YAZAR : Simay DEMİR

Bir toplumda yaşamanın bedelleri vardır; herkese biçilen roller ve bu rollere uyulsun diye elinden geleni yapanlar vardır. Toplum dayatmasına göre bu rollerin yerine getirilmesi gerekir ve maalesef ki genelde en ağır rol de kadınlara verilmiştir. Başı örtülüyse suç, açık giyinse suç, çalışmak istese suç, evden çıksa suç eve girse suç… Tacizci, tecavüzü, şiddeti hiç bitmez. Kadına biçilen rol belli “evinin kadını, çocuklarının annesi ol.” Peki biz, bize yüklenen bu rollerin ne kadarını kabul ediyoruz ya da ne kadarına katlanarak yapıyoruz? Kıvılcım mesela; güçlü olabilmek için duygusuz, katı ve kuralcı bir role bürünmek zorunda. Pembe bir aileyi arada tutmak için sürekli mutlu rolünde, sürekli gülümseyen, sürekli orta yolu bulma durumunda. Doğa eskiden evin kızı, diş hekimliğinde öğrenci rolünde iken, şimdi evli bir kadın çocuğunu taşıyan bir anne ve bir evi yuva yapması gereken bir dişi kuş rolünde. Peki Doğa’nın istediği gerçekten bu mu? Ya da Kıvılcım duygusuz olmayı kendi mi seçti? Güçlü olabilmek için sürekli direnmeyi istiyor mu? Nursema mesela yurtdışında okumuş ama şimdi dört duvar bir evin içinde bütün gününü sadece orada geçiriyor, peki acaba Nursema orada yaşamak istiyor mu? Onu yüklenen vasıf sadece evin kızı olmak, Nursema gerçekten üstlenmek istediği rol bu mu? Ve erkekler bu toplumda onlara güçlü, evin direği, parayı getiren kişi, ailenin babası rolü yüklenmiş durumda. Ailesini koruyacak, her zaman her ortamda ağır başlı, saygı duyulması gereken kişi olmak zorunda. Ataerkil bir toplumda yaşıyorsanız ya size biçilen tüm rollere boyun eğip kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyeceksiniz yahut baş kaldırıp bu düzene son vermek için direneceksiniz. Doğa şu an için hangi yolu seçecek bilmiyorum ama o hiç bilmediği bir dünyaya yepyeni bir rolde yaşamaya çalışıyor.

Doğa yeni hayatına adapte olmaya çalışırken bir yandan annesiyle yeni ailesi arasında köprü, bir yandan da Fatih’le ikisinin içinde olduğu bir yuva kurmaya çalışıyor. Doğa’nın da evlenen her insan gibi bu evlilikten beklentileri, hayalleri ve yaşamak istedikleri var. Fakat Ünal ailesine katıldığından beri eşiyle doğru düzgün vakit dahi geçiremedi. Üstelik eşi aile evinden ayrılmayı düşünmüyor bile. Fatih her ne kadar modern görünse de maalesef ki Doğa ve onun arasında keskin bir kültürel farklılık var ve bu her geçen gün kendini daha çok belli ediyor. İnsan doğası gereği kendinden farklı olana ilgi duyar. Yani hep denir ya zıt kutuplar birbirini çeker ama bir yere kadar, daha sonra bu durum çok farklı bir yere doğru gidebilir. Doğa, kendinden oldukça farklı olan Fatih’e aşık oldu ancak evlenene kadar ne kadar farklı olduklarını da göremedi. Şimdiyse ne yapsa, ne etse hep bir kurala çarpıyor ve şimdilik sesli olarak itiraf edemese de annesinin haklı olduğunu düşünmeye başladı. Adımını atsa olay, sorun. Hep karşılaştığı cümle de şu: Bu bizim ailemize yakışmaz. Sanki Doğa’nın ailesi, aileden değilmiş gibi bir tavra girildi ve bu bir süre sonra Doğa için katlanılmaz bir hale gelecek. Her ne kadar mülayim ve anlayışlı olsa da bam teline basıldığında Fatih’le arasında aşılmaz köprüler inşa edebiliyor ve sanırım o aşamaya gelmesine çok da kalmadı.

Fatih’se hala kendini aracı olmakla kandırmaya devam ediyor. En başından beri Doğa’ya  Seni anlıyorum, ailem gibi düşünmüyorum…” diyordu. Güya ailesiyle Doğa arasında köprü olacaktı ama bunu asla yapmadı. Aile ne derse doğrudan Doğa’nın yanında alıyor soluğu. Fatih’in en büyük handikabı bu. Doğa’ya söylenmeyen her şey ona iletiliyor, farklılıklar ilk onun gözüne sokuluyor ve o ister istemez bundan etkilenip Doğa’nın üzerine gidiyor. Doğa’yı sırf hamile olduğu için eğilmesini istemeyecek kadar düşünürken söz konusu Doğa’nın yaşam tarzı yahut özgürlük sınırları olunca her şeyi unutup ona, onu gerecek şekilde bağırabiliyor. “Bırak herkes nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşasın” diyor fakat oklar kendisine dönünce maalesef ki tüm söyledikleri lafta kalıyor ve Doğa’yla aralarında gerginlik oluşmasına neden oluyor. Fatih, Doğa onun istediği gibi davrandığında tam bir melek. Dünyanın en anlayışlı, sevecen insanına dönüşüyor ancak olay Doğa onun alanından çıktığında başlıyor. O sırada anlayışsız, bağıran, psikolojik şiddet uygulayan birine dönüşüyor. Fatih’in Ömer gibi olduğunu hiç sanmıyorum. O tam olarak ailesinin oğlu bence. Söz konusu kendisi olduğunda anlayış bekleyip , ailesi olduğunda alttan alınmasını beklerken olay Doğa tarafında cereyan edince anlayışsız, kaba birine dönüşüyor. Bu sebeple de Doğa ile olan ilişkisi her daim çatırdıyor. Açıkçası benim nazarımda da hala Fatih’e çok aşık diyemiyorum, üzgünüm.

Fatih ve Doğa zıt kutuplar birbirini çeker misali aşık oldular, evlendiler. Şimdi anne, baba olmak üzereler ancak aralarında büyük sorunlar var. En önemlisi de iletişimsizlik ve anlaşamama. Bu bölüm genelinde olmasa da bu sorun ikisi arasında hala devam ediyor. Mesela düğünü çok konuşmadı Fatih zira Abdullah bu konuyu kapattı. Aksi olsaydı ben hiç sanmıyorum ki Fatih konuyu olduğu gibi kapatırdı aksine Doğa’nın üstüne giderdi. Zaten onun fikirlerine pek saygısı yok ancak söz konusu babası olduğunda Doğa’yı tamamen yok sayıyor diye düşünüyorum. Fatih, Doğa’nın her daim onunla kalacağına, zorunlu olduğuna öyle emin ki aksi bir düşünce aklına bile gelmiyor. Halbuki, Doğa bambaşka bir kültür ve çevreden geliyor. Onun için evlenmek kadar boşanmak da doğal bir durum o yüzden Doğa’nın Kıvılcım’ın dediğine gelmesi için baskının dozunun biraz daha artması yeterli diye düşünmeye başladım vallahi, ne yalan söyleyeyim?

Kıvılcım; ne kadar sert bir kaya gibi görünse de içi parça parça, toz zerrecikleri gibi darmadağın. Kızları onu anlamıyor, eski kocası hem sorumsuz hem de ona sorun çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Ve çevresi onu yargılamak için fırsat kolluyor, bu yüzden çevresini ne düşündüğü onun için çok önemli. Eski kocası mesela kızının nikahına nişanlısını getirmiş fakat Kıvılcım o görünce yanlış anlar diye omuzundaki ceketi hemen çıkaracak kadar tedirgin oldu. Halbuki kendisi; bekar, ekonomik özgürlüğü olan, genç ve hayatına birini almasından daha doğal bir şey olmayan bir kadın. Aynı şey düğünde onun için söylenen sözler için de geçerli, bu sözleri duymak o kadar zoruna gitti ki sonunda orayı terk edecek duruma geldi. O yaptıklarına bu denli dikkat ettiği halde insanların “Para için kızını verdi, yahut yakında onlar da kapanır” gibi cümleler kaldıramayacağı kadar ağırdı ki zaten kendisi de altında ezilmiş oldu.

“Başkaları için yaşayan insanlara benim tahammülüm yok” Kıvılcım’ın en büyük amacı bu bence çocukları başkaları için değil, kendileri için yaşasın istiyor. Şimdi Doğa’nın sırf Pembe yahut Fatih istiyor diye bazı şeylere boyun eğmesi bu yüzden bu kadar zoruna gidiyor. Halbuki Kıvılcım farkında olmasa da o da aynı şeyi yapıyor. Hem kızları için yaşıyor hem de etrafındaki insanların ne diyeceği, onun hakkında ne düşüneceği onun için çok önemli, tıpkı Pembe için çeyize gelecek olanların ne düşündüğünü önemsediği yahut Abdullah’ın itibarını düşündüğü gibi. Aslında bence iki aile birbirini yargılamak ve benim saygınlığım benim fikirlerim diye tutturmak yerine birazcık olsun diğer tarafın bakış açısıyla bakabilse tüm işler hepsi için çok daha kolay olacak ama sanırım bunun için epey bir zamana ihtiyaçları var. Ama aralarında biri var ki her iki aileyi de anlayıp hak verebiliyor. Kim mi o tabi ki Ömer Ünal. O kendini de, karakterini de geliştirmiş, farklı düşüncelere saygılı olmayı öğrenmiş biri.

Ömer ; Modernliğin ve muhafazakarlığın aynı vücutta buluşmuş halı gibi. Aslında bu dizide en çok kendini kime yakın hissediyorsunuz deseniz sanırım şu an ki cevabım net Ömer olur. Hem insanların dünya görüşlerine saygılı, hem karşısındaki kişinin bakış açısını anlayabiliyor hem de yargılama yapmadan önce empati kurmasını becerebilen biri. Kıvılcım’la ilk tanıştığında onu değişik olarak nitelemişti, sert duruşunu gördüğü halde onu tanıdıkça yaptıklarını garipsemeye değil taktir etmeye başladı mesela. En sevdiğim özelliklerinden biri kalıpçı değil. İnsanları kapalı, açık, seküler yahut muhafazakâr diye kodlamıyor kafasında, tanımaya ve anlamaya çalışıyor. Bunun en bariz örneğini Fatih’le Doğa hakkında konuşurken görebiliyoruz bana kalırsa. Fakat sanırım onun tam tersi profil çizen biri de var; Pembe Ünal.

Pembe  bugüne kadar beni en çok düşündüren karakterlerden biri her zaman ailesinin yanında kocasını çok seviyor ve güveniyor gibi görünüyor. Pembe tüm hayatını ailesine adamış, görünürde de mutlu bir kadın. Ancak kendisine dair bir hayatı olmayan hangi kadın ya da kadın diye sınırlandırmayalım, hangi insan mutlu olabilir ki? Pembe dört duvar arasında, ev işleri, temizlik, sorumluluklarla bezeli bir hayatın içerisinde. Mesela arkadaşlarıyla dışarıya çıkıp, bir akşam yemeği yemenin bile doğru görülmediği bir ailenin içerisinde yaşıyor. Bunun adına da aile olmak, bağlılık, kurallar, gelenekler adını koyuyorlar. Ben Pembe’nin de açıkçası mutlu olduğunu düşünmüyorum. Koşullu öğrenme diye bir şey vardır, hepiniz bilirsiniz. Pembe’ye belirli şekillerde bu olay öğretilmiş ve kendini de mutlu sanıyor zira onun hayatı tamamen kocasına bağlı. Bir şeyden rahatsız olduğunda ” Benim canımı saçma sapan şeylerle sıkma!” cevabını alıyor ve artık o konu Pembe’nin canını sıksa bile konu olmaktan çıkıveriyor. Eskiler anasına bak, kızını al demişler. Annesi ney ki, kızı ne olsun? Aynı durum ne yazık ki Nursema için de geçerli. Onun hayatı da bazı erkeklerin iki dudağının arasında, tıpkı annesi gibi…

Nursema kocaman kız, iki gelini ona abla demesine, evin tek kızı olmasına ve özgür olduğunu düşünmesine rağmen evden çıkmak isterken bile izin almadan çıkamıyor, hatta zorlanıyor. Sürekli annesiyle birlikte hareket etmek zorunda. Sanki bu hayattaki tek vasfı; babasını savunmak, babasının kızı olmak, o evde öylece oturup hayırlı bir kısmeti çıksın diye beklemek. Halbuki o da bir birey ve bunun farkında mı emin değilim; çünkü Nursema’ya baktığımda ona dair hiç bir şey göremiyorum. Sadece çok fazla kızgın, öfkeli ve öfkesini Doğa’dan, Doğa’nın yaşantısından çıkarmaya çalışan birini görüyorum. İlk başta bu duruma bir anlam verememiştim fakat görünen o ki Nursema sadece Doğa’nın yapabildiklerini aynı evin içinde olduğu halde yapamadığı için istemsizce böyle davranıyor.  İçindeki öfke o kadar büyük ki ne yapsa başa çıkamaz hale gelmiş. Halbuki bu hafta onun Doğa’yı anladığını da gördüm, ben. Onunla bir sorunu yok. Sıkıştırıldığı, hiç bir şeyin hak görülmediği hayatının içerisinde öyle bir sıkışmış ki ne yapsa olmuyor işte. Doluya koysa almaz, boşa koysa dolmaz. Abdullah’ın tayin ettiği yaşamın içerisinde kendi düşünceleri içerisinde sıkışmış biri Nursema. Söz hakkı da olmadığı için kendini ifade edemiyor. O evdeki hiç bir kadının yok olsaydı belki de Pembe kendini bu kadar komik duruma düşürmeyecekti.

Pembe, Pembe, Pembe…Alev ve Abdullah’ın yediği yemeği kafasında öyle saçma bir şekilde kurdu ki bir anda aldatıldığı kanısına vardı. Daha önce de Kıvılcım’dan Almanya meselesini duyunca, kocası da aynı yere gidiyorum dediği anda parçaları birleştirdi. Önce ben Pembe’ye çok kızdım, gencecik bir kıza nasıl bunu yakıştırdı diye ama ona kim haksız diyebilir? Abdullah karısını insan yerine koyup da bir açıklama yapsaydı, durumu açıklasaydı Pembe bu duruma düşer miydi?  Asla düşmezdi ama kocasına soru sormaya bile hakkı olmadığı için soluğu dünürlerinin evinde aldı ve maalesef ki yerin dibine girdi. Ben bir insan olarak Pembe’ye üzüldüğüm gibi kadın olarak da onu yürekten anladım. Umarım Kıvılcım ve Alev de aynı anlayışta olabilirler…

Bu hafta bölümü yine çok heyecanlı bir yerde bıraktık. Kul hakkına bu denli önem veren Pembe masum bir kadının hakkına girdi. Annesinin ve ablasının yüzüne karşı ona iftira attı ve sanırım bu durum iki aile arasında çok büyük bir gerilime neden olacak.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s