YAZAR: A.Ela Erdoğdu
Güç, savaşlar, aşk, dün, bugün ve yarın… Herkesin bu hayatta uğurunda mücadele ettiği, mücadele etmekten yorulduğu ve teslim olduğu bir hayat var. Mücadele ederken en büyük hedef “en güçlü” olmak çünkü en güçlü sen isen ne sana ne de sevdiklerine kimse dokunamaz hatta bırak dokunmayı bu düşünceyi aklından bile geçiremez. Bu yüzden anne karnından başlarız hayatla savaşmaya, orada başlarız tutunmaya ve son nefesimizi verene kadar bu savaş durulmadan giderek güçlenerek devam eder. Sen tamam yıkılmadım ayaktayım derken o topuyla tüfeğiyle dayanır kapına “Hadi bakalım şimdi de kal ayakta” der adeta ve bu adeta bir paradoksa dönerek sonu gelmeden devam eder. Bu kadar mücadeleye rağmen yine de hepimiz uğruna mücadele edeceğimiz, hayata tutunacağımız bir dal buluruz kendimize, bulmak zorundayız çünkü yoksa direncimizi kaybederiz. Bu dal kimi zaman ailen olur kimi zaman da aşkındır.
Aşk… Ne kadar büyük bir bilinmez değil mi? Yıllarca hepimiz ne aşk hikayeleri okuduk, ne aşk hikayeleri izleyip, dinledik ama gerçekten aşk uğruna ölümü göze alabileceğimiz kadar önemli mi? Ya da her aşk uğrunda kendini feda etmeye değer mi? Aşk dediğimizde maalesef herkesin aklına iki kişinin birbirine duyduğu sevgi geliyor, insan işine de aşık olabilir, insan hayata, dünyaya, güzelliğe de aşık olabilir tıpkı Sadi gibi. Sadi iyiye, güzelliğe ve insanlara çok özel bir bağla sevgi besliyor. Sadi’nin o kadar özel ve güzel bir kalbi var ki birini ya da bir şeyleri benimsediği zaman onların iyi olması için elinden geleni yapan, elini taşın altına koyan bir adam ve bundan asla gücenmiyor. Bunu Karabayır Lisesi’nin tarihine altın harflerle yazılan “veli toplantısından” da anlayabiliriz. Üşenmedi, gücenmedi elinden gelenin en iyisini yapıp oradaki her bir gencin hayatına dokunmaya çalıştı. Onları kurtarıp zamanında kendi düştüğü o yanlış yola girmesini engellemek çünkü Sadi’nin şu an sıkıştığı şey geçmişi ve bugünü. Her ne kadar o geçmişi silip Yedi Emin’i öldürse de bir yerden bir şeyler onu geçmişe götürüp getiriyor. Yaverin çıkıp gelmesi bile ona geride bıraktığı hayatı hatırlatacak bir olayken ondan öğrendikleri Yedi Emin’i tam öldürmesinin henüz zamanı gelmediğini hatırlattı ona çünkü koruması gereken insanlar vardı, değer verdiği, önemsediği kişiler.
Sadi, Emin olduğu zamanlarda içine gömdüğü her bir duygusunun kilidini yavaşça açtı ve serbest bıraktı. Sadi’nin aslında ne kadar pamuk kalpli, vicdanlı, vefalı ve duygusal bir adam olduğunu görüyoruz. Duygularını gizlemiyor farkında mısınız? Songül ile film izlerken gözleri doldu hatta ağladı bile diyebiliriz ama klasik bahanelerin arkasına saklanmadı, ağladığını kabul etti her ne kadar farklı bir sebep söylese de ,Sadi artık bazı şeylerin çok net farkında olmaya başladı ve bu fark ettiği duyguları yansıtmaktan hiç çekindiğini düşünmüyorum ben. Sadece Songül ile de alakalı değil bu durum öğrencileri için de durum aynı ama Songül ile olan durum bir tık daha farklı . Sadi, Songül’ü sahiplenmenin de ötesinde onun için öyle korkuyor ki zarar görecek, canı yanacak, üzülecek diye bunu eve adeta hastane açar gibi alışveriş yapışından açıkça anlıyoruz. Duygularının farkında olup buna göre davranan Sadi, Songül cephesinde ne olup bittiğinin pek farkında değil çünkü Songül’ün kendisi de kendi içinde büyük bir savaş içerisinde.
Songül bizim cevval, korkusuz ve deli dolu canımız komiserimiz de kendi içinde büyük bir savaş içinde. İçinde değişen filizlenen duyguların farkında ama bir yandan da bunu kabullenmeye henüz hazır değil. İçinde filizlenen bu duyguları görev için büründüğü “Sadi’nin karısı” olan Songül’e yüklese de gerçek apaçık ortada. Sadece bunu ne zaman kabul edeceği soru işareti. İkisinin cephesinde de bir duygular var ama bu duygulardan da öte Sadi ve Songül’ün aralarında çok güzel bir arkadaşlık oluşmaya başladı. İlk başlarda Sadi ile minimum iletişim halinde olmaya çalışan Songül şimdi birlikte bir şey yapmak için öneriler atıyor ortaya ve birlikteyken aslında çok eğleniyorlar. İkisinin ilişkisi “Red Kit ve Düldül” gibi didişerek anlaşıyorlar ama bunu yapmadan da duramıyorlar. Şu an aynı evin içinde iki iyi dost olarak ilerliyor ama bu ne kadar böyle gider bilmiyoruz.
Sadi ve Songül arasında oluşmaya başlayan her bir duygunun ortaya çıkması Sadi’nin ellerinde bence çünkü Sadi, Songül’ü her zaman daha iyi analiz etti ve Songül’den herhangi bir itiraf geldiği takdirde buna göre hareket eder ama… Unuttuğumuz bir şey var ki Sadi bir buz dağı ve biz bu buz dağının sadece çok ama çok küçük bir kısmını görüyoruz. Sadi ve Songül o filmi boşuna beraber izlemediler, izledikleri filmi anlamayan yoktur sanırım. Basit bir romantik film değildi ve benzer bir olay vardı. Sadi’de izledikten konuşurken gerekli mesajı verdi Songül’e “Ben yarı yolda bırakmam” dedi cümleleriyle. Peki Sadi, Songül’e bu kadar güven vermeye çalışırken bir mektupla bir kadını nasıl terk etti? Hatırlarsanız geçtiğimiz haftalarda Songül evlilik ile ilgili bir şey söylediğinde Sadi gözlerini kaçırmış sonrasında da odasına girmişti, tüm her şeyi bırakıp yeni bir hayata başlamaya bir çocuğun ölümüyle karar vermişti hâl böyle olunca düşünmeden edemiyorum geçmişte herhangi bir kaybı mı var? Bu hikayenin buz dağı Sadi yani gemiyi ya batıracak ya da batmasını kendini eriterek engelleyecek.
Çember giderek daralıyor ve Pandora’nın kutusu her hafta biraz daha azalıyor. Elimizde hiçbir karakter için dolu dolu envanter olmasa da örmeye başladık bazı şeyleri. Bu hafta en çok Derya ile ilgili bilgi daha doğrusu bilgi kırıntısı elde ettim. Derya kesinlikle kayıp bir karakter kendi içinde kaybolmuş durumda. Onunla ilgili kafamda iki tane cevapsız soru var. Emin’i unuttuğunu söylüyor ama onu gördüğünde o kadar dağılıyor, yıkılıyor ben anlamadım açıkçası. Bir diğeri de sürekli yer değiştirmiş olması sizce de garip değil mi? Bir hemşire için sürekli yer değiştirmesi, Mert’in söylediklerini de düşündükçe benim kafamda çok soru işaretleri bıraktı açıkçası. Mert ve ablası arasında ipler giderek gerilmeye başladı çünkü Mert kader ortaklarından, kardeşi gördüğü insanlardan uzaklaşmak kopmak istemiyor. Kendine yeni bir hayat kurmaya başladığı bu ikinci şansı kaybetmek istemiyorken ablasından anlam veremediği bu tepkileri de çözümseyemiyor Mert.
Yıllardır abla-kardeş, arkadaş olan Mert ve Derya arasında bir çıkmaza doğru gidiliyor. Her şeyini paylaştığı ablası onu dinlemiyor ve bastırmaya çalışıyor hâl böyle olunca kendini iyiden iyiye yalnız hissederken Mert yanı başında dağ gibi dimdik bir figür yükseliyor. Büyük saygı duyduğu coğrafya hocası Sadi Payaslı… Sadi’nin bir iki cümlesiyle ikna olup hemen derdini tüm içtenliğiyle ve güvenerek anlatıyor Mert. Halk arasında bir laf vardır ya “Kan çekiyor” diye tam olarak bunu yaşıyorlar belki de, Mert öğretmenine çok güveniyor ona bir yol göstereceğine bir ışık olacağına inanıyor çok çok daha önemlisi onun isteklerine saygı duyması hoşuna gidiyor. Bu o yaştaki çocuklar için oldukça önemli şeyler.
Mert kendini hocasına anlatırken ablasına bir türlü anlatamıyor. Derya, Mert ne kadar çırpınırsa çırpınsın oğlunun sesine kulaklarını tıkıyor. Şimdi kendi korkuları mı yoksa Sadi’nin öğrenmesinden duyduğu üzüntü mü bilmiyorum ama bence kendi korkuları daha ağır basıyor. Halbuki cezaevine girmeden önceki Mert’le şimdiki Mert aynı olamaz. Mert, kardeşlerini yarı yolda bırakmak istemiyor ama Derya o kadar kendine odaklı ki Mert’i duymadı bile. Tek istediği Sadi gerçekleri öğrenmeden Mert’in okuldan alınması ama ben bir şey diyeyim mi? Mert’i birey olarak dinlememesi ve yok sayması ikisi arasındaki ilişkinin boyutunu çok farklı bir yere götürme potansiyeline sahip çünkü Mert’in gözlerini açan, onun fikirlerine saygı duyan Sadi Payaslı gibi bir öğretmeni var.
Akılları ermeye başladığı andan itibaren her çocuğa istisnasız özgür bir birey olduğu, fikirlerini söylemekten çekinmemesi gerektiği öğretiliyor ama uygulamaya gelince tam bir fiyasko kimse kusura bakmasın. Son yıllarda “bilinçli ebeveyn” olmak diye bir kavram türedi bu da kocaman bir yalan çünkü bir şeyler okuyarak ya da okumadan çocuk yetiştiren her ailenin kabul etmediği bir şey var ÇOCUKLARININ KENDİLERİ OLMADIĞI. Evet maalesef ki bu durum böyle ve bu tamamen geçmişten getirilen düzenle alakalı “Anne-baba varken çocuğa laf mı düşer” düşer efendim düşer çünkü o sizden ayrı bir birey ve aklî olarak ergin bir birey kendi kararlarını verebilir ama fark ettiyseniz ne Mert ne Gizem ne Aylin ne de Melek kendi kararlarını alabiliyor hep bir şekilde bastırılıyorlar. Onların kendilerini var etmelerine engel olunuyor.
Sadi Hoca boşuna veli toplantısı yapmadı, tek derdi cezaevinden gelen çocuklara olan tutumu kırmak değildi. Maalesef ki bu toplantıdan sonra onu tek anlayan aile Can’ın ailesi oldu. Can’ın babası beni öyle duygulandırdı ki bu bölümde çünkü çok iyi anlamıştı Sadi’yi oğlundan daha önemli değildi ya hiçbir şey, olamazdı da. Sıkıca sarıldı oğluna ben buradayım oğlum dedi kendince işte bu Can için en büyük özgürlüktü. Dizideki aileler üzerinden bir öğretmen olarak bu yazıyı okuyan ailelere sesleniyorum çocuğunuz siz değil o ayrı bir birey sizin istediğiniz gibi biri olmak zorunda değil. Siz ailesi olarak onları “kendi” olmak istedikleri şeyi yapabilmeleri için yönlendirip destek olacaksınız. Bu sözü söylemeden bu paragrafı noktalamak istemiyorum Piaget der ki “Çocuklar büyüklerin minyatürü değildir”…
Yazımın sonuna gelirken değinmek istediğim iki kişi var değinmezsem çatlarım. Melek ve Gizem’in annesi… Çocuklarına iyilik ettiğini sanarken en büyük kötülüğü yapan kişiler. Melek’in annesi için onaylamasam da anlıyorum demiştim ya bu bölümde aynısıydı. Melek’in annesi klasik bir Türk annesi farkında mısınız? Başında kocası olsun, evi olsun yeter daha ne değil mi? Koca varsa tamam her şeyin gerisi gelir en önemli şey bu ama hiç düşünmüyor ki benim kızım ne istiyor, benim kızımın derdi ne? Melek’e kurduğu bir cümle vardı ki benim içimi yaktı o kız seni kurtarmak için kendi hayatını yaktı da sen anne olarak o cümleyi nasıl kurdun ben anlamıyorum bu annelik değil. Bir diğer anne Gizem’in annesi bir insanın suçsuz olduğunu bile bile kocam başımda kızım babasının yanında olsun diye diye yaktı Mert’i bunu anlamak çok zor değil. Kızına bu konuyla ilgili bir sürü yalan söyledi Gizem babasını bir melek sanarak hayatına devam etti ama kalbine ekilen şüphe tohumu giderek büyüyor Gizem’in ve tam anlamıyla bu şüpheyi içinden atmasına çok çok az kaldı. Tüm çocuklar için geçerlidir bu durum ebeveynlerden yara aldıysan hiç kapanmayan hayatın boyunca sızlayan bir yaran olur ve bu iki anne kendileri bile isteye açıyor bu yaraları yazık çok yazık…
Son sahneyi söylemeden geçmek olmaz tabii ki…Havalandırma ekibi kendi cehennemlerinde savrulurken Sadi de bu çocuklar sayesinde belki de en unutmak istediği mazisiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Mert’in okulu için ablası Derya ile görüşmek isterken, eski sevgilisini karşısında buldu. Sadi Payaslı için kırılma anı olacak bir durumdu bence çünkü Derya’yı gördüğünde şok oldu. Öğrencisinin velisiyle görüşmek isterken, onun Emin kimliğini bilen biriyle görüşmek durumunda kalmasını nasıl kurtaracak bilmiyorum ama Sadi’nin bu karşılaşmadan fazlasıyla etkileneceğini düşünüyorum. Özellikle de Songül’le içinde bulunduğu durumu düşünecek olursak Sadi Payaslı için zor günlerin kapıda olduğunu belirtmek durumundayım.
Bir yanda Songül, diğer yanda Derya. Biri geçmişi, diğeriyse onu aydınlıkta tutmak isteyen geleceği. Sadi’nin daha önce bir kadından kaçması ancak şimdi bir kadınla yaşarken, onu önemsemesi, isteklerine değer vermesi gibi değişimleri de düşünecek olursak benim kanaatim Sadi’nin şu aşamada bugünde kalmak isteyeceği yönünde oldu. Sadi gibi bir adamın gerçekten sevdalı olduğu bir kadın olsa bir başka kadına duygularının oluşması ihtimali bana çok mantıklı gelmedi. Aradan yıllar geçmiş diyebilirsiniz ama tüm mafyayı, organize liderleri elinde tutan Emin, Derya’yı mı gözden kaçıracaktı. Derya için geçmiş pişmanlıkları olabilir ama ben aşk gibi bir durumun olduğu kanaatinde değilim yine de yazan kalemler ne diyecek hep birlikte görelim.
Yazıma burada son veriyorum, haftaya görüşmek üzere.