyorum. Belki  sevdiklerini koruyamadı, belki çok daha büyük kayıpları var bilemiyorum ama onu kazıdıkça altından kırık, dökük bir adam çıkacağını hissediyorum.

Çınar ve Defne hem kendi iç dünyalarında birbirleriyle savaşırken diğer yandan da katil hedefine adım adım yaklaşıyordu. Melankoli ya da akıl hastalığının tedavisi olduğuna inanılan gizli reçetenin peşinde olan katil arkasında ipuçları bıraksa da Defne ve Çınar hala büyük fotoğrafı göremediler. Bütün bu olanların tam ortasında bir akıl hastası ve babasının ölümüyle kendini harap eden bir kurban yakını varken ve her şey bimarhaneyi gösterirken hala ipin ucunu yakalayamadılar. Bazen gerçekler gözlerimizin önündedir ancak biz göremeyiz, bence bu olay da bunun ispatıdır. Bimarhane’nin kurucuları arasında Melih’in dedesi var ve onu laleyle değil, sıradan bir şekilde öldürdü. Sonrasında seri cinayetler işlemeye başladı ve bence tek sebebi o küçüğün akıl hastalığı. Dedesinin bulmayı başaramadığı reçetenin kayıp parçasının peşinde ve onu suçüstü yakalaması en güçlü kişinin de peşine düştü: Defne’nin!

Melih’in neden Defne’ye bu kadar takıntılı olduğunu düşünmeye zorladım kendimi. Ondaki yarım parçayı istemesi bir yana, o evde yokken de girip halledebilir ama yapmıyor. Zaten Defne’den çok küçük kızıyla uğraşıyor gibi de bir görüntüsü var. Tüm kurbanların o bimarhaneyle olan bağlantısı da düşünülecek olursa Defne, Melih için önemli diye düşünüyorum. Bence Melih de bu sırrı çözebilecek kabiliyette değil. İlk o eserlerin arasında ne aradığını bile bilmez haldeydi, Defne’yse küçücük ayrıntılarla İbn-i Sina ve reçetelerine ulaşmayı başardı. Bu sebeple de kadının etrafında dört dönüyor. Korkarım ki Melih o şifrelere dolaylı yoldan ulaşamazsa Defne’yi ya da Elif’i alarak Defne’yi kullanabilmeyi düşünüyordur. Evli çifte yaptıklarını düşünecek olursak bir kişi değil ama bu sırrın kökünün dayandığı herkes çok ama çok büyük bir tehlikede. Zira katilin kendisi de melankoliden muzdarip. İlk bölümdeki sahneleri bende böyle bir his uyandırdı. Kendini odaya kapatması, intihar etmesi gibi ama sonrasında bambaşka bir kişiliğe bürünmesi, toprağın altında uyuması, dağın tepesine çıkması bende bu hissi uyandırdı.

Çınar ve Defne etraflarını sinsice saran bu sır perdesini her araladığında matruşka bebekleri gibi, yeni bir sırla karşılaşıyorlar. Bu sırrı bir noktada çözebilirler mi bilemiyorum ama bu yolda sadece birbirlerine tutunabilirler, bu çok net ortada. Defne zaten yalnız, Çınar’ın ekibi de olaydan baya bir uzakta diye düşünüyorum. Bu iki yaralı kalp zaten ya kazanacaklar ya da ne yazık ki Melih diğerlerine yaptığını kısa bir süre içerisinde onlara da yapacak.

Şimdilik benden bu kadar. ALEF: Mal-i Hülya bence çok derli, toplu bir iş olmuş. İlk dört bölüm için enfes sıfatını kullanmakta bir beis görmüyorum. Senaryosunu düşününce, her olayın altı dopdolu, karakterler sığlıktan çok uzak, hepsinin kendi içerisinde derinlikleri var. Çınar özellikle sırları, gizemiyle beni kendine çeken ilk karakter oldu. Taner Ölmez muazzam bir Çınar yaratmış.  Çınar’ın derinliğini, tedirginliklerini az mimikle o kadar geçirdi ki sanki Çınar’ı yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim. Taner Ölmez’in aktörlüğünü bu sektörün içerisinde nilüfer çiçeğine benzetirim ben her zaman, Çınar’la da bu hususta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anımsadım. Ali Vefa gibi çok zor bir karakterin ardından Çınar gibi taban tabana zıt bir karakteri yine mükemmelen sunan Taner Ölmez için çok daha fazla konuşmaya gerek yok sanırım, kendisi iyi ki var.

Diğer yandan bugüne kadar izlediğim en iyi Aybüke Pusat performansını bu dizide izledim. Aybüke benim Söz dizisinden bu yana takip ettiğim, her işini soluksuz izlediğim bir oyuncu. Onun ellerinde can bulan Defne’yi ben çok sevdim. İlk sahnesiyle Defne’nin ruhuna, acılarına , sevgiye olan açlığına ve tabii ki de meraklı, cesur tavrına hayran oldum. Bana kalırsa Defne onun canlandırdığı karakterler içerisinde ilk üçüme girer. Aybüke’nin bu role çalıştığını ve çok da güzel olduğunu düşünüyorum.

Gelelim Taner Ölmez ve Aybüke Pusat’ın ekrandaki enerjilerine. Arkadaşlar bayıldım ben, başka bir şey söylemeyeceğim. Her sahneyi tekrar tekrar izledim neredeyse ve neden bugüne kadar sizi kimse partner yapmadı diye sorguladım. Cast direktörleri çok iyi görmüşler ve şahane bir çift olmuşlar.

Bu haftalık benden bu kadar, haftaya 5-6. bölüm yorumlarında görüşmek üzere.

Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s