YAZILARIMIZ

Ateşten Gömlek (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 31.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT 

Bu dünyadaki en kötü hislerin başında arada kalmışlık hissi gelir. İnsan kendisini bir cenderede gibi hisseder ve sonra içine düştüğü sıkılmışlık hissinden bir türlü kurtulamaz. Sadi uzun zamandır bu durumda değildi, yeni hayatına ayak uydurmuş gibi görünüyordu ancak durum pek de öyle değil diye düşünüyorum. Bir insan varoluşundan, onun getirdiği sorunlardan kaçarak ya da baskılayarak kurtulamaz. Ancak onları ileri bir tarihe erteleyebilir. Sadi kaçtığı hayatına bile isteye geri döndü, o ateşten gömleği yeniden giydi. Başarısız olursa yakacağı tek kişi kendisi olmayacak.

Sadi bir süredir ikili bir hayat yaşıyordu. Bir tarafta o vefakar coğrafya öğretmeni, diğer yanda da yılan ekibiyle karısını korumak için sürekli operasyonlara katılan ama daha çok danışman görevi gören adam vardı. Ancak artık bir şeylerin değiştiğini hissediyorum. Hala karısını her şeyden çok sevdiğine, korumak için elinden geleni yapacağına eminim ama köprüde Taylan’ın kartal ateşi fısıltısının ardından bir şeylerin başladığı hissine kapılmıştım. Sadi’nin suç örgütleri çerçevesinde her şeye sessiz kalmaya başlaması, savcı ile bakışarak anlaşması, toplantılarda hep dışarıya bakarak konuşması falan derken çok bariz bir değişim geliyordu ve bence artık kimsenin hayatı eskisi gibi olmayacak diye düşünüyorum.

Gazino baskını ardından kartal ateşi kolyesini gösteren de Sadi oldu. Savcı da oradaydı ama o kolyeyi gösteren, karşı istihbarat olduğunu düşündüğüm kişinin başıyla selam vermesiyle bu operasyonun tamamen Sadi’yle ilgisi olduğu gün gibi ortada. En başından beri iki ayrı operasyon şeklinde karşımıza çıktılar. İlki yılan diğeri kartal ateşiydi. Yılanın amacı Servet’ti ancak biz bu hafta bir de masa olduğunu öğrendik. Servet’in de dahil olduğu bir masa var ve burada çarşı pazar baya karışacak gibi duruyor.

Servet ve Sadi arasında bir savaş başlamıştı. Sadi işkence gördüğü anlarda Servet’i tehdit etmiş, Servet ise Sadi’yi ciddiye almamıştı. Karşısındaki adamın sıradan biri olmadığını anlasa da nam-ı diğer 7Emin ile muhatap olduğunu bilmiyordu. Sadi eski hayatından dostlarının selamıyla yeniden eski haline dönerken nedense bunun bir kerelik bir durum olmadığını, tam anlamıyla Sadi’nin kartal ateşini yaktığını ve İstanbul ile Ankara çatışması ortasında tüm suç örgütlerine karşı koz olarak kullanılacağını düşünmeye başladım. Açıkçası Sadi’nin olan onca şeye rağmen, şu andaki hayatını tek kalemde silerek eskiye döneceğini düşünmüyorum. Mutlaka ki bu işte savcının bir parmağı vardır ki bunu daha önce de söylemiştim.

Hatırlıyor musunuz Ahmet Başsavcı ile ilk tanıştığımızda organize suç örgütleriyle alakalı büyük bir operasyon hazırlığında olduklarını, bunu kimsenin bilmediğini, özellikle Ankara dahil emniyetin ileri gelenlerinin bu operasyonda Sadi’yi istediklerini öğrenmiştik. Ancak sonra bu konu hiç açılmadı ta ki organize şube Servet ile tanışana kadar. Servet’in bağlı bulunduğu masa, Sadi’nin Servet ile tanışmasının ardından çeteler arası çıkan mücadele, Servet’in gücünün sınırları ve tam bu savaşın ortasına eski ismi, mevkisiyle katılan 7Emin neler yapacak? Öncesinde sadece koruma görevindeyken şimdi tam olarak operasyonun beyni, kumandasındaki insan olarak bu ikili hayatı nasıl idame ettirecek? İşte ben burada oldukça fazla karışıyorum.

Sadi, 7Emin olduğu hayatından kendi isteğiyle çıktı yani onu kimse zorlamadı. Öğrencileriyle kurduğu hayattan da onlara bir şeyler öğretmekten de, onların hayatına dokunmaktan da gayet mutlu görünüyor. Dahası kendi evinin içinde de kurduğu bir dünyası var ve Sadi orada da çok mutlu. Bebeği olmasını hayal ettiği bir ailesi, yuvası var mesela, aşık olduğu bir karısı var. Sadi şimdi sahip olduğu her şeyle çok mutlu ancak ondan istenen görevi de yerine getirmek isteyecek. Peki bu defa gireceği ikili hayat, Sadi’nin hayatında nelere mal olur? Ya da bir şeyleri kaybetmesine sebep olabilir mi? Bence olabilir. Zira bu durumdan Songül’ün haberinin olmaması enteresan diye düşünüyorum.

Songül, her şeyden habersiz organizenin yeni operasyon toplantılarına kocasıyla katılıyor ancak Sadi’nin müthiş bir sessizliği var. Mesela Sadi ne zamandır bu kadar sakin bir adam oldu? Hadi savcının yanında sesi çıkmaması normal de Songül’e de belli etmeme çabası sadece “bak kıskanmıyorum” göstermesinden ileri gelmiyor bence.

Songül’ün Sadi’siz katıldığı operasyonları bir düşünsenize, hep bu yılan ve kartal ateşi dışındaki operasyonlardı. Kaldı ki Sadi onlara bile bir şekilde müdahil oldu. Aslında her şey her defasında Sadi nasıl istiyorsa öyle oluyor gibi gelmiyor mu size de? Sadi en başında, daha hiç bir şey yokken Songül’ün bu operasyonlarda olmasından taraf değildi. Şimdi de bir şekilde Songül’ün etrafında etten bir duvar ördü, onu herkesten koruyor ve operasyonun en kanlı kısmına kendisi dahil oldu. Peki Songül tüm bunları öğrendiğinde neler olacak? Gelin biraz bunu konuşalım.

Songül zorlu geçen bir hayatın ardından yeniden aile olmanın sevincini yaşıyor. Çok sevdiği bir kocası, kardeşim dediği Yaver’i var. Sabah onlarla kahvaltı yaparken geyik yapmayı, şakalaşmayı, hayatı paylaşmayı çok seviyor. Sadi’nin yanında olması, ileride doğacak çocuklarını birlikte büyütme hayaliyle yaşıyor. Şu anda ne Sadi’nin dönen düşmanlarından, ne de 7Emin’in sahalara döndüğünden haberi var. Bütün bunların Songül için biraz fazla olabileceğini düşünüyorum.

Songül daha önce saklanan sıralara ve yalanlara verdiği tepkiyle bu durumu normal karşılamayacağının da işaretini vermişti ancak bu defa daha farklı olabilir. Hatırlıyor musunuz Songül, Sadi’yi senin yeni hayatına zarar veriyorum diye terk etmişti. Çok da haklıydı. Sadi şu anda tam da Songül’ün o korktuğu çizgide ve buradan geri dönüş yok, kartal ateşi yandı. Songül, Sadi’nin hep merhametli yanına, onu herkesten fazla düşünen haline aşık oldu. Hayatını o adamla birleştirdi ve şimdi Sadi’nin girdiği yol en çok da emek emek kurduğu yuvalarının üstüne karanlık gibi çökebilir. Sadi’nin değişeceğini sanmıyorum zaten olduğu gibi davranıyor ama bu savaşta meydandaki tek asker olarak hayatta kalabilecek mi? Ya da bunu yaparken Songül’ü her şeyin dışında, o saf, huzurlu yuvasında nasıl tutacak? Sonuçta Songül aptal biri değil, bir süre sonra Sadi’nin nelerle uğraştığından şüphelenecek, belki de yine peşine düşecek. Nasıl ki Sadi bir zamanlar Songül’ün organizeye girmesini, tehlikeli bir hayatının olmasını istememişti, Songül de bu 7Emin işini istemeyecek diye düşünüyorum. Bu da belki şimdi değil ama ilerleyen zamanlarda ilişkilerinde bir çatışmaya sebep olacak belki de radikal kararların alınmasına sebep olabilir.

Sadi bir yanda dengede durmaya çalışırken diğer yanda da Songül ile eksik olan yanlarını toparlamaya çalışıyor. Mesela daha önce Songül onun hediyesini reddetmişti ama şimdi yeniden ona hediye almak istedi. Sadi, Songül’e dünyaları vermek istiyor. Ancak bilmediği, fark etmediği Songül’ün tek dünyasının kendisi olduğu gerçeği diye düşünüyorum. Songül, Sadi’nin başına bir şey gelirse çok zor devam eder. Bu yüzden Sadi’nin yeni girdiği yol umarım o huzur buldukları evlerine zarar vermez ancak Sadi’nin başına bir şey gelirse ne kurdukları o taştan binanın ne de hayallerinin bir değeri kalmayacak zira bir evi güzelleştiren içindekilerdir. Songül’ün en büyük hazinesi kocası ve şu anda görev arkadaşları dahil o yuvayı başına yıkmak üzere ve bence Songül her şeyi öğrendiğinde sırf bu çete savaşları yüzünden arkadaşları, güvendiği insanlar tarafından yarı yolda bırakılabileceği düşüncesinde de bürünebilir diye düşünüyorum.

Sadi yeniden başladığı noktaya döndü. Aslında ilk bakışta bir kereliğine mahsus sanıyordum ama öyle değil. Sadi’nin savcının radarından uzak tuttuğu tek kişi Yaver. Nedense aylar sonra kendisi olarak girdiği ilk toplantıda her anında yanında olan sağ kolu yok. Ben Sadi’nin bu işe savcıdan habersiz gireceğini düşünmüyorum. Nedeni de basit, yeni hayatında yaşamaya devam etmek istiyor, Servet’in de dahil olduğu bir toplantı savcı için kaçırılmaz bir fırsat olur, Sa de ona bunu altın tepside sunmuştur bence. Aksi halde yaptığı tüm anlaşmalara aykırı hareket ederek içinde olmaktan mutlu olduğu hayatını da riske atmış olur. Sadi bunu yapmaz. Bu sebeple kartal ateşinin alevini zaten yakan Sadi, büyük ihtimalle bu hamle ile operasyonu da başlatmış oldu.

Servet’in dahil olduğu büyüklerin masası, çıkan savaş, operasyonun hayati riski yüzünden Sadi var gücüyle Songül’ü bu işin dışında tutmak isteyecektir diye düşünüyorum. Zaten hiç bir zaman onun bu işlere dahil olmasını istememesi de düşünecek olursak, uzun bir süre bu durumu gizli tutmak bile isteyebilir gibi geliyor ama tabi bekleyip görmek lazım gerisini… Sadece tek bildiğim benim bildiğim Sadi, Songül’ü o ahşapta tek başına hiç bir koşulda bırakmaz, her şeyin sonunda birlikte çok mutlu olacaklarına eminim.

Gelsin Hayat Bildiği Gibi’de artık yeni bir döneme giriyoruz. Bir sürü sır yer altından çıkmaya hazırlanıyor. En büyük sır ise Sadi’nin yanı başında, tüm hayatını değiştirecek güçte bir sır : Mert! Asuman’ın anlık şüphesi onu hakikate ulaştıracak mı göreceğiz. Sadi, Mert’i öğrendiğinde neler olacak işte ben onu çok merak ediyorum.

Bir diğer merak ettiğim şeyse Sadi ve Songül’ün herkese, her şeye meydan okuyan aşkları tüm bu ölüm ve sır dolu olayların içerisinde gücüyle neleri iyileştirecek? Ben şahsen birbirine mucizeleri getiren bu çiftin en sonunda sevdikleri herkesi o ahşaba bindirip, mutlu edeceklerine eminim.

O ahşap hepimizi taşır….

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Serserim Benim Delidolu Sevgilim (Aile, 2.bölüm

YAZAR : Simay DEMİR 
Bir insanın sizin için doğru kişi olduğunu nerden anlarsınız? Size karşı davranışlarından, sarf ettiği sözlerden yahut ilgisi ve sevgisinden mi? Muhtemelen herkes için bu sorunun cevabı farklıdır ama benim için karşımdaki kişi ben nasıl biri olursam olayım beni yaptıklarımdan dolayı yargılamayıp anlamaya çalışıyorsa, kararlarıma müdahale etmek yerine saygı duyuyorsa, ortak bir payda da buluşabiliyorsak o kişi benim için doğru insandır demektir. Devin babasının evinden, o sofrada kalktığında ne düşündü bilmiyorum ama  Aslan’a hayran hayran baktığı o an  Aslan’ın onun için en doğru insan olduğuna karar verdi.  Bu yüzden hiç düşünmeden, tereddüt dahi etmeden ardından koşup gitti ve asla yapmayacağını söyledi şeyin aksine ona evlenme teklifi etti.
Devin daha önce Aslan’a tutulmuştu; onu tanımadığı halde yanında olmasına, kardeşine yardım etmesine tutulmuştu ama bu evlenmek isteyecek yahut evlenmeye yetecek sebepler miydi? O an için hayır. Ama babasına karşı onu böyle güzel, narin bir çiçek gibi sakince koruması, mutluluğa da mutsuzluğa da onunla razı olması, dahası bunu babasının gözlerinin içine baka baka yapması Devin için bambaşka bir şey ifade ediyordu; korunmayı, kendi adına konuşmasından rahatsız olan Devin o an ona hayranlıkla bakıyordu. Çünkü bu Devin için  “Demek ki ben de çok sevilebilirim. Senin sevmemiş olman başka kimsenin sevmeyeceği anlamına gelmiyor.” demekti. Karşısında ona koşulsuz şartsız varlığını sunan biri vardı, bu yüzden birkaç gece önce reddettiği evlenme teklifini şimdi o yeniliyordu. Aklımda deli sorular var ama hepsini konuşacağız. Devin’le devam etmek istiyorum.
Devin babasıyla bu kadar büyük sorun yaşarken neden o doğum gününe gitti?  Üstelik hem annesinin hem de kardeşinin o hallerine şahit olduktan sonra. Bu soru için bir çok ihtimal düşünüp bir çok teori ürettim aslında ama argümanı en kuvvetli olan onun hala bir aile sofrasına ihtiyacı olduğu yönündeydi.   Bence Devin’in ailesi hala içinde kanayan bir yara, zira onlardan bahsedildiği, konusu geçtiği yahut iletişim kurduğu zaman yüzü bambaşka bir şekil alıyor. O kendinden emin kadın gidiyor yerine kırgınlığı kalbinden taşan ve bunu   kızgınlığıyla dışarı atmaya  çalışan bir kız çocuğu geliyor. Hani kendisi de dedi ya “Sanki 12 yaşındaki halime geri döndüm” diye. Bence Devin ailesel olarak hala aynı yerde. Hala ne aile kavgalarını, ne de babasının onları asla sevmemiş ve sevmeyecek olmasını atlatabilmiş değil.
Devin babasına duyduğu tüm öfkeye, kızgınlığa rağmen babasıyla karşı karşıya geldiğinde ona sarılmak istedi. Fakat babası ona öyle yabancı ki Devin yaptığını söylediği her şeye rağmen hala içinde ona karşı özlem besliyor. Bunu gerginlik olacağını bile bile doğum gününe gitmesinden de, onu karşısında gördüğünde afallayıp eli ayağına karışmasından da çok iyi anlayabilmek mümkün.  Bence bir insan ne kadar sevilirse sevilsin anne babanın sevgi ihtiyacının yerini hiçbir şey dolduramıyor. Bunu Devin’in o sofrada gözlerine bakan, o sofradaki sitemini duyan  herkese de,  danışmanlarına seans uygularken yaptığı konuşmaya tanık olan da çok net anlar. “Ailenin yarattığı boşluğu bir başkası doldurabilir mi?” Zaten bu yüzden Aslan’dan ayrılmak istedi. Çünkü Aslan’a da dediği gibi Aslan onu annesine gövde gösterisi yapmak için götürmüştü. O ise içindeki o büyük boşluğu kapatmak için birlikteydi onunla. Bunun böyle olduğunu düşündüğü an ayrılmak istedi ama Aslan’ın onu babasının sofrasında bile yalnız bırakmayacağını anladığı an vazgeçti bu kararından. Peki gerçekten Aslan onun için doğru kişi mi?
Aslan bence öyle anlatıldığı gibi düz mafyavari bir karakter değil. Bir kere babasının başlattığı yasadışı işleri hayatından silmek istiyor mesela. Çok sağlam bir öfke kontrol mekanizması var. Sevdiklerine karşı epey sabırlı ve sakin. Ama onlar dışındakilere karşı aynı davranışı sergilediğini söyleyemeyeceğim. O ailesine, sevdiklerine karşı ne kadar sabırlı ve sakinse ona yahut sevdiklerine zarar vermek isteyenlere karşı bir o kadar yırtıcı bir hayvan gibi. Devinle onu takip eden adamı mesela
telefonun yüzünü tanımayacağı bir hale getirmişti. Ama amcası o kadar baskı kurmasına rağmen fiziksel hiç bir zarar vermedi kendisine. Devin ona kafa attı adamın tek fevri hareketi olmadı ona karşı.  Zira Devin de artık başka onun için. Aslan, Devin’e baktığında kendi yaralarını görüyor. Kendi acılarına şahit oluyor. Babası tarafından görmezden gelinen, takıntılarıyla kendini hasta etmiş bir anne ve sorunlu bir kardeş. Aslan kendi ailesinin yansımasını gördü bu kadında. Kalp kendinden olanı tanır derler ya, Aslan da öyle kapıldı bu kafası biraz kırık, biraz da deli olan dünyalar güzeli Devin Akın’a.
Devin, Aslan’ın kadınlarla ilgili bildiği tüm tabuları yıkmaya başladı. Aslında ilk önce annesini delirtmek istedi ama yanındaki kadın bunu fark edecek kadar zeki. Az önce dedim ya kalp kendinden olanı tanır diye, ayrıca kalp kendinden olanı sever de. Ben zıt kutupların aşkına inanmam, aksine bana çok saçma gelir. Belki kendinden farklı biri seni kendine çeker ama benzeşmediğin an o insandan soğursun, tutku da bir yerden sonra biter. Devin ve Aslan zıt kutuplarda değiller. Aksine birbirlerine çok benziyorlar. İkisinin zayıf yanı aileleri, ikisi de hayata kafa tutan, istediği gibi yaşayan insanlar. Bu yüzden de birbirlerine tutuldular, ne kadar uzaklaşmak isteseler de olmuyor, bir yerde birbirlerine yine yakalanıveriyorlar.
Bence Aslan’ın Devin’e bu kadar çekilmesinin bir nedeni de tanıdığı diğer kadınlara benzemiyor oluşu. Normalde sahiplenmek, korunmak, kendini güvende hissetmek onun etrafındaki kadınlar için olağan bir şey ama Devin bu konularda Aslan’dan medet ummayı bırakın birde kendi adına konuşmasından da, kararlarına  müdahale edilmesinden de asla haz almıyor. Aslan her ne kadar annesini bilerek konuşsa da, Devin kimseden korkmadığını ve korunmaya muhtaç küçük bir kız çocuğu olmadığını göstermek istedi diye düşünüyorum. Şöyle ki Aslan’ın Devin’in ailesi yanında yaptığı koruma değil sevgi gösterisiydi, Devin için bu çok değerliydi. Ancak kendi evinde yaptığı korumaydı ve Devin bu durumu sevmedi. Çünkü o en yakınlarına karşı kendini korumayı öğrenmiş biri neden bir yabancının korumasına ihtiyacı olsun ki? Aslan da Devin de hem ailesinden kendini korumak isteyen hem de ailesini herkesten korumak isteyen iki kişi. Ama bence bu konuda Aslan daha zor durumda. Çünkü o ailesini korurken aynı zamanda onlarla savaşmak da zorunda.
Aslan Soykan hem üstünde kocaman bir ailenin yükü var, hem de aynı zamanda o ailedeki bir çok kişiyle mücadele etmek zorunda. Annesi tüm hayatına müdahale etmek için elinden geleni yapıyor, amcası kuyusunu kazmak için bir saniyeyi bile boşa geçirmiyor. Abisi Cihan desek alsan alınmaz, satsan satılmaz vaziyette. Ne elinden tutup aileye geri alabiliyor ne de onu hayatından tamamen silip atabiliyor. Aralarında ne geçti, babası nasıl intihar edecek duruma geldi ve Cihan neden sessiz kaldı bu duruma şimdilik bilmiyorum ama Cihan’ı bir konuda çok haklı görüyorum. Cihan ailesine babasının durumunu anlatsaydı bile Hülya o çevresine çizdiği ego duvarıyla ne bu durumu kabul eder ne de dışarıya yansımasın diye psikolojik destek almasını sağlardı. Şimdi bu olayın günah keçisini Cihan olarak görüp ona yükleniyorlar ama şöyle de bir gerçek var ki adam intihar  ettiği güne kadar da hem Hülya’nın hem de Aslan’ın burnunun dibindeydi ama onlar bu durumu fark etmedi bile. Aile reisinin bunalımda olduğunu göremediler. Başta da dediğim gün tam olarak neler yaşandı bilmiyorum ama ben tek suçlunun Cihan olduğunu düşünmüyorum.
Cihan Soykan aslında benim en çok merak ettiğim kişilerden biri. Annesine tapar durumda, öyle ki nefretine bile razı, yeter ki varlığını kabul etsin. Aslında bana kalırsa Aslan’ın tüm kız arkadaşlarına bulaşmasının sebebi de bu. Zira annesinin tüm ilgi ve sevgisi Aslan’ın ve Cihan bunu gayet iyi biliyor. O birazcık olsun Aslan gibi hissetmek istediği için böyle davranıyor bana göre. Ya da Hülya onu da görsün, fark etsin derdinde. Bunun için de amansız bir savaşa girmiş. Ancak Hülya ancak işine gelirse görüyor ve açıkçası bu durum beni biraz endişelendiriyor. Yani Hülya nasıl tüm ailesini kontrol altında tutarken, Cihan böyle dışarıda kaldı? Cihan gittikçe dibe batarken bir anne buna nasıl göz yumar? Yusuf öldü tamam, oğlu söylemedi ama bu kadar mı? Hülya oğlunu görmedikçe, Cihan da ona karşı takıntı geliştiriyor. İşin kötüsü kimse bu duruma bir dur demiyor fakat annesi bu durumu bile kullanmaktan geri kalmayacak kadar iyi tanıyor kendisini, öyle ki Cihan anlamadan onu çok akıllıca Devin’e yönlendirdi.
Hülya on dokuz Kasım doğumlu yani Akrep Burcu; Savaşçı, gücü ve kazanmayı seven bir burç. Tıpkı Hülya gibi. O yüzden Devin bir kere de şaşırtın be dedi, Aslan doğum gününü söylediğinde. Aslında ben Devin ve Hülya arasındaki o sessiz güç savaşını çok sevdim ve Devin’in genelleme yaparak
Hülya’ya onu gayet iyi çözdüğünü göstermesi çok hoşuma gitti. Erkek çocuklarının özellikle şiddete meyilli erkeklerin sorumlusunun oğlan çocuğu düşkünü anneleri olduğunu yüzüne çarparken aslında aba altından sopayı da gösterdi. Devin öyle iki tehditle kaçacak bir kız değil, Hülya da vazgeçecek biri değil. Bu savaş daha yeni başlıyor ve bence Hülya’nın bu egosuyla kazanan olması mümkün değil. Bı sebeple tüm gücüyle onları ayırmak için uğraşacak diye düşünüyorum.
Aslan ve Hülya arasında bir güç savaşı var. Daha doğrusu bir kontrol savaşı. Hülya oğlunun hayatının her alanına dahil olmak istiyor. Bunu da onun en yakınlarını kontrol ederek yapabilir. İşte, çalışanlarda Hülya’nın karşısına çıkacak kimse yok. İstediği gibi at koşturuyor ama Devin öyle biri değil. Onu kontrol edemez Hülya. Bu sebeple de Aslan’ın kafası karışsın, Devin bıksın diye elinden geleni yaptı ve yapacak. Burada oğluma güven olmaz dediğinde, Devin’den ayrılan Aslan benim kafamı biraz kurcaladı.
Aslan, Devin’le harika bir gece geçirdi, birlikte uyudu ama sabahına ayrılmak istedi. Şimdi benim aklıma önce reddedilme, kızdan önce ayrılma gibi sebepler geldi ama bence sebep bunlar değil. Ailesi kurtardan ibaret ve Aslan Devin incinmesin istiyor. Bunun tek sebebi buydu. Hayatımda ol ama orada yanımda olursan canını yakarlar demeye çalıştı ancak Devin bunları anlamadı. Anlamaz da zira bir anda tüm travması tetiklendi, canı yandı ve “Sen kimsin ki beni üzeceksin!” dedi. Onu en yakınları öyle yıktı ki artık onu kimse üzemezdi, Aslan’la tanışana kadar…
Devin ailesinden yaralı demiştim ama onun kendisiyle ilgili durumları çözememe durumu var. Diyodu ya ben ailemi belgesel gibi izledim diye, kendisini yıllarca böyle korudu. İzledi, çözülmedi, kendisinden uzak tuttu konuları ve delirmeden bugüne geldi. Psikolog olmasının sebebi de bu bence, bu izleme ve analiz etme yeteneğini hayatına entegre etmiş vaziyette. Bazen o kalkan iniyor ve Devin’in içindeki o kırılgan kadın kendini gösteriyor. Çok nadir anlarda bu durum ortaya çıkıyor. Aslan ayrılalım dediğinde, annesinden evi alınmak istendiğinde ya da kardeşi ölümle yüz yüze geldiğinde oluyor bunlar. Bu yüzden de aile söz konusu olduğunda Devin çok nahif, kırılgan birine dönüşüyor.
Devin, çok güçlü bir kadın ama içi paramparça olmuş. Aslan’ın ailesi onunla savaşıyor ama Devin’in uğrunda savaşmaya değer bir ailesi bile yok. Aslan zincirleri kırsa da o sofraya oturur, kardeşlerine bakıyor, abisine tahammül ediyor ya da yol arkadaşları var ya en kötüsü onlar var. Devin’de ne var? Bipolar bir anne, kendisini sevmeyen bir baba, hasta bir kız kardeş. Devin, Aslan’a bu yüzden evet dedi, o bu yükün altından artık tek kalkamıyor ve bu artık onun omuzlarını çökertti.
Aslan zor, ailesi daha zor… Devin ise bir amazon! Neler olacak görelim!
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

Mazeretim Var Asabiyim Ben!

HAZIRLAYAN : ŞEYMA – AYŞENUR – NESLİHAN – ELA-YAĞMUR – SİMAY

YAZAN-DERLEYEN : ŞEYMA BULUT

Dünyanın en asabi ikinci ülkesi seçilen bir ülkede dizi karakterleri de sakin kalacak mı sandınız? Her dizide bir çok sinir problemi yaşayan karakter var ama şimdi sayacağımız isimler diğerinden oldukça farklı.

Tabi ki 12’den fazla sayıları ama biz bizi hem etkileyen, hem de zaman zaman “Sana papatya çayı lazım!” dediğimiz dizi karakterlerini sizler için derledik. Çaylar hazırsa, buyrun efendim.

Kuzey Tekinoğlu ( Kuzey ve Güney / Kıvanç Tatlıtuğ)

Kıvanç Tatlıtuğ’un hayat verdiği Kuzey Tekinoğlu karakteri belki de bu ekranlardan geçen en asabi bir kaç karakterden biriydi. Sevgisini bile sert bir dille anlatan Kuzey aslında sevgi görmemiş bir adamdı. Kardeşine verilen değeri hiç görmediği bir ailesi, her şeyin sorumluluğunu yüklenmesi gerektiği alnına yazılmıştı. Uzun uzun da anlatmaya gerek yok, eski mahalle delikanlılarından olan Kuzey, kırgın tarafını öfkesiyle yansıtırdı. İyilerin yanında kötülerin karşısında olan yiğit adam Kuzey’i çok özledik, Cemre’siyle şu anda huşu içinde bir hayat yaşadığını biliyoruz. Yani… Şey… İnşallah.

Mesut Güneri (Arka Sokaklar /Şevket Çoruh)
Sokağa çıksak ve on kişiyi çevirsek, sorsak ki sizce en sinirli dizi karakteri kim? Dokuzunun sayacağı ilk isimlerden olurdu Mesut. Kendisi eski özel harekatçı, doğudaki operasyonda arkadaşları ölünce delirme aşamasına gelmiş ancak biz kendisini acılarıyla değil verdiği odunlarla tanıyoruz. Asayiş ekibinin en asabi karakteri olan Mesut hayatla kavgalı bir adam. Bu asabiyet başına hep bela açsa da biz onu asabi ve kaba saba duruşuyla değil, tecavüze uğrayan bir kadın için “Beynimizdeki namus ne olacak? Bu içine yandığımın hayatında neyden korkarsan onu kaybedersin!” repliği ile hatırlayacağız. Şevket Çoruh 16 sene boyunca bize zaman zaman güldüğümüz ama çokça sevdiğimiz bir karakter, bir polis armağan etti. İyi ki tanıdık seni usta, iyi ki.

Ceylin Erguvan Kaya (Yargı / Pınar Deniz)
Bu ekranların en deli avukatı desek yeridir. Ceylin aklına eseni yapan, kimseye pabuç bırakmayan, asabi, yeri geldi mi biraz deli bir kadın. Kural tanımaz, asabiyetini bile silaha çeviren, kaybettiği bir savaş da olmayan bir amazon kendisi. Olduğu gibi yaşayan, hayatında tek söz sahibi olarak kendi kararlarını uygulayan, kimseden korkmayan biri üstüne tek bir adım attı mı onu doğduğuna pişman eden bir karakter. Zaman zaman hepimizi delirtse de iyi ki seni tanıdık avukat hanım, iyi ki.

Songül Acarerk Payaslı (Gelsin Hayat Bildiği Gibi /Devrim Özkan)
Biz daha Songül ile ilk tanıştığımızda anlamıştık onun pek de sakin biri olmadığını anlamıştık. Songül hayata mutlu bir çocuk olarak gözünü açsa da sonrasında yaşadıkları onu mücadeleci be doğal olarak da sert biri olmaya itti. Kendi içinde ipek gibi bir kalbi de olsa savaşarak geçen bir hayatın ona verdiği en büyük hediyelerdem biri de asabiyet oldu diyebiliriz. Songül’ün siniri saman alevi gibi olsa da öfkelendiğinde kenarında, yöresinde çok dolanmayın. Kocasına söyleyin hemen menengiçini yapsın, sonra bi sakinler zaten aksi halde kendinizi iki seksen yerde bulabilirsiniz.

Ferhat Aslan (Siyah Beyaz Aşk /İbrahim Çelikkol)

Gelelim bir dönem izleyen herkesi delirten bir karakter olan Ferhat Aslan’a. Bu arkadaşın asabı doğuştan bozuk. Severken de bağırır mesela. “Seni seviyorum lan” der. Kendini hep siyah, çirkin gören Ferhat aslında iyiliği hak etmediğine inanan biriydi. Herkesle ama en çok kendisiyle kavga eden, kontrol delisi biriydi. Onu Aslı bambaşka birine çevirse de o siniri, asabiliği hep onunla kaldı. Ferhat şu anda ne yapıyor bilmiyorum ama bence hala asabiyetini kaybetmemiştir. Hayatta kalmayı seviyorsanız rica ederiz Ferhat’ın olduğu yerde Aslı’ya göz bile süzmeyin sonrasına karışmıyoruz… Bir dost.

Selim Kara (Son Yaz / Ali Atay)
İşte karşınızda alışılmışın dışında bir savcı : Selim Kara! Kendine has yöntemleri olan, öfkelendiğinde gözü kimseyi görmeyen, emniyetin ortasında insan döven bir yandan da korumacı, ailesine düşkün bir adamdı savcımız. Karısı öldürülene kadar aydınlıkta kalmak için büyük bir çaba veriyordu. Bu adamın yanına kendisi gibi deli bir de çocuk geldi, ortalık iyice yandı. Herkes Akgün’den çekinse de savcımızın öfkesi ülkeyi yakar, kendisi de ben ne yaptım ki edasıyla arkasına bile bakmadan gidecek kadar da deliydi. Umarım Selim çocuklarına kavuşmuş daha sakin (?) bir hayat sürmeye başlamıştır.

Hülya Cevher ( Hayat Şarkısı /Burcu Biricik)
Türk televizyonlarının en ikonik karakterlerinden biriydi Hülya. Kendine has bir tarzı vardı. Asabiliği yaşadığı tecrübesinden ziyade içinde yanan ateşten geliyordu ki bu sebeple kendisine dokunanı gözünün yaşına bakmadan yaktı. Hülya o kadar büyük acılar yaşadı, önüne gelen onu yakmak istedi. Büyürken içinde büyüyen acıları öfkeye sonra da ateşe döndü. Tüm savaşı sevdiklerini kaybetmeme üzerine olan bir kadındı, herkes de ona karşı olunca o öfke büyük bir yangına döndü. Biz kendisini her haliyle severdik ama asabileştiğinde de ayrı bir güzel olurdu sanki ha ne dersiniz?

Cumali Koçovalı ( Çukur /Necip Memili)
Gelelim bir delibaşa. Efsane dizi Çukur’un en deli karakteri olarak nam salmış, ailenin en büyük oğlu Cumali Koçovalı ile tanıştınız mı? Şimdi bu ağabeyimiz her şeyi hır gürle çözmeye bayılır. Vir hesap mı görülecek? Bir intikam mı alınacak? Ya da racon mu kesilecek? En sert haliyle Cumali Koçovalı oradadır. Bu öfkesi tüm ailesiyle arasını açsa da fark etmez. Çukur’un yılmaz savunucusu ve en delisidir. Yeri geldiğinde herkesin çekindiği Cumali ile dalaşmak hayatınızda yapacağınız son şey olabilir. Bu sebeple adam delirirse Yamaç’ı aramayı deneyin, belki bir işe yarar da kurtulursunuz.

Vartolu Saadettin (Çukur /Erkan Koçak Köstendil)
Çukur çok fazla ikonik karakter yarattı. Bunlardan biri diğeri de şüphesiz ki Vartolu Saadettin’di. Dizinin ilk sezonunda Koçovalı’ların düşmanı olan sonrasında da o ailenin oğlu olarak dahil olan vartolu oldukça asabi bir karakterdi. Sinirlendiği anda dünyayı gözü görmez, tüm şehri yakıp karşısına geçip cigarasını yakacak bir adamdı. Bir Mihriban türküsüne dayanamaz, bir de sevdasından vazgeçemezdi. Vartolu özel bir karakterdi. Deliydi falan ama yiğit adamdı, güzel adamdı. Asla unutulmayacak.

Sibel Kaya (RAMO / Esra Bilgiç)
Gelelim Sibel’e, gelelim Ramo’nun başının belasına, delisine. Sibel aslında baktığında çok sakin, sessiz görünen biri olsa da oldukça sinirli biriydi. Yeri geldi mi mahalle basan, yeri geldiğinde en sevdiğine dünyayı dar eden, yeri geldiğinde de ateş olup her yeri yakan bir ateşti Sibel. Hırçındı ama bazen de kedi gibiydi. Ta ki biri içindeki ateşi harlayana kadar. Sevdiği adam hariç herkede kök döktüren Sibel Kaya da en asabiler listemizde efendim.

Eylül Erdem (Kalp Atışı /Öykü Karayel)

Küçük yaşlarından beri örselenmiş, kendi başının çaresine kendisi bakmayı öğrenmiş bir kadındı, Eylül. Savaşçı bir ruhu vardı ama içindeki yanan ateşi hep öfkesi diri tutuyordu. Birine iyi bir şey mi hissetti sinirlenirdi. Ya da biri merhamet mi gösterdi ona da sinirlenirdi.
Asabiydi, sinirliydi ki bu herkese karşı böyleydi. Kendini ifade etme biçimiydi. Herkesin çekindiği, işinde çok başarılı ancak her daim atakta ve asabi bir karakter olan Eylül Erdem’i ve savaşçı kişiliğini asla unutmayacağız.

Şebnem Gürsoy (Kaçak Gelinler /Selin Şekerci)
Ekranların gelmiş geçmiş en hazır cevap karakteriyle tanışmaya hazır mısınız? Şebnem oldukça asabi, bu asabiyetini de egosundan alırdı. Egosu zedelendiği anda içindeki sinir kendini belli ederdi. Şebnem deli dolu, asabi, heyecanlı ve sert bir kadın olsa da arkadaşlarına verici, sorun çözen, sevdiği insanlar için elinden geleni yapan bir kızdı. Egosu en büyük sorunu olsa da Şebnem savaşmaktan, kavgadan hiç kaçmadı. Kendi kendine yetmeyi bildi. Tamam azıcık öfkesine yenik düşüyordu ama bu kadarı kadı kızında da olur ama değil mi?

Şimdilik bizden bu kadar, yeni dosyamızda görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar ( Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 30.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Mazi sırlarla dolu bir kuyudur. O dipsiz kuyuya sadece sahibi isterse bakar, anlatır. Bazısı için o kuyuda güzel anılar varken bazıları içinse kan ve korku dolu olabilir. Sadi öndeki hayatında sıkışmış bir hayat yaşıyordu, tüm suçlular gibi. Yeniden o dar alana sıkışmaya başladı. Ancak onu bu defa dar alana sıkıştıran şey kendi acılarından başkası değil. Bir yanda Servet, bir yanda yeni kavuştuğu ailesi diğer yanda yılan ekibi. Sadi için hayat bundan sonra da hiç kolay olmayacak gibi, ne dersiniz?

Geçtiğimiz hafta Gelsin Hayat Bildiği Gibi’ye Servet’in hedef tahtasına koyduğu Gizem’le veda etmiştik.   Sadi ve Songül Servet’i köşeye sıkıştırmayı planlarken, ona giden yolun sonundaki kapının anahtarının Gizem’im elinde olduğundan habersizdiler. Bazı şeyler beklenmedik şekilde olur derler ya tam da böyle oldu. Gizem elindeki anahtarı verince yılan ekibine gün doğdu. Diğer yandan da Gizem için yeni bir hayat şansı doğdu. Gizem, annesi öldükten sonra tamamen dağıldığı bir hayatın içine girdi. Nasıl girmesin? Gizem’in okulda arkadaşlarına yaptığı konuşma çok gerçekti. Annesi babası tarafından öldürülen bir kız çocuğu, o. Hayata güveni tükenmiş, herkese düşman oldu zira koca dünyada tek başına kaldığını sanıyordu. Ta ki kapı aralığından Payaslılar ona göz kırpana kadar. Evet Gizem, birden çıkamadı girdiği girdaptan, bocaladı ancak Sadi ve Songül ile bir bağı olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Sadi ile gönülden bir bağı hep vardı Gizem’in, hem de en başından beri vardı bu bağ. Sadi ona hocadan çok baba gibi yaklaştı hep, ne zaman ayağı takılsa hep oradaydı. Servet ve para meselesinde de aynı şekilde davrandı. Buradan bile Sadi’nin kız çocuklarına ve baba olmaya ne kadar düşkün olduğunu görebiliriz. Gizem ve diğer çocuklara açtığı yolu kendi çocuklarına da açacağına yürekten inanıyorum.

Sadi Payaslı için hayat şu anda karısından ibaret. Henüz bir çocuğu olduğunu bilmediği ya da Songül ile ailesini büyütmediği için tüm ömrünü karısına adamış vaziyette. Evet  Yaver de var ancak hayatının başlangıç ve bitiş noktası olarak Songül’ü görüyor. Bunun için biraz geçmişe gitmek yeterli diye düşünüyorum. Sadi, Songül’ü terk ederken “Sadi seni o kadar çok sevdi ki, sen incinme diye seni terk etmeye karar verdi” demiş, Songül’ü terk etmek ölümle eş değer olduğu için kendinden vazgeçmişti. Sadi, Songül’e kavuşmasına rağmen hala sabah onunla uyanmayı hayali olarak tanımlamaya devam ediyor. Sadi’nin geçmişini bilmiyorum ama bugününe dört kolla sarılmış vaziyette ve bu benim aklıma tek bir soruyu getiriyor: Sadi geçmişte ne yaşadı?

Sadi Payaslı’ya baktığımda üç ayrı karakter görüyorum ben : 7 Emin, Sadi hoca ve aşık Sadi. Hepsi birbirine benzese de aslında hiç bir alakaları yok gibi de geliyor bazen. Zira karanlık tarafı ortaya çıktığında bambaşka koyulukta bir ruh görüyorum. Gözlerinde merhametin kırıntısını bile görmediğim, hedef odaklı ve asla acıması olmayan birine dönüşüyor, Sadi. Bunu da sadece iki kez gördüm. Birinde Celal’i öldürdü, diğerinde Servet’in karşısındaydı. Sadi’nin bu hali her zaman ortaya çıkmıyor ancak sevdikleri riske girdiğinde görüyoruz diyebilirim. İlkinde Celal’de Melek’i korumak, bir sapığa kendince gereken cezayı veriyordu, diğerinde de karısını defalarca öldürmek istemiş, karısının ailesinin katili olan adama bakıyordu. Sadi’nin koruma iç güdüsü korunmaya muhtaç herkes için ortaya çıkıyor aslında, Melek, Gizem ve Mert olaylarında gördüm. Onları korumak için elinden geleni yaptı. Öğrencileri için bunu yaparken, karısı için çok daha fazlasını kendi hayatına mal olması karşılığında bile yapacak kadar gözü kara biri çıkıyor ortaya. Sadi’nin içinde büyüyen duyguyu aşk ve sevgi gibi sınırları olan duygularla açıklamak çok zor, ben buna adanmışlık diyorum. Sadi hayatını, her şeyini Songül’e adadı, Songül’ün hayalindeki hayatı yaşaması için her şeyi yapmaya hazır.

Sadi için Servet’in serbest olarak dolaşması büyük bir mesele zira Songül için büyük bir risk oluşturmaya devam ediyor. Servet takıntılı bir tip. Bunun yanında kendi boyundan büyük bir de egosu var. Mesela başına gelen her şey onun aç gözlü olmasından kaynaklı ancak o tüm bu yaşananların sorumlusu olarak Songül ve Sadi’yi görüyor. Acımasız ve her şeyin bedelini ödetme hususundaki davranış şekli de Songül için büyük bir risk oluşturduğundan Sadi için Servet gerçek anlamıyla milli düşman statüsünde. Daha önce defalarca kez ölümden çekip aldığı karısı konusunda bu defa taviz vermemesi gerekiyor. Ancak Sadi de ekip de çok iyi biliyor ki, Servet ile mücadele etmek için yılan ekibi ve bir coğrafya öğretmeninden fazlasına ihtiyaçları var. Servet küçük gördüğü biriyle savaşmaz ancak kendi dünyasının da saygı duyduğu, öfkesinden çekindiği bir adamı ciddiye alabilir. Hatırlarsanız ilk bölümlerde 7Emin için öfkesinden sakının şeklinde bir cümle kurulmuştu. Onları iki ayrı karakter olarak görmüyorum biliyorsunuz ancak tüm kaynakları, ihtişamı ve yer altı dünyasındaki ağırlığı ile Sadi Servet için büyük bir risk, sadece henüz Servet bunun farkında değil.

Sadi, Kırdar Lojistiğin adını ilk duyduğu günden itibaren artık sıradan bir coğrafya öğretmeni olamayacağını da aslında içten içe biliyordu. Ahmet Başsavcı’nın da olaya dahil olmasıyla birlikte kartal ateşi, yılan ekibi derken gündüzleri Dr.Jykell, geceleri de Mr. Hyde olacağı bir hayata da geçeceğinin farkındaydı diye düşünüyorum. Sadi’ yi eski hayatına, Busenaz için vazgeçtiği hayatına, kalp atışında yaşadığı kadın için dönerdi. Yoksa ne eskiye, ne de başka bir şeyde gözü vardı. Ancak Servet’in Songül için yarattığı risk, karısının organize şubede tehlikenin göbeğinde çalışması, onu bırakın Taylan’a sağ gözünden sol gözüne emanet bile edemeyecek halde olan birinin okulda dağları anlatırken Songül’ün operasyona çıkmasını göze alamadı. Bakın izin vermedi ya da kabul etmedi demiyorum. Sadi artık böyle bir adam değil, Songül’e herhangi bir zorbalığı zaten hiç olmadı ancak Songül’ün incinmesne bile tahammülü olmayan Sadi’nin tek yolu bu işe dahil olmaktı. Böylelikle hem karısını göz önünde tutacak hem de Servet gibi bir adamla dokunulmaz kabul ettiği kanun insanları değil kendisi muhatap olacaktı. Yine de bu işte bir şeyler olduğunu düşünüyorum ben arkadaşlar, özellikle de Taylan’ın da Songül’ün bilmediği bazı şeyleri bildiğini düşünüyorum.

Sadi yılan ekibi ve kartal ateşi operasyonun göz bebeği oldu. Onu sürekli hoş görüyorlar. Mesela operasyonda elde ettikleri parayı dağıttı, savcı dahil kimsenin sesi çıkmadı. Yani evet Sadi çok özel bir adam ancak Songül için, öğrencileri için çok özel diye düşünüyorum. Ne zamandır savcılar eski suçlulara bu kadar anlayışlı olmaya başladı? Sadi yavaş yavaş eski hayatına çekilirken, öğretmenliğinden koparken tanık koruma programından da uzaklaştı. Zaten Ahmet de “Görüntüde Songül senden sorumlu olsa da, sen ondan sorumlusun” demişti. Sadi’nin can damarının kim olduğunu, evliliğin formalite olmadığını bilen tek kişi olarak bunu bir şekilde kullandığını düşünüyorum. Eğer bu operasyon sadece Servet ile ilişkili değilse önlerinde uzun bir yol var, onların da Sadi’ye ihtiyaçları var ve onu bu yolda tutacak tek motivasyonu da gördükleri için bir şekilde yanlarında tutuyorlar diye düşünüyorum ben açıkçası. Hala şu kaçırılma meselesinde ikna değilim. Ayrıca savcının bir suçluya böylesine güven duyması da enteresan. Ankara’da savcının İstanbul’a tanık koruma altına alınan birinin kimliğini telefonda söylemesi de enteresan. Hala bir şeylerin çıkacağını düşünüyorum.

Sadi küçük Busenaz’ın ölümünden duyduğu pişmanlık ile eski hayatını geride bırakarak coğrafya öğretmeni Sadi Payaslı olmayı seçti. Burada yapacağı tek şey insanlara, gençlere, muhtaçlara yardım edip, müsait bir zamanda ölmekti. Bunu ben değil, bizzat kendisi söyledi ama Songül’e aşık olunca işler çok değişti. Kendisini sevilmeye layık görmeyen, hayatına bir değer bile biçmeyen Sadi, bir anda kendisini bir kadına çok aşık, onunla aile hayalleri kurarken buldu. Sadi’nin hayatı o kaşık poziyonunda yattığı, iki kolunun arkasında sımsıkı sarıldığı karısından ibaret. Yaver, öğrencileri belki ileride oğlu belki önemli olacak ama Sadi’nin ruhunun en büyük parçası, hatta tamamı Songül ile dolu. Ancak bu öyle bir birleşme hali ki Sadi’nin içindeki tüm iyiliği ortaya çıkarıyor. Sadi Songül ile iyileşiyor, o iyileşip berrak oldukça Songül onun merhametine, güzelliğine aşık oluyor. Siz daha güzel bir döngü gördünüz mü?

Sadi her ne kadar şimdi aydınlıkta olsa da bence her zaman orada değildi. Bir zamanlar hayatı çok da iyi değildi ki biz bunu bir süredir tahmin ediyorduk. Ancak Sadi’nin konuşmak bile istemeyecek kadar hatta hatırlamaktan bile korkacağı bu hikayeyi gerçekten merak ediyorum. Bir insan neden ailesinden bahsedemesin? Geride ancak çok yakıcı bir hikaye olması lazım aksi hali mümkün değil bence diye düşünüyorum. Sadi’nin koruma, kollama içgüdüsü buradan mı geliyor diye düşünmeden edemedim ama sanırım bundan biraz daha karmaşık olabilir. Şimdilik o konu açılmadığı için girmeyeceğim ama bir şeyden çok eminim : Songül, Sadi’nin bir zamanlar kaybettiği her şeyi ona geri veren tek insan oldu diye düşünüyorum…

Sadi’nin koruma ve kollamaya karşı bir içgüdüsü olduğunu hep söylüyorum ancak bu yeni çıkan bir durum değilmiş. Yaver ve Sadi’nin hikayesinden anladığım kadarıyla bu Sadi’de hep olan bir şeymiş. Yaver, Sadi’ye bir şehidin emaneti. Yaver ile arasındaki ilişkinin mafya ve sağ kolu ilişkisinden öte olduğunu gördüm. Orada bir iş ilişkisi değil, bir baba oğul ilişkisi var. Sadi, kendisine emanet edilen çocuğu kendi oğlu gibi büyütmüş, yetiştirmiş. Yaver, Sadi’ye “ağam” diyor. Bu kelime eskiden beri bir çok şey için kullanılmış ama eskilerde saygı duyulan, muteber olan ve sözü geçen erkeklere hitap şekliydi. Yaver de Sadi’ye bu şekilde sesleniyor. Ona büyük bir saygı duyarken en zayıf anında yine kendini ağasının omzuna bırakacak kadar da güveniyor. Yaver gibi Sadi gibi adamlar sadece çok güvendiği insanlara zayıflıklarını gösterir, onlar da sadece birbirlerinin ve Songül’ün yanında bu şekilde duvarlarını indiriyor. Onlar tam anlamıyla aile oldu.

Songül sadece Sadi’ye değil, Yaver’e de aile oldu. Önceleri sadece ağasının hanımı olan Songül şimdi Yaver için bir dost, hatta kardeş oldu. Yaver, ağasından bağımsız olarak çok seviyor, sözünün üstüne söz demiyor, aynı şekilde bağlı ona. Hatta bence Meltem’i sırf Songül istemeyecek korkusuyla diyemiyor bence. Yoksa kız aşkını ilan etti Yaver’e, neden demesin? Meltem bu aileye dahil olur mu bilmiyorum ama Yaver’in kimse için onlardan vazgeçeceğini sanmıyorum. Sonuç olarak Songül hem ağasını hem de kendisini olduğu gibi sevip hayatına aldı, bu yüzden Yaver için Meltem’i açık etmek o kadar da kolay olmayacak diye düşünüyorum. Nihayetinde onu Sadi yetiştirdi, aileden önemli hiç bir şey yoktur kafasıyla düşünüyordur diye düşünüyorum. Meltem nasıl dahil olacak bu aileye bilmiyorum ama Sadi’nin babalık konusunda aslında en başından beri gönüllü olduğunu düşünüyorum. Peki ya gerçek oğlu ortaya çıkınca ne olacak?

Mert, şu anda anne ve babasının hayatında olduğunu bilmeden yaşamaya devam ediyor. Sadi de bir oğlu olduğunu bilmeden yaşıyor. Tüm bunlarıysa Derya uzaktan sakince izliyor ve elini bile oynatmadı. Mert’in savrulmasını, değişen tarzını, üstünde hissettiği sorumluluk yüzünden kendisine odaklanamadığını göremiyor. Zira Mert ablasına sahip çıkıyor, annesi olduğunu bilse durum çok farklı olurdu. Özellikle de ilk günden beri büyük bir hayranlık beslediği öğretmeninin babası olduğunu öğrendiğinde yıkımı çok büyük olacak. Burada tek yıkım da Mert’e ait değil. Sadi de en az Mert kadar üzülecek diye düşünüyorum. Yaver’e baksanıza, aslında içten içe Sadi bunu istemiş. Ki daha önce bir keresinde bir oğlum olsun, maçlara gideyim gibi bir cümlesi vardı. Kızı olsun istese de oğlu da olsun istediğini düşünüyorum. Sadi’nin Mert hususunda Derya’ya sakin kalacağını da sanmıyorum zira oğlunun başına gelmeyen kalmadı. Bu sır ortaya çıkışıyla herkesi perişan edecek diye düşünüyorum. Sadi bir şekilde ayağa kalkar, oğluna sahip çıkar zira onun hayatında onu derleyip, toplayacak, kalbinin kırıklarını elleriyle toplayacak Songül’ü var. Derya ise bu sorunla tek başına yüzleşmek zorunda kalacak diye düşünüyorum. Aslında bu sır nasıl çıkar ortaya derken perde arasından Asuman’ın  çıkagelmesi her şeyi değiştirmeye başladı bile. Derya için çember iyice daralmaya başladı. Burada Songül’ün varlığı herkes için çok değerli bence. Ancak özellikle Sadi için çok önemli olacak zira Sadi’nin bir yıkım yaşayacağını düşünüyorum. Kabullenmesi zor bir durum olsa da Songül onun parçalanmasını önleyecektir.

Songül, bazı şeyler ortaya çıktığında herkesi en iyi anlayacak insan. Mert’i anlar zira o da çok küçükken ailesini kaybetti, acılar çekti. Derya’yı bir kadın olarak anlayacak, Sadi’nin de kalbini zaten bildiği için içine hapsolacağı karanlığı görerek ona yardım edecektir. Songül, Sadi’nin hayatının aydınlık tarafı, bir çok acıyla tek başına mücadele edip bundan sağ çıkmış biri, o. Bu yüzden bu acıları görüp, sarmalayacak herkesi diye düşünüyorum. Baksanıza içine düştükleri her olayda heyecan duyacak bir şey buluyor. Servet kaçtı ama onun peşinde olmaktan mutlu, operasyonda şarkı söylemekten mutlu zira yanında kocası var. Songül ailenin değerini en iyi bilecek insanlardan biri, bu sebeple hem kendi ailesine hem de Sadi’nin içine düştüğü durumdan yara almadan kurtulmasına yardım edecektir. Hatta Mert’i de korur. Bir kişiyi sadece Allah Songül’ün şerrinden korusun : Asuman!

Asuman ilk ortaya çıktığında bir insan kardeşine neden bu kadar kin besler demiştim ancak altından sağlam bir hikaye çıktı. Asuman’ın yarı üvey kardeşini elindeki her şeyi kaybetmesine bağlıyor. Her şeyini kaybettiğini düşünen biri, düşmanının en zayıf noktasını belirler. Derya’nın varı, yoğu, her şeyi Mert. Asuman da bunu çok iyi biliyor. Bu sebeple de ilk saldıracağı kişi Mert olacaktır. Sonrası da kızılca kıyamet bence, Mert annesi tarafından yanı başında yaşarken terk edildiğini öğrendiğinde bunu kaldıramayacak diye düşünüyorum. Tıpkı Araz’ın da kaldıramadığı gibi…

Araz, benzer hikayesinden başlayarak kalbine aldığı Aylin’e her geçen gün daha da fazla tutuluyor. Ancak sadece ona tutuldu. Eski hayatına da davranışlarına da devam etmeye başlaması Aylin’e zarar vermeye başladı. Aylin için arkadaşları her şeyi, yol arkadaşları, kader kardeşleri ve Araz da tam bu noktaya saldırıyor. Doğal olarak Aylin de buna bozulmaya başladı. Açıkçası Aylin’in bu husustaki dik duruşunu takdir ediyorum. Sonuçta birini seviyorsak hayatındaki insanlara da saygı duymamız gerekiyor diye düşünüyorum. Araz’ın sevgi hususunda daha öğreneceği çok şey var ve sanırım ona bunu en iyi öğretecek kişi de varlık içinde yokluğu, ailesi varken kimsesizliği dibine kadar yaşayan Aylin olacak. Kim bilir, belki Araz için de yolun sonunda bir ışık vardır, Araz bunu hala göremese de…

O yolun sonundaki ışığı Araz gibi Sadi de uzun yıllar görmemişti ancak şimdi gülüşünde kaybolduğu bir karısı var. Sadi’nin öyle bir aşkı var ki, eski bir mafya babası olarak siyah derilerle gezerken kendini Çiçek Gazinosu’nda Alev Kızılses’in kemancısı olarak bulup, bundan zerrece rahatsızlık duymadı. Yani onun için Alev’in kemancısı olmak, ya da Şehnaz Gazinosu’nda Sami ve Nurgül olarak sahne al ask da önemli olmazdı bence, yeter ki Songül’ün yanında olsun, onu güvende tutsun yeter. Servet’in alışverişi için kurdukları tezgah ters döndü. Bir anda çatışma ortasında kaldılar. Açıkçası bu sahneden sonra artık oyunun şeklinin değişeceğini ve Sadi’nin oyuna çok daha farklı bir şekilde dahil olacağını düşünüyorum.

Gelsin Hayat Bildiği Gibi’de uzun zaman sonra izlediğimiz en güzel bölümü izledim. Kurgusundan, hikayesine kadar çok iyiydi. Geçtiğimiz haftaların hatalarının ardından sonunda Sadi’nin hikayesinin açılmaya başlaması çok güzeldi. Şimdi hikaye Songül ve Sadi için yeni bir ivme alıyor diye düşünüyorum.

Yazımı bitirmeden önce Devrim Özkan ve Ertan Saban’dan bahsetmek istiyorum. Öncelikle aynı dizide ikisi de birbirinden farklı karakterleri de sanki yeni birer karakter gibi oynarken esas karakterinden kopmadan iyi bir şekilde taşıdılar. Aynı dizi içinde  Ertan Saban kendi karakteri dışında bir çok karaktere can verdi.7Emin başlı başına ağır bir ruh hali, öğretmen Sadi sakin, merhametli, evdeki Sadi oyuncu, romantik bir adam. Sadi görüldüğü üzere içinde bir çok farklı rengi barındıran bir karakter ve Ertan Saban bayağı olmadan bunu müthiş bir doğallık ile ekran karşısına geçiriyor diye düşünüyorum.

Devrim Özkan’a bu hafta özellikle Alev olduğu sahnede bayıldım. Ben Devrim’in sesini çok iyi kullandığını düşünüyorum. Şarkı söylemedeki yeteneğini şöyle dursun, ses kontrolünü çok beğeniyorum. Bir oyuncu için ses kullanımı çok önemlidir. Karakterinin duygusunu sadece replik ve beden diliyle değil ses tonuyla da geçirirsin. Bu hafta özellikle birçok sahnede bu özelliği çok iyi kullandığını söyleyebilirim.

Bütün ekibin emeğine sağlık, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

İki Deli Bir Araya Gelmemeliydi (Aile, 1.bölüm)

YAZAR :Simay DEMİR 

“Kötülüklerin iyi niyetle yapıldığı yer” mottosuyla karşımıza çıkan “Aile” dizisi açıkçası benim tanıtımı yapılmaya başladığından beri başlamasını beklediğim bir işti. Gerek çok sevdiğim oyuncu kadrosu gerekse beni içine çeken konusuyla oturdum ekran karşısına. Bir çok sorunlu insanın bir arada bulunduğu bu ev şimdiden çok ilgimi çekti diyebilirim. Ama benim asıl merak ettiğim bir psikolog olan Devin’in bu aileyle ne yapacağı? Devin’in, Aslan’ın ve ailenin derdini tam olarak çözemediğim bir ilk bölüm olsa da ikilinin deli dolu halleri çok hoşuma gitti açıkçası.

Devin Akın; karşımızda alışılmışın dışında bir kadın var. Devin’lw ilgili ilgili ilk izlenimim çılgın bir kadın olduğu. Öfke kontrol sorunları da olan Devin oldukça başına buyruk bir karakter. Karşısına çıkan insanı mesleğinden dolayı iyi analiz ederken, kendi verdiği açıkların pek de farkında değil zira umurunda değil. Devin, Aslan’ın aksine içinde yaşadığı sorunların farkında, çocukken ailesindeki sorunlardan etkilenmemek adına onları bir belgesel gibi izlemiş biri. Bu durumdan sorunsuz çıkmamış. Öfke kontrol sorunu, fevri hareketleri, bir anda her şeye yükselmesi ailesinden ona kalan miras ama o kız kardeşi gibi de olmamış zira birinin kendinde kalıp aileye göz kulak olması gerekiyordu. Devin de bu role bürünmüş gibi duruyor. Annesine ne oldu bilmiyorum ama bir sorumluluk altında eziliyor gibi geldi bana. Devin ve kardeşi arasındaki ilişki sorumluluk mu saf sevgi mi bilmiyorum ama bence sorumluluk duygusu çok daha fazla diye düşünüyorum.

Devin kardeşini ikinci kez hastaneye kaldırınca “Benim yüzümden!” dedi. Halbuki kız kardeşi bir bağımlı, sorunları var ve psikolog olarak bunu kendisi çok daha iyi biliyor. Yine de onu kendi sorumluluğunda gördüğü için de üstünde bir yükle yaşıyor. Devin’in Aslan’la ilk andan bu kadar iyi anlaşmasının sebebi de bu bence, kalp kendinden olanı tanır. Şimdi ilk tanışmayı düşünün, berbat bir ego savaşına girdiler. İkisi de alfa karakter olduğu için birbirlerini ittiler. Aslan ilk başta güzel bir kıza yardım ettiğini sanırken karşısında kendi iç dünyasına çok yakın bir kadın buldu diye düşünüyorum. Bu sebeple de o kadını tanımak istedi.

Aslında yaşayış olarak da birbirlerine çok uzak değiller. Devin, Aslan Soykan ile lüks restoranlara değil, sahilde pilav yemeyi tercih eden bir kadın olarak çıktı karşıma. Lükse, şatafata değil doğallık taraftarı gibi duruyor ama şimdiden de erken konuşmak istemiyorum. Ancak Aslan’ı bu doğal halleriyle kendine çektiğini düşünüyorum.

Aslan Soykan, kendi ailesinin tüm sorumluluğunu sırtına yüklemiş, eski işleri geride bırakmak uğruna içeride ve dışarıda büyük bir savaş veren bir adam olarak çıktı karşıma. Aslan oldukça değişik bir karakter. Dışarıdaki insanlara karşı çok sert ve öfke kontrolü olmayan biriyken yanında, değer verdiği insanlara karşı oldukça sukunetli davranan biri. Bu da öfke kontrol sorunu olmadığını, canı istediği gibi davrandığını gösteriyor. Aksi halde annesine de büyük bir patlama yaşayabilir ya da mekanına gelen eski sevgilisinin de canını yakabilirdi. Ancak o bunların hiç birini yapmadı. Aksine bu olaylar karşısında çok sakin ve sessiz kaldı. Devin’den farklı olarak öfkesine, sinirine hakim olduğunu söyleyebilirim ama onun siniri Devin’den tehlikeli olur diye düşünüyorum. Sessiz atın çiftesi pek olur derler, bir noktada çileden çıkarsa neler olacağını bilemem ancak Aslan’ın da girdiği büyük sorumluluk altında ezildiğini söyleyebilirim. O aile sofrasından, kurallardan kurtulmak istiyor diye düşünüyorum ki bölüm boyunca annesinden özür dilememesi, hayatıma karışma sözleri bende bu düşünceyi uyandırdı.

Aslan içinde bulunduğu hayattan memnun değil ki bunu amcayla girdiği savaştan da anladım. Aslan pis işleri geride bırakmak istiyor, bunun için elinden geleni yapıyor ancak eski kafalı bir amca yoluna taş koymak niyetinde. Aslan oldukça cesur biri ve amcasına rest çekerken zerrece tereddüt etmedi. Aslan’ın görünürde kimseden korkusu olmadığını görüyorum. Annesine de amcasına da eyvallah etmiyor. Aslan dışarıda amcası ile mücadele ederken içeride de kontrol delisi annesi ile uğraşıyor.

Hülya Soykan ailesine bağlı, beş yıldır ölen kocasının kurtlanmak üzere olan masasını bile atmak istemeyecek kadar takıntılı bir kadın bana kalırsa. İki oğlu arasında dağlar kadar ayrım yapan ve Aslan’a takıntılı obsesif bir kadın. Öyle ki ailesi olaylar ve Aslan üzerinde kontrol kuramadığını düşündüğü anda bambaşka birine dönüşüyor. Devin’i öğrendiği anda takip ettirmesi, Aslan’ın eski kız arkadaşının tüm geçmişini araştırıp didiklemesi ne kadar kontrol manyağı olduğunu gösteriyor. Görünen o ki bu durumu çok da tehlikeli boyutlara ulaşabiliyor. Düşünsenize gözünü kırpmadan kızın ölüm emrini verdi. Büyük oğlunu vaktinden önce eve girmek isterse öldürülebileceğini söyledi ve bundan bir saniye pişman olmadı. Beş yıl önce yaşanmış bir olayda oğlunu suçlu bulduğu için hala affetmeyip eve dahi almayan bir kadından bahsediyoruz. Yine de Hülya hakkında henüz erken konuşmak istemiyorum ancak bir sorun olduğu aşikar. Yine de masada kaynanasıyla olan diyaloglarına bakacak olursak o da az buz bir şeyler yaşamamış. Çocuk yaşta anne olmuş, kaynanası tarafından sürekli aşağılanıp büyük ihtimalle büyük oğlunu büyütmesine dahi izin verilmemiş, ezilip durmuş ve kocası intihar etmiş biri o. Bu yüzden o ev ve yaşanılanlar üstünde hakimiyet kurmak istemesini anlayabiliyorum. İleride baya bana tırnaklarımı kemirtecek gibi dursa da hikayesini şimdiden aşırı merak ediyorum doğrusu.

Hülya ve Aslan arasında büyük bir güç savaşı olacak gibi görünüyor. Hülya içeriden aileyi yöneten, küçük oğlunu da işlerin başına geçirince onu da kontrol etmek isteyen bir kadın ancak Aslan da buna pabuç bırakacak biri değil. Hayatıma karışma, bizim senden korunmamız lazım derken de bundan bahsediyordu. Hülya’nın her şeye kontrol sağlamak istemesi, Aslan’a karşı duyduğu sevginin aslında aileyi kontrol altında tutma arzusu, Aslan’ı Hülya’nın o kadar da kolay ekarte etmeyeceği bir kadına itti.

Devin ve Aslan aynı yerden yaralı iki insan ama bir fark var. Devin içinde yaşadığı sorunların farkında ve bir şekilde kendisine ördüğü duvarla o baş ediyor ancak Aslan öyle değil. Baktığında sorunu yok gibi dursa da içinden kırılmış bir adam, o. Babasının onu sevmemesi, annesinin he şeyi sana verdim, her şeyi yaparım durumu Aslan’ı içinden çıkılmaz bir hale sokmuş. Devin ona nasıl merhem olur bilemem ama bir yerden birbirlerini yakaladılar diye düşünüyorum. Buna aşk, sevgi ya da ilgi diyemeyiz. Bir anlık kendinden olana tutulma diyebilirim sanırım, bu ileride aşka dönüşür mü? Onu da zaman gösterecek.

Aslan, değişime Soykan Aile sofrasına bir yabancıyı taşıyarak büyük bir depreme sebep oldu. Hülya’ya beklemediği anda bir gol atan Aslan, sessiz bir savaşı da başlatmış oldu ancak Devin diğerlerine de pek benzemiyor. Kendi deyimiyle onların istediği yerde duracak biri değil. Hülya ve Devin arasında büyük bir mücadele olacak ve bence bu ailedeki tüm taşları yerinden oynatacak diye düşünüyorum.

Yazıma burada son veriyorum. İlk bölüm için çok erken davranmayacağım ancak ikinci bölümden itibaren Soykan Ailesi’nin neden bu halde olduğunu, dizinin ana konusunu ve çatışmasını görmeyi umuyorum. Bu tip dizilerde dizinin aksiyon ayağının güçlü olması, Aslan’ın amcasıyla olan mücadelesini görmek istiyorum. Yine de iyi bir ilk bölüm kotarılmış. Tüm ekibin emeğine sağlık, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Bana Unutmayı Anlat ( Kızılcık Şerbeti, 17.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Sevmemin, karşılıklı sevilmenin bir mucize olduğunu düşünmüşümdür hep. Dünyadaki milyarlarca kalbin arasında kalbine, ruhuna, hissettiklerine denk gelen biriyle aynı duyguları yaşamak bir mucize değil de nedir? Kıvılcım ve Ömer, Nursema ve Umut, Doğa ve Fatih bu şanslı kişilerden bana göre. Ama aşkta sevgide gerektiği gibi beslenmezse, narin bir çiçek gibi ilgi ve özen gösterilmezse zamanla solup gider. Fatih henüz farkında değil ama Doğa’nın ona olan aşkı solmak üzere. Ömer ve Kıvılcım aşklarını ayakta tutmak için tüm engellere karşı el ele dimdik dururken, Nursema ve Umut maalesef ki rüzgara karşı duramayıp savrulup gittiler. Onlar şimdilik birbirlerinden vazgeçmiş olsalar da onlardan hala vazgeçmeyen insanlar var; tıpkı Doğa gibi.

Bu bölüm Doğa’yı büyük bir gururla izledim doğrusu ve Ünallara karşı duruşunu hiç bozmadan yoluna devam etmesini çok sevdim. Eşiyle yeni barıştı diye, araları bozulmasın diye susup oturmadı diğerleri gibi. Doğru bildiği yolda sonuna kadar gitti. Ne Fatih’i dinledi ne de Ünal Ailesi’nin kuralları bunlar deyip bir kenara geçip izledi. Nursema bile pes etmişken o etmedi. Nursema için mücadelesini izlerken istediğinde ne kadar kararlı ve cesur olabileceğine şahit oldum. Üstelik onun da bir yerlerde ;Ben başardım o da başarabilir dediğine eminim. Çünkü zamanında aynı zorbalığa uğramış biri olarak buna göz yumamazdı ki yummadı da. Evet verdiği mücadele sonucunda kendi sevdiği adamla evlendi, sorunlar yaşıyor olsa da onun yine eski Fatih olabileceğine inancı tam hala. Fakat eskisi gibi ona güveniyor mu? Yahut sevgisi hala ilk günkü gibi taze mi diye soracak olursanız buna cevabım hayır maalesef.

Doğa artık yaptıklarını Fatih’le paylaşmayacak, ondan herhangi bir konuda yardım istemeyecek raddeye gelmiş durumda. Düşünsenize Fatih’e kız mutsuz ve mutsuz olmaya devam edecek diyor, adamın umurunda değil. Yeter ki o iyi olsun, Doğa’nın beyninde eşinin bu düşüncede olduğunu dank ettiği anda yüzünde oluşan hayal kırıklığı bence içinden bir şey koparıp attı. Çünkü o an yüzünde “Benim aşık olduğum duyarlı adam bu mu?” ifadesi gizleyemeyecek kadar net duruyordu. Bu gerçekle böyle yüzleşmiş olması ne kadar korkunç bir durum. Öyle ki en son Nursema için yaptıkları konuşmada bir tek güveninin değil ona olan saygısının dahi azaldığını düşündürdü bana. Çok severek dinlediğim bir ablam şöyle demişti “Saygı sevginin içinde bulunduğu bir kadeh gibidir, o kadeh kırıldı mı sevgi de dağılır gider.” Bence çokta haklıydı; güvenin, saygının olmadığı yerde sevgi ne kadar barınabilirdi ki?

Ömer’in de dediği gibi Doğa tıpkı annesinin kızı. Ben eminim ki o evde gördüklerinden sonra bununla gurur duyuyordur. O da tıpkı annesi gibi inatçı, cesur, doğru bildiğinden şaşmayan, yanlışa her ne olursa olsun gözünü kapatmaya biri. Karşısındaki kim olursa olsun onun yanında acı çekiyorken Doğa asla öylece durup izleyebilecek biri değil. Doğa’nın bu özelliklerini gerçekten çok seviyorum. Onun aksine Fatih benim gözümde korkağın, umursamazın teki. Doğa evi terk etmeye karar verdiğinde Nursema “Fatihle konuşmadan gitme” demişti, o en özgün anında bile “Evliliğinin kıymetini bil’ diye Fatih’in yapmadığını yapmıştı. Ama Fatih Nursema’nın Umut’u sevdiğini bile bile onun başka biriyle evlendirilmesine karşı çıkmadı. Dahası Umut’a cephe aldı. Satın aldığı otel için bile babasının karşısına dimdik duran Fatih kardeşi için kılını bile kıpırdamadı. Mustafa’ysa eşi üzülüyor diye ona gemi almak için Fatih’in yanına koşarken kız kardeşi acılar içinde kıvranırken onun yakarışlarını duymadı bile. Hele Abdullah ve Pembe ekrana fırlayıp onları boğmamak için kendimle mücadele ettim resmen.

Bir tek onlar değil Doğa dışında herkes umutsuz vakaydı benim gözümde zira gelen giden bu evlilik için Nursema’ya “Çok iyi bir aileye gelin gitti, bir eli yağda ,bir eli balda olacak” deyip durdu. Halbukionlar mal Nursema bir insanla evlenecekti; o insanın hayata, dine bakışı, merhametli olup olmadığı, vicdan sahibi olup olmadığını kimse sorgulamadı. Birlikte güleceği, sohbet edeceği, hayatını geçireceği bir insandı; üstünde oturduğu koltuklar, içinde yaşadığı ev, koluna takacağı bilezikler değildi evlendiği, kanlı canlı bir insandı. O mutsuz olduğunda içinde yaşadığı ev onu mutlu etmeyecek, kayınbabasının kazandığı paralar ona teselli vermeyecek, Nursema bu şekilde ne kadar Mutlu olabilir ki. Üstelik Fatih dahil herkes artık Nursema’nın Umut’u sevdiğini bildiği halde yaptılar ona bu eziyeti. Ama benim en çok zoruma giden ne oldu biliyor musunuz? Eve gelen görücülerin yüzsüzlüğü.

Bu evliliği istemediği her hal ve tavırlarından belli olan birini almak helal, oğullarının ne mal olduğunu bildikleri halde ona kız seçip kurbanlık koyun gibi imamın önüne atmak helal ama alkollü kolonya kullanmak haram. Bakın bu zihniyet başka bir evre; bu din yahut muhafazakârlık değil, dini kendi çıkarları için kullanmaktır. Kul hakkından bihaber yaşayıp, kendi çıkarları söz konusu olduğunda o günah bu haram diye geçinmek ne kadar da kolay öyle değil mi? Pembe tek ayak üstünde kırk yalan uydururken sorun yok, Abdullah kızı yaşında birine evli olduğu halde ilgi duyarken sorun yok ama Nursema birini severken büyük günah. Abdullah da Pembe de böyle insanlar maalesef. Ama benim en çok zoruma giden yine Pembe’nin yaptıkları oldu bu bölüm. Çünkü o da bir kadın ve kızına da sırf kadın olduğu için bu zulmü reva gördü. Gün gelir Fatih düzeltir kendini pişman olur yaptıklarından onu affederim, Mustafa’yı kör ve sağırı oynadığı için affederim ama Pembe’yi asla affetmeyeceğim.

Onun o iğrenç düşünceleri beni tiksindiriyor artık; “Erkek adamdır ne yaparsa yapar elinin kiridir nasıl olsa” diye düşünen, aynı şeyleri yaşadığı halde kız evlatlarına yaşatan yine ve maalesef bu düşüncedeki kadınlar. Pembe kendi mutsuz hayatına aynısını yaşasın diye Nursema’yı da ortak etmiş oldu, onu sevmediği, istemediği biriyle evlendirerek. Tamam o ikisi geri kafalı, Nursema’yı nasıl bir ateşe attıklarının farkında değiller amenna kabul ediyorum. peki ya Ömer, o nasıl olur da bir kez olsun itiraz etmez bu duruma ? Ben bu bölüm Nursema konusunda Ömer’i büyük bir hayal kırıklığıyla izledim doğrusu. Ömer Nursema’ya yapılanda kendini gördü, bugün Nursema’ya ne yapıldıysa geçmişte aynısı ona da yapılmış, bunu döktüğü gözyaşından anlasam da tepkisizliği canımı yaktı doğrusu. Ondan kendisine yapılan zulmü yeğenine her ne olursa olsun yapılmaması için bir şeyler yapmasını beklerdim. O öyle bir dünyada bir erkek olarak bu kadar zorlanmışken ve yeğeninin ne kadar acı çekebileceğini tahmin edebiliyorken kılını bile bu konuda kıpırdatmaması çok zoruma gitti doğrusu. Evet belki dediği gibi ne söylerse söylesin abisinde tesir etmeyecekti ama en azından o karaktersiz damat adayının ne mal olduğunu ortaya çıkarmak için bir şey yapabilirdi ama yapmadı. Onu kaderine terk etti. Abisi Abdullah’sa artık ona söylenecek söz bile bulamıyorum.

Abdullah Doğa’nın tehdit içeriğini merak dahi etmedi onun için önemli olan kimle birlikte hareket ettiği oldu. Kızını bir haysiyetsiz, karaktersiz belki de ona yeri geldiğinde şiddet uygulayacak, her gün aldatacak, önüne gelen kadına salyalarını akıtan bir pisliğe vermiş olması ne onun ne de çok sevgili karısının umurunda bile değil. Yeter ki Nursema’dan kurtulsunlar.  Hayat bazıları için çok acımasız olabiliyor. Nursema da Umut’ta bu hayatta paylarına düşen acıyı almış oldu. Bakalım bu işin sonu nereye varacak, merakla bekliyorum doğrusu.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Seni Kaybedemem (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 29.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

İnsan ne zaman tam olur? Ya da ne zaman eksik kalır bilemem ama bir anda bulunca ruh eşini bir daha asla kaybetmek istemez. Şartlar ne olursa olsun, her şeye, her koşulda o insanla olmak ister. Bunun gerçek olması tam bir mucizedir ama biliyorsunuz, bizler mucizelere inanıyoruz değil mi?

Songül’ün mucizesi eski bir mafya babasının emniyete gelmesiyle başladı. Bir gün aile olacağını bile hayal etmeyen biri, aşkla tanıştı. Yavaş yavaş sevdi, bağlandı. Öyle ki zoraki evlendiği Sadi ile bir gelecek, hayat istemeye başladı. Songül sakalları kadar kirli gördüğü bir adamın ellerine bıraktı hayatını ve bunu yaparken de bir an bile tereddüt etmedi. Aşk insanı değiştirir, iyileştirir, yapmam dediği her meti yaptırır. Songül ailesinden sonra güven duygusunu kaybeden bir kadın. Babasız büyüyen bir kız çocuğu, o. Ailesi olmadan bir hayat geçirmek zorunda kaldı. Kime, neye güvensin? Daha önce demiştim ya yalnızlığı kendisine kimlik edinmiş biri diye, o hep yalnızdı işte. Songül’ün başına bir şey gelince oyuncaklarla konuştuğunu fark ettiniz mi? Yalnız insanlar genelde çok sıkıştıkları zaman cansız nesnelerle konuşurlar. Songül de böyle yapıyor. Ne zaman Sadi olmasa, ya da başlarına bir şey gelse oyuncaklarla konuşmaya başlıyor. Başka türlüsünü bilmiyor ki… Konuşacak biri ya da sığınacak bir limanı olmadığında böyl yapıyor ancak Songül bu hususta bir tık yanlış düşünüyor diye düşünüyorum. Aslında onun artık insanları var. Organize ekibi, Taylan, Yaver… Bir anda bir ordu insan dahil oldu küçücük hayatına. Bu da Sadi ile oldu, Songül kapılarını araladı. Songül artık insanları hayatına alan, onlara güvenip, bağ kuran birine dönüştü ve tüm bunları Sadi sayesinde yaptı. Sevgisiz büyüyen insanlar bağlanma sorunu, güven sorunu yaşarlar. Songül ailesinden sonra hiç sevilmedi. Sadi onu öyle güzel sevdi ki Songül artık bir ailesi olduğunu görüyor, artık derdini anlatacağı, sıkışınca arayacağı bir aileye sahip ve bu güveni Songül’e Sadi’nin koşulsuz sevgisi verdi. Çaktırmayın ama biz buna aşkın mucizesi diyoruz.

Songül ilk kez zor zamanında yanında insanlar görüyor ve bu onun için çok yeni. Sadi’nin kaçırılma olayından sonra Taylan’ın “Senin ağabeyinim” demesi Songül için güven oldu ama diğer yandan da uzun uzun sarılamayışı alışkın olmamasından geliyor. Songül her acısını tek başına atlatan, göğüs geren biri olduğu için Taylan’a bile kendini, yaralarını açık etmek istemedi. Alışkın değil. Songül çok güçlü bir kadın, her sorunuyla tek başına mücadele ederken, kendini saklamayı da başaran biri. Bu yüzden hemen güvenmesi de çok zor hele de organizede yaşadıklarından sonra çok zor. Bu süreçte Songül’ün can suyu Yaver oldu. Organize de destekti ama emniyette yaşadıkları, Songül’ün bazı şeyleri de görmeye başlamasını sağladı diye düşünüyorum.

Songül, Sadi’nin ele geçirilmesinin ardından gözünü kırpmadan tüm mesleki kuralları çiğnemeyi göze alırken savcıya çarptı. Ekibiyle kocası için pazarlık yapmaya çalışırken aslında beni ciddi şüpheye düşüren olayları yaşadım. Şimdi Bahri, Melike ve Taylan aslında Roberto’yu vermeye çok yakındı. Yani savcı kabul etse sorgu bile yapmadılar. Sadi’nin kendileri için yaptığı her şey ortadayken Ahmet Başsavcı bir anda bunun olmayacağını söyledi. Kartal ateşi için Sadi’nin yardımının önemini de düşününce ondan vazgeçmesi bana çok kolay geldi. Daha önce de Sadi ve Ahmet Servet’in hayatta olmasından şüphelenmişti. Biz Sadi’nin nasıl ele geçtiğini de görmedik ki Sadi’yi bilmem de 7Emin’i ele geçirmek her baba yiğidin harcı değildir. Ben orada bir şeyler olduğunu düşünüyorum ki bence Songül de düşündü ve Yaver’i aradı diye düşünüyorum.

Songül organize ekibine güveniyor, ekibine sırtını dayadı ama sanırım kimseye Yaver kadar güvenmiyor. Ekip eve geldiğinde onlara ismini vermediği gibi onu B Planı olarak gördü. Halbuki ekiple bir çok sırrı paylaşıyor, Yaver’i de söyleyebilirdi ancak Ahmet’in Sadi’yi vermesinin ardından işler ters gitme ihtimaline göre canını teslim edeceği, sırtını herhangi bir şüpheye düşmeden dayayabileceği tek insanı yanında istedi diye düşünüyorum. Bu arada Bahri ve Melike de bence Songül için çok güvenilir ama hepsi devlet memuru ve emir kulu. Songül 23 sene sonra kavuştuğu ailesini de hiyerarşiye kurban edemeyecek kadar çok seviyor. Bu yüzden tüm bunların dışında, Sadi’nin iyiliği için her şeyi silip atacak tek insanı aradı : Yaver!

Songül, Yaver’i aradığı gibi en büyük destekçisi eve geldi. Yaver için Songül ve Sadi tek ailesi, her şeyleri. Sadi’nin başına gelenlerin ardından Yaver’in ölüm sakinliği beni bir tık şüpheye düşürse de şimdilik çok konuşmayacağım. Sadi’nin böylesine bir duruma Yaver olmadan düşmesi, onun buz gibi bir sakinlikle devam etmesi komandoluktan ya da başka bir şeyden herhalde. Yine de, her şeye rağmen Songül’ün tüm zayıf yanlarını gösterdiği tek insan oldu. Yaver de Meltem ile ayrıldıktan sonra bu dünyadaki tek varlıklarının Sadi ve Songül olduğunu anladı. Karı koca onun tek ailesi, Sadi onu oğlu gibi, Songül de kardeşi gibi görüyor. Üç silahşörler yuvarlak masa şovalyeleri gibi bir ömür birbirlerinin yanında olacaklar ama Sadi kendisi için bu kadar insanın seferber olduğunu biliyor mu acaba?

Sadi Payaslı ya da nam-ı diğer 7Emin uzun zaman sonra eli, kolu bağlı bir hale geldi. Servet’i gelmeden önce Sadi’nin içine düştüğü durumdaki rahatlığını konuşmak lazım diye düşünüyorum. Sadi oldukça rahat bir şekilde, gözünde tek bir korku kırıntısı olmadan Servet ile yüzleşti. İçine düştüğü durumda tek bir zayıflık göstermediği gibi oldukça güçlüydü. Ben açıkçası ekibi köprüde görmeyi beklediğini de sanmıyorum. Zira polisin kendisi için uğraşacağını düşünmemiştir. Tanık koruma ya da muhbirlik durumlarında ilk kimden vazgeçileceğini çok iyi bilse de eğer bir şekilde Sadi zaten organizenin isteğiyle oradadır düşüncesinden sıyrılamıyorum. Bu adam öyle basitçe ele geçecek bir adam değildi, binlerce watt elektrik verildi kılı kıpırdamadı ve dahası o işkence Sadi’nin ruhsal durumunu da çok etkilemedi diye düşünüyorum. Bence bunun sebebi komando olmasıyla alakalı bir durum olabilir. Bir asker kızı olarak (evet babama sordum) komando ve özel kuvvet askerlerinin işkence eğitimi aldıklarını öğrendim, Sadi’nin sakinliği, oradayken güçlü durma yöntemi, dahası Servet karşısındaki dik duruşu bana bunu düşündürdü.

Sadi ve Servet karşılaşması bu dizide uzun zamandır beklediğim bir durumdu. Servet’in güçlü olduğunu düşündüğü anda Sadi’nin karşısında olduğu anda güçlü olan Sadi’ydi. Servet belki de tecrübesinden dolayı karşısında bir coğrafya öğretmeni değil, başka bir adam olduğunu anladı. Ona işkence edilirken Sadi’nin gülüşü, hala dik bir duruşla Servet’e “azrailine bakıyorsun” bakışı bana başka bir şey düşündürmedi. Sadi çok başka bir adam ve içine girdiği durumlar ne kadar ağır olursa olsun ne sukunetini kaybediyor ne de gözlerinde ufacık bir korku kırıntısı görüyorum. Bu da bana Sadi’nin geçmişte de çok ağır durumlara düştüğü düşüncesinin oluşmasına sebep oldu. Sadi geçmişinde ne gibi yükler getirdi bugüne bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey varsa o da Sadi’nin kendisiyle ilgili hiç bir durumdan korkmadığını düşünüyorum. İlk bölümlerde kendisini bir bal porsuğuna benzetmişti, korkusuz olduğunu kendi ağzından dinlemiştik. Sadi’nin korktuğunu gördüğüm tek an Songül’ün başına silah dayadığı anda oldu. Sadi’nin zayıf noktası, tek korkusu, zaafı Songül. Onu karısından başka bir sarsamaz ama aynı anda karısı onun tek dayanağı, güçlü kalma sebebi. Tıpkı Songül’ün dayanma ve devam etme sebebi Sadi olduğu gibi.

Sadi işkence yüzünden güçsüz kaldığı anlarda sadece Songül’ü düşünerek gücünü kaynetmedi, acısına dayandı. İşkencede iyi anılara sığınarak hayatta kalan mağdurların hikayelerini okumuştum. Sadi de içinde bulunduğu duruma Songül’ün ona kendini açtığı, ona geldiği, onunla uyandığı, onunla hayata yeniden döndüğü anlarla, anılarla tutundu. Sadi kendisini bu hikayenin çobanı, çirkini görüyordu. Güzel olanın, prensesin onu sevmesi değil onu kabul etmesi bile mucizeyken bir ömrü o beyaz olanla geçirme düşüncesi bile Sadi’nin her şeye katlanmasını sağlıyor. Hep diyorum ya Sadi, Songül’ün kalp atışında yaşıyor diye, bu defa da onun anılardaki sıcaklığıyla hayatta kaldı. Songül de Sadi bunları düşünürken benzer anılara sığınarak devam etmeye çalıştı. Songül için Sadi her şey demek, onu kaybetmeye dayanamaz ve bugüne kadar onu kaybetmeye hiç bu kadar yaklaşmadı. Servet onun ailesinin katili ve tam 23 sene kurduğu ailesini de elinden almak üzereydi. Songül çok bilindik bir kabusu yeniden yaşarken, belki de uzun zamandır böylesine korkmadı. Sevdiği adamın, doğmamış kızının babasını kaybetme düşüncesi Songül’ün canını çok yaktı. Öyle ki evlere sığmadı, kimseye güvenmedi ve kimseye tahammül bile etmedi. Ne diğer polise ne de Aysel’e tahammül gösterdi. Songül aslında oldukça sert ve sinirli bir kadın. Onun içindeki sakin, sevecen insan aşkla ortaya çıktı. O aşk ellerinden en büyük düşmanı tarafından alınmak üzereyken de sakin kalmak yerine o ilk tanıdığımız sert ve net kadını gördüm. Songül aşkla kalbini gösteren biri ve o aşk gittiğinde yeniden o güvensiz, sert insana dönüşüyor.

Size hep diyorum ya aşk değiştirir,iyileştirir diye işte biz bunu bu hafta Songül ile çok net gördük. Songül söz konusu Sadi olduğu için o köprüye ekiple giderken de Yaver’i yanında istedi. Halbuki Bahri ve Melike de oradaydı. Yani tüm ekibiyle oradaydı ancak Yaver onun için çok önemliydi. Burada tam anlamıyla güvendiği, kocası için, aileleri için kurtuluş olarak Yaver’i gördüğünü de hepimize ispat etmiş oldu. Songül’ün polis operasyonuna Yaver’i sokması, söz konusu ailesi olduğunda tıpkı Sadi gibi kural tanımaz birine dönüşmesi bundan sonrası için de bir ipucu verdi bana. Payaslıların birbirleriyle ilgili konularda kural tanımayan, imkansızı oldurmak gibi özellikleri olduğunu düşünüyorum. Yine de bu bazı sırlara engel değil bence, ya sizce?

Köprüde Taylan, Sadi’ye İtalyanca kartal ateşini fısıldadığında Sadi’nin başını sallayarak onaylaması ve sonrasında da çorbacıdaki tavırları bende her şeyin planlı olduğu kanaatini oluşturdu. Yani her şey ters gidebilirdi. Ayrıca tüm bu olanlar bana fazla tesadüf geldi. Songül’ün bir günlüğüne Sadi’nin yanından ayrılması, bu süreçte Sadi’nin ele geçmesi, sonrasında Servet’le ilgili bir adamın tanık olması, Songül’ün onun korumasına verilmesi, daha önce Servet’le ilgili başsavcıyla Sadi’nin şüpheleri derken yani bu kadar tesadüfle halanızın kızıyla evlenirsiniz. Bu sebeple ben hala buradan bir şey bekliyorum evet üçüncü oldu ama olsun. Songül şimdilik kocasını geri aldığı için sevinedursun ama bu kartal ateşinin Sadi ile doğrudan alakasının olduğunu düşünüyorum.

Köprüde Sadi’nin Songül’ü görünce bile sakin kalması, silahı eline alışı, ayakta kalması ve işin garibi hiç bir şeye şaşırmaması beni oldukça meraklandırdı. Orada Songül’e sarılırken sanki sadece hasret gideriyor gibi bir hali vardı. Abartıyor gibi gelebilir ancak Songül’ün sarılırken titremesi, Sadi’nin ise bak buradayım, azıcık canım yandı tavrı ilerisi için de bana biraz fikir verdi. Ancak Songül tam anlamıyla en büyük kabusu ile yüzleşti diye düşünüyorum. Sadi’nin olmadığı bir dünya gerçeğini yaşadı ve bence bu Songül’ün ona ve ailesine daha sıkı sarılmasına sebep oldu.

Songül, Sadi’nin kaybıyla ilgili korkusunu ona anlatırken aslında hem hayalini hem de ileride doğacak kızı için taşıdığı korkuyu da göstermiş oldu. Songül, Sadi ile tam anlamıyla aile olmak istiyor. Bir çocukları olsun, aileleri büyüsün istiyorlar. Aslında biz bu durumu daha önce de iki kez görmüştük. İlki evlerine aldıkları o bebekle anlamıştım. Sadi’nin hayal dünyası gibiydi o anlar, Songül acaba anne olur mu benden derken Sadi içten içe bunun hayalini kuruyordu. Mezarlıkta da daha önce Samet’in istemesinde de belli ettiği gibi annesi gibi güzel, kaybına sebep olduğu çocuğun anısını yaşatacağı bir kız çocuğu hayali var. Aslında ikisi de yapacağını, ebeveyn olmayı düşünmezken bir anda kendilerini anne, baba olarak görmek istediklerini fark ettiler diye düşünüyorum. Sadi rüyalarında bile büyük bir aile hayatını düşlerken, Songül de bence anne olarak unuttuğu aile olma hissini, artık kök salarak büyüme arzusunu dillendirdi. Daha önce Sadi’ye “Benden anne olur mu?” demişti ya, Sadi’nin aklından geçenleri okur gibi “Senden çok iyi bir baba olur” dedi. İkisi de doğacak çocuklarını, onunla yaşayacakları hayatı düşlerken aslında Sadi’nin zaten baba olduğu gerçeği onların hayatını nasıl etkileyecek merakla bekliyorum. Asuman’ın gelişinin herkesin hayatını kökünden değiştireceğini düşünüyorum.

Derya’nın ablası Asuman artık Karabayır’da bence tüm taşları yerinden oynatacak. Derya’nın her şeyini elinden almak istiyor, Derya’nın her şeyi Mert. Onu elinden almasının yolu da belli diye düşünüyorum. Sadi, Mert’i öğrenince ne yapacak bilmiyorum ama ortalık fena karışacak ve Mert büyük bir yıkım yaşayacak. Zira anne ve babası hayattayken hem yetim hem öksüz büyüdü. Derya için sıkıntılı günler kapıda, bunca yılın acısı nasıl çıkacak, bekleyip görelim.

Yazımı bitirmeden ufak bir eleştirim, ayrıca bölümdeki Ertan Saban ve Devrim Özkan’dan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle Ertan Saban ile başlamak gerekirse bence bu sektörde aktörlük dersi verecek seviyede bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Özelikle işkence sahnelerinde, Sadi’nin tüm duygularını an be an mimik dahi kaçırmadan ekranın diğer tarafına aktardı. Servet ile karşılıklı sahnnerdeki beden dilini kullanması, mahkum olmasına rağmen omuzlarını dahi düşürmeden, hareket dahi etmeden sahneye sahip olarak oyunu kendi tarafına çevirmesi büyüleyiciydi. Ertan Saban bakışlarını çok iyi kullanan bir aktör. Hareket dahi etmediği sahnelerde bakışlarıyla sahnenin tüm duygusunu yansıtabiliyor. Doğal yeteneği tecrübesiyle birleşince bu hafta bize bir resital sundu.

Devrim Özkan’a gelince her hafta üstüne katarak ilerliyor. Özelikle evdeki Pelin’le olan sahnede sadece sesi ve beden diliyle Songül’ün iktidarını, sahneyi kontrolü ve ekrana yansıtması şahaneydi. Devrim, ses tonu, mimik ve beden dilini başarılı bir şekilde kullanıyor. Acı çektiği anlarda, yalnızken omuzlarını içe döndürerek Songül’ün çaresizliğini, korkusunu çok güzel yansıttı. Başkalarıyla birlikteyken üzgün olsa da omuzlarının dik duruşu, net bakışlar ve tok ses tonuyla hem üzgün olduğunu gösterip, hem de Songül’ün gücünü çok iyi yansıtıyor. Devrim, komedi sahnelerini oynarken birden büyük oynayarak hem bizi gülümsetip, hem de oyunun amacını yerine getirirken, aksi sahnelerde de küçük oynayarak abartısız bir oyunculukla sahnenin duygusunu mimik dahi kaçırmadan taşıdı.

Ertan Saban ile karşılıklı her sahnesinde de iki partnerin birbirlerini besleyip, destekleyerek sahneyi en üst seviyeye taşıdığını da söylemek istiyorum.

Yazımı bitirmeden önce ufak bir eleştirim olacak. Dizinin teknik kısmında aksamalar var. Özellikle de montajda. Bu hafta oldukça başarılı bir bölüm izledik ancak sahnelerin duygusunu veremeden kesilmesi, sahne devamlılığı açısından sorun yaratıyor. Bu da duygu kaybına, izlerken de kopma yaşamama sebep oldu. Dizide en sevdiğim sahne köprü sahnesi oldu. Altan Hocanın görüsü, sahnenin kesilmeden verilmesi ve en önemlisi de kadrajı iyiydi. İstenen tüm duyguyu aldık. Bu hususa dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum aksi halde yazan, çeken ve oynayan herkesin emeğine yazık olabiliyor. Umarım yapım ekibi buna biraz daha dikkat eder. Montaj meselesi önemli, dizinin iyiliği için bu hususun dikkate alınması yararlı olacaktır diye düşünüyorum.Hikayede yeni bir döneme girildiğini hissediyorum, özellikle de Sadi hususunda artık açılım olacağını düşünüyorum. O zaman gerisine bakak, görek. Tüm ekibin emeğine sağlık.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Ne Güzel Sevdiniz Bayım

HAZIRLAYAN: ŞEYMA -AYŞENUR – SİMAY-ELA -AFRA – NESLİHAN

DERLEYEN-YAZAN: ŞEYMA BULUT

Bilirsiniz sevgi, sevmek, sevilmek dillere pelesenk olmuş bir konudur. Herkesin bir yorumu vardır. Kadın mı çok sever, erkek mi denir mesela ve senelerce bitmemiştir bu tartışma. Bana soracak olursanız en çok erkek sever. Sevbilecek birini bulursanız çok güzel sever de işte bulmak o kadar kolay değil, bu da konumuz değil neyse. Seveni bulduğundaysa yani gerçekten sevdiğinde başka odağı yoktur zira erkekler çok fazla şeyi bir arada yaşayamadığı gibi birine aşık olursa dünyası o olur. Bu çok sağlıklı mı değil hatta bazen şiddet de bu sevgiden gelir ancak bugün ben o şiddeti sevgi ile birleştiren adamlardan bahsetmeyeceğim. Ben sevgisini merhametiyle birleştiren, sevdiği kadına dünyasını, kendisini adamış o güzel adamlardan bahsedeceğim. Bu arada aşağıdaki herkes hayal ürünüdür, bilginiz olsun 🙂

Necdet Aygün (Hatırla Sevgili /Okan Yalabık)

Onu nasıl anlatırım bilmiyorum ama sanırım Necdet için söylenecek en doğru şey “Bir aşka adanan bir kalbin hikayesi” olurdu. Necdet, Yasemin’i öyle bir sevdi, kalbine öyle bir yerleştirdi ki her kadının sahip olmak isteyeceği bir şekilde sevdi onu. Dokunmadan, ellerini tutmadan, her zor gününde, rüzgardan sarsıldığında bile sarıp sarmalayan, kendinden olmayan çocuğuna bile babalık yapıp değme babalara taş çıkaracak kadar seven bir adamdı Necdet. Kanaatimizce Türk Televizyonlarından geçen, sevmeyi arşa çıkaran bir kaç erkek karakterden biriydi,Necdet. Sonrasında başkasıyla evlenip, yeniden baba olsa da 35 sene boyunca Yasemin’in can yongası olan adam Necdet’ten başkası değildi. Üstünden kaç dizi ve karakter geçti ama biz Necdet’i ve ona mükemmelen can veren Okan Yalabık’ın eşsiz performansını asla unutmayacağız.

Yağız Egemen ( Fazilet Hanım ve Kızları/ Çağlar Ertuğrul)
Yağız Egemen; bizim için Türk televizyon tarihinin en özel erkek karakterlerinden biri. İçine sığmayan sevdası, bakmaya bile kıyamadığı aşkı bunu karşısındakine karşılık beklemeden yansıtma biçimi onu hep ayrı bir yere koydu. Yağız Egemen denince aklımıza gelen ilk şey sevdiğine saygı duyması olur. Ekranda sık sık gördüğümüz sırf aşık olduğu için sevdiğine psikolojik şiddet uygulayan, eziyet eden, aşağılayan bir karakter değil asla. “Karşındaki seni seviyorsa dinleyecek, anlayacak, konuşturacak seni seviyorsa önce insan gibi sevdiğine saygı duyacak.” Düşüncesiyle hareket etti hep. O aslında Hazan’ı da hep böyle sevdi; ona, kararlarına saygı duydu, tek taraflı sevdiğini hissettiği zamanda da karşılık bulduğunu bildiği zamanda da bu konuda Hazan’ın üstüne hiç gitmedi.  En zor anlarında hep yanında oldu, hayallerini gerçekleştirmek için destek verdi ama asla sırf ona aşık olduğu için yanında kalmaya ya da onu sevmeye zorlamadı. O çok nahif çok güzel seven bir adamdı. Sevdiği kadınla çok, çok mutlu olması dileğiyle.

Taner Kaya (Gönül Dağı/Berk Atan)

Anadolu’nun derinlerinde saklı kalmış büyüklerimizden dinlediğimiz aşk masallarındaki kahramanları hepimiz hatırlıyoruzdur işte Taner herkesin bilmediği bir aşk masalının kahramanlarından biri bizim için.. Taner öyle güzel bir kalple öyle nahif sevdi ki öğretmen kızını üstünden nice yıllar geçse de sevgisi bir an olsun azalmadı ayrı kalmanın eksik kalmanın acısıyla hayatına devam etti ama kalbinin kapılarını hiç kimseye açmadı. Sırf Dilek pilot olmak istiyor diye uçak yapmaya çalışan bu sayede belki onu görürüm diye çabalayan bir adam. Taner Dilek’i öyle güzel sevdi ki masallardaki prensesler bu sevgiyi kıskanmıştır desem yeridir. Sevdiği kadını her daim kendi önüne koyan, kendi üzüntüde, darda olsa da önce onun yardımına koşup yaralarını saran oldu. Birlikte hayallerini kurdukları yuvalarını kurup sevgilerinden doğan bir evlat getirdiler bu dünyaya ama maalesef Dilek’in beklenmeyen ölümüyle kucağında oğluyla sevdiği kadının arkasından bakakaldı Taner. Taner gerçekten destanlardaki aşıklar gibi saf duygularla seviyor ve en önemlisi de aşkın bedenlerle sınırlı olmadığını gösteriyor. Bedenlerimiz ölümlü ancak bizi ölümsüz kılan şey yaşadığımız aşktır.

Umut Yörükoğlu (Tuzak /Akın Akınözü)

Umut Yörükoğlu’nu bu listeye almazsak olmazdı zira herkes düşmanına aşık olup, ailesini yok eden adamın kızına kendi ailesinden bile fazla güvenecek kadar sevemezdi. Umut bir intikam için çıktığı yolda, tüm yüklerine rağmen kalbine aldı Ceren’i. O mutlu olsun diye her şeyi yaparken, Ceren’i çocukluk yaralarından sardı, sarmaladı. Aşk iyileştirir, aşk değiştirir. Umut kendi içindeki iyiliği, umudu, aşkı Ceren’e aktırken o aşka sarıldıkça iyileşti. Ekranlarda çok da görmeye alışkın olmadığımız bir adam olan Umut Ceren’in de umudu ve en büyük şansı oldu. Hikayeleri nasıl son bulur bilemeyiz ancak her ne olursa olsun orada aşk kazandı diyebiliriz.

Barış Tunahan (Doğduğun Ev Kaderindir, Engin Öztürk)
Bir adam aşktır, bir adam arkadaştır, bir adam dosttur, destektir ama bunların hepsi Barış Tunahan’dır. Bir adamın sevgisi bir kadının hayatını kurtarır mı? Ona kaybettiği tüm her şeyi, hayallerini, umutlarını, geleceğini, unuttuğu sevgiyi geri verebilir mi? Biz de mümkün olduğuna inanmazdık ama Barış kafasını uzattı ve ben yapabilirim dedi. Barış Zeynep’i öyle bir sevdi ki, Zeynep yaşadığı tüm kötü anıları unuttu. Barış Tunahan bu ekranlardan geçen en güzel adamlardan biriydi. Kadına saygılı, adil, sevdiğini incitmeden seven özel bir adamdı. Dizi bittiğinde bir gün hepimiz onun gibi bir adamla tanışma hayali kurmadık mı? Çünkü Barış yaptığı hiç bir şeyi göz boyayan bir sahtelikle değil, gerçek, sade ve sakince yaptı. İyi ki tanıdık seni avukat bey, iyi ki.

Tahir Kaleli ( Sen Anlat Karadeniz / Ulaş Tuna Astepe)
Sevdiği kadın için ailesini karşısına alanı gördük de koca bir yöreyi alanı gördünüz mü? Biz gördük : Deli Tahir! Tüö şehir, ailesi, Asiye ve Yangazlar hariç herkes Nefes’i bırak derken, o daha da sıkı Nefes’ine. Onu her şeyiyle kabul ederken, herkesin eksik gördüğü özelliklerine aşık oldu ve onu uçan kuştan korumaya yemin etti. Tahir öyle bir sevdi ki, Nefes’i hayatı boyunca birliktirdiği her acısını, her yarasını tedavi etti. Aşkıyla ama daha da önemlisi merhametiyle yaptı bunu. Tahir deliydi ama sevdiği kadının ayağına diken batmasın diye şehirdeki tüm dikenleri yok edecek kadar sevdi. Onun deliliği kötüye oldu, iyiye herkesten daha nahif, Nefes ve kendi oğlu kabul ettiği Yiğit’e karşı hep pamuktan daha yumuşaktı. Tahir’in sevgisini anlatmaya kelimeler yetmez ama şunu diyebiliriz :O Deli Tahir’ce sevdi, o yüzden çok özeldi. Aradan yıllar geçti ama ne Tahir’i ne de merhametli aşkını hiç unutmadık. Tahir gibi sevin, sevilin… Gerisi hallolur.

Ali Asaf Denizoğlu (Kalp Atışı / Gökhan Alkan)

Ali Asaf Denizoğlu; Yayınlandığı dönemde “Ali Asaf gibi sevmek…” tabiriyle bütünleşip herkesin kalbinde yer edinmiş bir karakter. Hatta o yıl doğan bir çok çocuğun isim babalığını yapacak kadar gönüllerde taht kuran bir karakter. Bizim için belki de televizyon tarihinin en güzel seven adamlarından biriydi. Yıllarca hiç görmeden, duymadan, bilmeden sevdiği kadına beslediği aşka sadık kalmış bir adam Ali Asaf. Ali Asaf diyince aklıma gelen ilk ve en özel şey Eylül’e, sevdiği kadına duyduğu sonsuz saygı ve asla pes etmemesiydi. Eylül’ün geçmişini, yaralarını sarıp sarmalayan sevdiği kadını düştüğü o dipsiz kuyudan elinden bir an olsun bile bırakmadan çekip çıkaran bir adamdı. İlk günden beri inançla, sabırla bekledi Eylül’ü ve bu süreçte bir kez bile Eylül’ün çizdiği sınırların ötesine girmek için onu zorlamadı, üstüne gitmedi. Saygıyla, şefkatle ve sabırla bekledi. Alışıgeldiğimiz televizyonda gördüğümüz bir şeyleri zorla, dayatarak fiziksel veya psikolojik şiddet uygulayarak elde etmeye çalışan erkek karakterlerin aksine anlayışlı, karşındaki kadının duygularına, kararlarına ve isteklerine saygı duyan biriydi. Eylül’ün o sert, kararlı duvarlarını ona beslediği aşk ile yıkıp ikisinin bir “aile” olabilmesini sağladı. Baba olmak konusundaki isteği gözler önündeyken Eylül’ün geçmiş korkuları nedeniyle anne olmak istememesini öğrendiğinde saygıyla yaklaştı bu konuda hiçbir zaman Eylül’ün üzerine gitmedi. Kırıldığı, incindiği zamanlar da Eylül’ün bu kararına duyduğu saygıdan dolayı hep temkinliydi… Ali Asaf sevdiği kadına duyduğu sonsuz inanç ve saygı ile bizim gözlerimizde bütünleşmiş bir karakterdi. “Eğer iki insanın kaderi birlikte yazılmışsa, yolları bir gün mutlaka kesişecektir. İster birbirlerini bulmak için dünyayı dolaşsınlar, ister birbirlerinden kaçmak için saklansınlar, kaderde varsa mutlaka karşılaşırlar…” tabiri Ali Asaf’ın aşkına, sevgisine olan inancı en güzel şekilde özetleyen söz olabilir. Şimdi bizim görmediğimiz bir evrende Eylül ve güzeller güzeli kızları Gülayşe ile çok mutludurlar umarız…

Kartal Çaka ( Üç Kuruş /Uraz Kaygılaroğlu)

Bu listede bu adamın ne işi var diyeceksiniz biliyorum ama Kartal’ı adli sicili dışında bir konu ile ilgili konuşmak istiyorum. Kartal kendini sevmeye hiç layık görmeyen bir adamdı. Beklentisi düşük olsa da çok sevdi Bahar’ı, o kadar çok sevdi ki terk edildiğinde de, ihanete uğradığını düşündüğünde de onu incitmeye kıyamadı, kendisi incindi. Kartal, Bahar’a hayat gibi baktı, hayatı onun ellerindeymiş gibi sevdi. Bahar’ın ona geri dönüşü bayram, ölümü hayatının sona ermesiydi. Kartal iki kişilik yaşamadı, iki kişilik ebeveyn oldu ama içten içe öldü, yok oldu. Bahar’ın gördüğü ilk gün tüm kadınların cenaze namazını kılan bir suçluydu ama severken beyaz atlı prenslerden bile daha asil sevdi. Seni de unutmadık Kartal’, unutamadık….

Sadi Payaslı ( Gelsin Hayat Bildiği Gibi / Ertan Saban)
Bir kız çocuğunun ölümüyle hayatı değişen Sadi, hayatının diyetini ödeyip, ölmek gibi planları olan, düz bir adamdı. Onun hayatı Songül hayatına girdiği anda değişti. Kendisini asla sevmeye, sevilmeye layık görmediği gibi Songül’ün onu sevmesine de ihtimal vermiyordu. Doğru ya, kim geçmişi pislik dolu bir adamı sever değil mi? Öyle değil, hiç değil. Sadi kalbinde merhamet, sevgi ve aşkı çok güzel taşıyan bir adam. Hayatının tamamını boşluk içinde geçirse de Songül ile içindeki sevgi öyle güzel ortaya çıktı ki bambaşka bir adam oldu. Sadi, Songül’ün kalp atışında yaşamaya başladı. Onun zarar gördüğü anda hayatından vazgeçmek için zerre tereddüt etmedi. Sadi kendi içinde yeniden doğarken, bu nefesin sebebi olarak Songül’ü görüyor. Songül’e sanki fazla dokunsa kırılacak bir şey gibi davrandı. Onu kalbinin en güzel yerinde taşırken, Songül’ü merhametli aşkıyla sarmaladı, ona kimsesizliğini unuttururken kendi de yeniden hayata döndü. Sadi’nin aşkını yeniden doğuş olarak söylesem hiç yanlış olmaz aksine tam olarak onun biyografisi olur. Senin gibisi zor gelir Payaslı!

Kağan Bozok (Savaşçı / Berk Oktay)

Kılıç Timi’nin kafası kırık yüzbaşısını hatırladınız mı? Onu kim unutabilir ki? Kimsenin başını eğemediği, pes ettiremediği Bozok Yüzbaşı bir gülüşü güzele yenildi. Kağan iki yaşam arasındaki hayatında sımsıkı sarıldı Aslı’ya. Onun elini bir kez daha tutmak için ölüme kafa tuttu ama yine de pes etmedi. Aslı’ nın kimsesizliğini öyle güzel unutturdu ki Aslı sevdiği adamın nefesi için son nefesini verdikten sonra o diz çökmeyen adamı yerle yeksan etti. Kağan, Aslı’nın ardından yarım yamalak bir hayat yaşadı. Kimseyle yapamadı. Sevdiği kadının ölümünün ardından mezarına gidince tek dediği “Ben sensiz yapamıyorum Aslı!” oldu. Zorlu görevlerden birinde şehit olduğundaysa onun için söylenen ilk şey “Aslı’ sına kavuştu, şimdi huzur bulmuştur” oldu…

Abidin (Yalı Çapkını/ Ersin Arıcı)

Size çok asil seven bir adam getirdik, Abidin. Bildiğimiz gibi biz Abidin’ i Ferit Korhan’ın yanındaki adam olarak tanıdık ama böyle sevmedik. Abidin o dizide en güzel seven adam olarak çıktı karşımıza. Suna’yı imkansız olduğunu, herkesin karşısında olacağını bilmesine rağmen sevdi. Öyle bir sevgi ki, kimse incitmesin diye kalbinde saklıyor. Bu imkansız aşkı karşılıksız da değil ama ağalık düzeninde yaşayan, birilerinin iki dudağı arasında hayatlar yaşadıkları için bu aşk vuslata erir mi bilemeyiz ancak Abidin gibi dokunmadan, gözlerinde kaybolarak, kalbinde sevdasını sessizce taşıyan eski zaman aşıklarından olan biri ve hayatı eziyetle geçen bir kadın mutlu olmayı hak etmiştir diyoruz. Umarım bu aşk mutlu sonla biter…

Akgün Gökalp Taşkın ( Son Yaz/Alperen Duymaz)
Kaybolmuş bir çocuktu Akgün, kimsesi yoktu, bir gün ona uzanan bir el sayesinde hayatı değişti. Ancak Yağmur, işte o başka. Akgün, Yağmur’u öyle bir sevdi ki yeri geldiğinde kendini yok etmeyi bile göze aldı. Akgün, Yağmur’a bu dünyadaki en nadide çiçek gibi davranmadı, dünyadaki yaşaması gereken tek varlık gibi davrandı. Günün sonunda çok acı çekecek olsa da Yağmur iyi olsun diye ondan vazgeçerek kendi kalbini söktü. Onu uzaktan da yakından da severken aşkını, kalbini ona adadı. Akgün için hayat Yağmur’dan, papatya kokusundan ibaretti. Ona kavuşunca da yarıda bıraktığı hayata geri döndü… Akgün /Yağmur Taşkın neler yapıyordur acaba şimdi?

Alex Makedovski (Elveda Rumeli /Ertan Saban)

Savaş yılları, ayrışan bir toplum, birbirine düşman gruplar ve tüm bunların ortasında kalmış bir aşktı bu. Alex her şeye rağmen tuttu Zarife’nin ellerini. Herkes karşıydı bu aşka, en dipten en tepeye herkes düşmandı. Alex uğruna hayatını vermeye hazırdı ve bu lafın gelişi olmadı. Kadı emriyle ayaklarının altı parçalanana kadar dayak yedi, o ayaklarla sürgüne yolladılar. Onları yuvalarından, cennetlerinden kovdular. Peki Alex ne yaptı? Adına cennet dediği bir kulübe yaptı, Zarife’sini oraya götürdü. Alex kendinden vazgeçecek kadar sevmedi, Alex Zarife için her şeyden vazgeçti, tüm engellere rağmen sevdiği kadın için savaştı ve kazandı. Onlar her darbede yeniden kalktılar. Alex’in tüm hayatı Zarife’den ibaretti, onunla başladı, onunla noktalandı. Ertan Saban’ın bizlerin kalbinde taht kurmasının ilk adımı olan, bu yürekten seven adamı ben hiç unutmadım, sizler de hatırlayın istedik…

İşte böyle… Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Böyle Mi Olacaktı? (Kızılcık Şerbeti, 16.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

İslam’da anne babaya “Of bile” demeyin der. Evet, anne baba hakkı bu kadar büyüktür evladı üzerinde. Peki ya evladın hakkı, onun hakkı yok mu ebeveyn üstünde? Bir ebeveyn çocuk yapmayı kendi seçer, ama o çocuk doğmayı da, yaşamayı da kendi seçmez. Bu yüzden ben anne baba hakkı kadar evladın da onlar üstünde hak talep edebileceğine inanıyorum. O evlat istediği gibi kullanabileceği bir mal yahut oyuncak değildir, hür iradesi olan bir bireydir benim de, gerçekten İslam’a gönül vermiş herkesin nazarımda da bu böyledir. Mustafa, Nursema, Fatih, Doğa, Çimen, Metehan… Hepsi duyguları olan, kendi yaşamları olan bireyler ama farkında mısınız hepsi ailelerinin baskıları, mutsuzlukları yahut var gibi görünen yoklukları nedeniyle eksik büyüyen yetişkinler.

Biz bu bölüm Nursema’ya yapılanlarla deyim yerindeyse cahiliye döneminden beterini yaşadık. Cahiliye döneminde insanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömer hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederdi. Peki Nursema’nın bu yaşadığı aynı şey değil miydi? O, ailesinin elleriyle toprağa diri diri gömülmüş olmadı mı şimdi?
Nursema’yı ilk tanıdığımızda ruhu çekilmiş, renkleri solmuş sadece ona söyleneni yerine getiren biriydi. Annesi onu babasıyla sürekli korkutarak bir şeyler dayatıp yaptırılan biriydi. Zaten Nursema daha çok babacı bir kadındı; hatırlarsınız ilk bölümlerde sürekli “Burası Abdullah Ünal’ın evi, Abdullah Ünal’ın ismi…” deyip duruyordu. Sonra yavaş yavaş fark etmeye başladı ki o evde babası dahi kimse ona önem vermiyor. O evde ne istekleri kaale alınıyor, ne hayalleri önemseniyor, ne de kimse varlığına değer veriyor. Otuz yaşında bir kadın olarak bu güne kadar tek bir sefer karşı çıkmadığı babası sırf birini sevdi diye tokat attı ona var mı ötesi? Bu durum onda dank ettiği an anne babasının yanlış düşünce yapısını gördüğü an bakış açısını değiştirdi. Bir gece evden çıkmaya cesaret edemeyen kadın bavulunu toplayıp kaçmayı göze aldı. Her ne kadar başarısız olmuş olsa da o inandığını peşinden gitmeyi seçti “Ne olursa olsun el ele olunmalı, insan kadın ya da erkek birbirine güvenmeli” gibi erkeği üstün değil eşit tutan bir tavır sergilemeye başladı en basiti. Daha önce annesinin boyunduruğundan çıkmayan kız isyan etmeye başladığı an ise kalemi kırıldı, ölüm fermanı imzalandı o toz konduramadığı anne babası tarafından. Bir yük bir huzursuzluk kaynağı olarak görülüp nitelendirdi. Aslına bakacak olursak Doğa dışında hiç kimse o evde Nursema’yı gerçekte görmüyordu ki zaten.

Bakmakla görmek arasında ince bir fark vardır. O evdeki herkes Nursema’ya bakıyor ama kimse onun neler çektiğini nasıl hissettiğini yahut nelerle boğuştuğunu görmüyor. Abdullah’ı , Pembe’yi geçtim Fatih ve hatta nahif, düşünceli dediğim Mustafa bile “Bu kız istiyor mu, bu ne acele?” diye sormadı. Kurbanlık koyun gibi attılar imamın önüne. Peki neden? Ben söyleyeyim sırf birini sevdi diye. Halbuki gerçek Müslümanlık, muhafazakârlık böyle bir şey değildir. İslam dininde Ünalların yaptıklarının aksine kız evlatlarına çok değer verilirdi. Peygamber efendimiz kızı Fatma odaya girdiğinde ona olan hürmetinden ayağa kalkar, selamlardı, düşüncelerine önem verir, kafasına takılan konularda fikrini sorardı. Kızların birini sevmesi günah yahut haram değildir İslam’da. Erkek çocuğunda olduğu gibi hatta kızlar iyi ahlaklı eşler bulsun diye karşı taraf kılı kırk yararak araştırıldı. Peki Abdullah ve Pembe ne yaptı?

Pembe sırf Alev uzakta dursun diye kızını bile bile ateşe atarken, Abdullah da kızının çığlığına kulak tıkadı. Bakın bunun dinle, imanla falan alakası yok. Sırf yapabiliyorlar diye birine zulmetmek bu. Umut daha ilk andan itibaren, Nursema’sına dünyanın en değerli varlığı gibi davranırken, onun ruhunu okurken, dokunurken onu var eden ailesinin o ruhu öldürmesi nasıl bir zalimlik? Nursema Umut’u seviyor ve Umut onun için ideal bir eş adayı. Halbuki ne Abdullah ne de Pembe onu bir kerecik olsun tanımaya yeltenmedi. Onu kendilerine layık görmedikleri için birlikte olmalarını istemediler bu Müslümanlık yaşantısına göre değil bencilce bir insan davranışıdır sadece. Nursema şimdilik kaderine razı gelip sustu ve başkasıyla evlendirildi. Bu saatten sonra tamamen içine çekilip ona dayatılan hayata sesini çıkarmadan razı mı olur yoksa bu onun baş kaldırışının bir başlangıcı mı olur bilmiyorum ama bence bu yolda asla yalnız olmayacak. Çünkü Doğa evdeki tek kişi bile olsa ona yardım etmekten geri kalmayacağını çok açık bir şekilde gösterdi.

Doğa ve Nursema’yı izlerken ikisi içinde aynı şeyi düşündüm; ikisi de aşık olduğu için odalara hapsedilen, zorla bir şeyler dayatılan kadınlar. Doğa ona sımsıkı sarılırken Nursema’yla arasındaki tüm buzları da eritmiş oldu ve ben inanıyorum ki bu yolda her daim onun yanında olacak. Zaten o evde Doğa şu anda Nursema için can simidi, başkası değil. Nursema ise hayatının dersini alıyor aslında, en başından beri asla sıcak ilişkileri olmayan iki insanın bir anda birbirine tutunması bana “kadın, kadının yurdudur” sözünü anımsattı. Nursema için hala umut var ve o umudun adı da Doğa…

Doğa Nursema’yı anlayıp onunla empati kursa da aynı şeyi annesi için yapması biraz zamanını alacak gibi görünüyor. Çünkü o şu anda kendi dahi bilmediği bir kızgınlığa sahip annesine karşı. Aslında Doğa’nın bu kadar öfkeli olmasının sebebi annesinin kendisine söylediği şeyleri tamamen görmeden gelip, o kötü dediği aileden biriyle ilişki yaşaması bence. Yalnız ayrıntı şurada, Kıvılcım asla taviz vermiyor, Doğa ise yine hata üstüne hata yapıyor. Halbuki Doğa’nın da Ünal ailesinin de unuttuğu bir şey var; ne Ömer bir Fatih ne de Kıvılcım Doğa kadar toy ve tecrübesiz. Üstelik Doğa’nın Ünal ailesiyle yaşadığı sorunların sebebi Kıvılcım değil ama bu bölüm tıpkı Fatih gibi Doğa da sanki tüm bu yaşananlar onun suçuymuş gibi davrandı.

Doğa’nın unuttuğu şey o evi terk etmesinin sebebi annesinin nasihatleri, baskısı yahut annesinin Fatih’i istememesi değil, Fatih’in ona insan gibi davranmamasıydı. Halbuki Doğa söyledikleriyle sanki annesi o evi terk etmesini istemiş gibi davrandı. Yine de Doğa’yı da anlıyorum; ne düşüneceğini ne yapacağını bilmez bir halde hormonları tavan yapmış durumda. Bir yandan ne düşüneceğini az çok tahmin ettiği Fatih ve ailesi diğer yanda kendi durumunun belirsizliği onu çok yıpratıyor. Zaten birazcık durup düşündüğünde yumuşayıp annesine destek olacağını düşünüyorum zira Fatih annesi hakkında konuştuğunda yahut Nilay ve Pembe laf sokmak istediğinde ağızlarının payını bir güzel vermiş ne olursa olsun annesi hakkında konuşturmamıştı onları. Doğa her ne olursa olsun, hangi duyguda olursa olsun ailesine yürekten bağlı ancak duygusal durumu onu sürekli hataya zorluyor.

Benim asıl merak ettiğim şeyse şu : Bence burada asıl soru Doğa Ünalların ona suçlayıcı gözle bakacaklarını , laf sokup üzeceklerini bildiği halde neden o eve geri döndü. Aslında benim bu konuda iki düşüncem var. Birincisi Doğa Fatih’le boşanmak istemiyor aksine Fatih’i o evden çekip çıkarmak ve yeni bir hayat yaşamak istiyor. Fakat bu durum Fatih’ten çok daha fazla uzaklaşmasına ve Pembe’nin onu doldurmasına çok güzel zemin hazırlayacağı için geri döndü.İkincisi bence o evde annesinin arkasında neler döneceğini çok iyi biliyordu bu yüzden orda oldu. Şimdi ona kızgın olsa da nasıl Kıvılcım her olayda onun arkasında duruyorsa o da zamanı gelince yine sımsıkı sarılacaktır annesine.

Belki bana kızacaksınız ama Doğa iyi ki gitti o eve çünkü Nursema tek başına o evde o psikolojiyle yaşayamaz. Bir desteğe ihtiyacı var. Fatih dahi onu susturmaya çalışırken o “Bir de Nursema’nın fikrini sorsaydık, bu onun hayatı” diyen yine tek kişiydi. Şimdi biliyorum burada Fatih’e üç beş bir şey söylemem gerekiyor ama artık ona söylenecek yerlerim yoruldu maalesef. Onun bencilliğine, düşüncesiz tavırlarına, Ömer tarafından yüzüne çarptırılan gerçeklere verdiği tepkilere artık midem bulanıyor. Kendisine gelince amcasının yakasına yapışmayı bilen büyük Fatih’imiz kardeşi için kılını bile kıpırdamadı.

Fatih kişisi  için artık ne desem boş. Ama bakalım yarın öbür gün çok sevgili babası karısının teyzesinin peşinde fellik fellik koşarken gördüğünde aynı baba yiğitliği ona da gösterecek mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü onun derdi kendi yapamadığını yine ve yeniden Ömer’in yapmış olması. Ömer onun aksine tüm ailesini karşısına alarak sevdiği kadının elinden tutup o evden çıkardı ama Fatih’te bunu yapacak ne cesaret ne de sevgi var maalesef.

Ömer yanlışıyla doğrusuyla aşkını yaşamaya çalışan biri. Bu yüzden onu gerçekten takdir ediyorum ve Kıvılcım’la çok çok mutlu bir hayat sürsünler istiyorum. Bence Kıvılcım da Ömer de mutlu olmayı sonuna kadar hak eden kişiler. Kıvılcım hayatını çocuklarına iyi bir yaşam verebilmek için robot gibi çalışıp, duygularını dahi ne onlara ne de çevresine yansıtmış biri. Üstelik hala bile bir çocuk için aşkını tek kelimeyle silip atabilecek durumda. Düşünüyorum da bu gerçekten çok büyük bir irade gerektirir. O Metehan için Ömer’in Leman ile bir araya gelmesi gerektiğini Ömer’e söyleyebilecek kadar koca yürekli bir kadın benim gözümde. Ömer’se ne gençliğini bilmiş ne hayatını yaşayabilmiş biri. Yeğenine baba olmak için elinden geleni yapmış, ölen kardeşinin emanetleri için hayatını heba etmiş biri. Şimdi gerçekten ellerinden sımsıkı tutup bırakmak istemediği birine aşık ve bunun için herkesi karşısına almaya hazır. Bu yolculuk ikisi için de hiç kolay olmayacak; engellerle karşılaşacak, kültür çatışması yaşayacaklar ve belki de çocuklarıyla sınanacaklar. Fakat onlar dik durup el ele oldukça her şeyin üstesinden geleceklerdir.

Yazımı bitirmeden şunu da söyleyeyim içimde kalmasın. Ben bir kadın, bir evlat ve bir kardeş olarak Nursema’nın yaşadıklarına sadece büyük bir üzüntüyle göz yaşı dökebildim. O annesi babası ve kardeşleri tarafından ne kadar mutsuz ve acı çektiğini gördükleri halde bir çöp gibi fırlatıldı kenara ve bu Müslümanlık adı altında yapıldı. Haftalardır bir domuz resmi için çıkardığı yaygarayı Nursema için çıkarmayan Fatih’in davranışları da, her olayda dini ve hoşgörülü olunması gerektiğini öne sürüp afili konuşmalar yapan Abdullah beyin samimiyetsizliği de, Pembe’nin sürekli “Ben öleyim” diye yaptığı psikolojik baskıyı da, Doğa’nın sürekli her şeyi yutup bir özür bile almadan Fatih’i affetmesini de midem kaldırmıyor artık. Kızına, gelinine gelince ahlak abidesi kesilen ama gelininin teyzesi için süslenen bunu kendine hak gören Abdullah’ın babacan tavırları, oğullarına tanrı gibi davranıp kızına fazlalık gibi davranan Pembe’nin anneyim ben deyişi benim gözümde iğrençlikten başka bir şey değil. Diziyi daha ne kadar izler ve yorumlarım bilmiyorum ama böyle devam edemeyeceği aşikar. Dinim ve kadınlarımız bu kadar aşağılanırken bir izleyici bir yorumcu olarak buna tahammül etmem mümkün değil, çok üzgünüm.

Bir İleri İki Geri (Kızılcık Şerbeti, 14.bölüm)

YAZAR :Simay DEMİR 

Bir arkadaş grubundan bir sohbette bir arkadaşım “Ben toplumsal eşitliğe inanıyor olsam da, toplum biz erkeklere dahi sonsuz haklar vermiş gibi gösterip prangalıyor aslında” dedi. Bu dediğinin üstünde çok düşündüm. Ataerkil bir toplumda yaşayıp bu toplumun kurallarından rahatsızdı. Çünkü erkek gibi davranmalı, sorumluluk almalı, para kazanmalı, ve erkeklere yakışır bir işte çalışmalıydı. Aksi takdirde çevresi tarafından yaftalayıp ciddiye dahi alınmayacaktı. Karısına insancıl davranıp değer verdiğinde yahut onunla birlikte ev işlerine yardımcı olduğunda kılıbık, hanımıyla birlikte bir karar verip ona danıştığında hanım köylü oluyorlardı. Fatih de, Mustafa da tamda bu düşünceyle yetiştirilmiş, Ömer dahi gençliğini toplum kuralları yüzünden yengesiyle işkence gibi bir evlilikle yok etmişti.

Fatih bu hafta çok değerli ailesi tarafından defalarca ezildi ve o hala bunun sorumlusu olarak Kıvılcım’ı görüyor. Aslında ekran karşısında onu izlerken “Bu sana müstahak” demeden duramasam da onun da bildiği tek şey babasının lafından çıkmamak. Ne yazık ki Mustafa gibi Nursema gibi o da büyüklerinin lafından çıktığı, işlerine gelmeyen bir şeyi yaptığı anda hakarete uğrayıp kocaman insan demeden azar işitiyor. Buna ilk masada annesinin “Oğlum sen bu kızın elinde oyuncak mı olacaksın?” dendiğinde şahit oldum. Halbuki Doğa sıradan biri değil karısıydı. Sonra babasının “Ağırlığını koy” demesi aslında ona nasıl bir rol çizildiğini de gösteriyordu. O erkekti karısını alttan alamaz, gönlünü almak için çaba sarf edemez, onun suyuna gidemezdi. (Tıpkı Abdullah’ın şu an Pembe’ye yaptığı gibi.) Zaten kadın dediğin neydi, kimdi ki koskoca Ünal ailesinin biricik oğlu ayağına gidip af dilesin? Zor kullanacak, gerekirse kolundan tutup sürükleyecekti. Erkek olmak bu demek değil miydi? (Gerçi yapmadığı şey de değil hani, neyse yazar hanım bunu düşünüp sinirlenmeyecek yine). Abdullah da Pembe de bir tek bu türlüsünü bilip çocuklarını da öyle yetiştirmişti. Onların göremediği, görmek istemediği şeyse hayatta, toplumda değişiyor. Mutlu olmanın, artık başka ihtiyaçların karşılanmasına bağlı ve Pembe de Abdullah da bunu zor yoldan öğrenecekler diye düşünüyorum. Çünkü toplum onlar istese de istemese de değişmeye başladı. Kıvılcım gibi Doğa gibi kendi ayakları üstünde duran kadınlar yetiştiği sürece de değişmeye devam edecek.

Doğa Eril toplumun sonuçlarını canlı kanlı yaşayan biri. Kurallarına uymadığı için azar işitti, psikolojik şiddete uğradı, sınırlandırıldı ve baskı uygulanarak sindirilmeye çalışıldı. Üstelik bunların hepsini aşık olduğu adamın gözlerinin önünde yaşandı. Fakat Doğa Nilay gibi, Nursema gibi sindirebilecekleri biri değil. İşte tam da burada başlıyor bana kalırsa onun mücadelesi. Doğa ilk başta boşanma konusunda çok kararlı olsa da Fatih’in yaptığı jestler aklını karıştırtılmaya başladı bile. Üstelik Fatih davranışları için hala ciddi bir özür dilememişken yine ve yeniden olanlar için annesini suçluyor. Bu da demek oluyor ki Fatih hala aynı yerde ama Doğa bunu görüyor mu artık ondan emin değilim.

Doğa Fatih’e karşı yumuşamaya başladı halbuki unuttuğu şey onun derdi Fatih’in ona olan aşkıyla değil; her olayda ailesinin tarafında olması, fikirlerine saygı duymaması, ailesine hakaret etmesi ve en önemlisi ona artık onu herkesten koruyacağına dair güven vermemesi. Evet aşk ve özlem Doğa’nın bunları görmesine bazen mani oluyor ama Doğa bir daha hiçbir şey olmamış gibi o eve dönerse tüm o savunduklarını yok saymış ve Ünal ailesinin kurallarını kabul etmiş olacak. Halbuki bu bir savaş değil bir evlilik; eşitlik durumu. Fakat Doğa bu evlilikte tek başına savaşamaz, Fatih bir yerden sonra elini taşın altına koymak zorunda. Nursema çok güzel bir şey söyledi aslında. “Onlar ne yaşarsa yaşasın el eleler, birbirlerini seviyorlar.” Fatih henüz dediği şeyi anlayacak durumda değil ama umuyorum ki çok geç olmadan Doğa’nın da diğerlerinin de o evde neler yaşadığının farkına varır ve evliliğini kurtarmak için gerçek bir adım atar. Yoksa onun da sonu boşanmış ve belki de annesinin uygun gördüğü bir kadınla evlenmiş olarak Ömer gibi zindan bir hayat yaşamak olur benden söylemesi.

Ömer’in böyle bir hikayesi olabileceğini tahmin etsem de onun ağzından duymak içimi parçaladı doğrusu. Hem onun için hem de Leman için korkunç bir durum bu. Ömer’in bunca zaman Metehan için bu evliliğe katlanmış olması, Leman’ın psikolojik olarak çökmüş olması ikisi için de hiç kolay olmamış belli ki. Ömer Kıvılcım’a aşık olduktan sonra yeni bir hayat isteği onda artık önüne geçemediği bir hal almaya başlasa da ben boşansa bile toplumun dayatmalarının onlara engel olmaktan geri kalacağını hiç zannetmiyorum. Zira toplumsal olarak Kıvılcım’ın ilişki yaşaması dahi ayıplanacak bir şeyken damadının amcasıyla birlikte olması kabul edilemeyecek kadar anormal karşılanacaktır çok değerli Ünal ailesinde.

Halbuki aşk altında kötülük aranacak bir duygu değildir. Kimse aşık olacağı insanı seçemez. Ömer de belki bu duruma geleceğini hiç düşünmedi ama sırtındaki yük artık onu eziyor. Kıvılcım’a duyduğu sevgi onu ailesi ve geleceği arasında bırakıyor gibi dursa da bence Ömer, Fatih gibi değil, gayet net. Kıvılcım için mücadele edecek ve bu savaşı kaybetmeye de pek niyeti yok aksi halde Kıvılcım da Doğa değil. Ne kadar duyguları olsa da, Ömer boşanmadığı sürece ona kapılarını açmayacak gibi hissediyorum.

Kıvılcım zaten çevresindekilerin söylediklerine aşırı önem veren biri. Zaten bu yüzden “Sen boşanmadan bizim bir daha görüşmemiz mümkün değil” dedi. Çünkü Ömer her ne olursa olsun kağıt üstünde evli bir adam ve Kıvılcım metres yaftası yemeye katlanamaz. Kıvılcım toplumsal kuralları pek umursamasa da olur da Ömer’le ilişkisi ortaya çıkarsa ve insanlar onun hakkında konuşursa, düğünde olduğu gibi psikolojik olarak bunun altından kalkamayabilir. Her ne kadar medeni bir kadın olarak bazı tabuları kabul etmese de insanların sözlerini, toplumun bakış açısını kabul ediyor. Özellikle de karşı tarafın bakış açısını çok iyi bildiği için aşk acısı çekse de Ömer boşanmadığı sürece ona o kapıyı açmayacak. Kıvılcım baskılara boyun eğmez ama her şeyin bir sınırı var. Söylediği, konusu Ünal Ailesi olunca özellikle, bazı şeylere dikkat etmesi lazım. Ünal Ailesi’nde her baskıya karşı yardım eden biri olsa da biri çok yalnız. Doğa Fatih, Kıvılcım ve hatta Nursema bir yana bu ailede en büyük psikolojik baskıyı Mustafa görüyor. O ne annesinden sevgi, ne babasından saygı görüyor, ne istediği mesleği yapabiliyor ne de kendi başına karar alabiliyor.

Mustafa sırf Abdullah’ın oğlu olduğu için istediği mesleği dahi yapamazken, yeteneği ve isteği olmayan bir işte çalışmaya zorlanıp bir de beceremiyor, yapamıyor diye hor görülen bir çocuk. İstediği mesleği yapmak istediğindeyse babası tarafından ciddiye alınmayıp dalga geçilmişken, annesi onu dinlememiş bile. Çünkü neden; çünkü o çok kıymetli Abdullah beyin oğlu, o aşçılık yapamaz, aşçılık ancak Nursema’nın o da evinde kocasına yapabileceği bir şey. İşte Ünal ailesinin bu konudaki düşünceleri tam olarak bu maalesef. Bence bu eril toplumun en büyük özelliklerinden biri. Kadına da erkeğe de belirli misyonlar yüklemişler ve bunların dışına çıkılması durumunda iki tarafta ya zorbalığa yahut dışlanmışlığa uğrar ve bir şekilde toplumdan izole edilir. Ya toplum kurallarına göre yaşar yahut dışlanmaya mahkum edilir. Mustafa maalesef ki boyun eğip hayallerini içine gömen tarafta olmuş. Umuyorum ki aynı şey Nursema’ya da olmaz ve hem hayallerini hem aşkını doyasıya yaşar.

Nursema bugüne kadar sindirilerek, itaat ederek bu yaşa gelmiş bir kadın. Okumuş ama çalışmasına izin verilmemiş, hat çiziyor ama sergiye dahi vermesine izin yok, annesi açık açık benim isteklerimin dışına çıkarsan seni odalara hapsederim diyor. Üstelik bunların hepsi Nursema da onun gibi kocasına bağımlı, onun dediğinin dışına çıkamayan, ne ekonomik özgürlüğü olan ne de varlığının bir değeri olan birine dönüşsün diye yapıyor. Ne yazık ki toplumumuz Pembe gibi oğluna ağam, paşam çekip bir dediğini iki etmeyen, kızına gelince erkeklere hizmetçi gibi büyüten, ezen ve ezilmenin doğal bir şey olduğunu empoze eden kadınlarımızın yüzünden bu halde.Erkekleri de kadınları da biz kadınlar yetiştiriyoruz. Umuyorum ki kızlarımızın eğitim haklarını elinden alıp onları evlere mahkum edileceğine hepsi bir gün kendi ayakları üzerinde duran güçlü kadınlar olur. Çünkü bu döngü ancak bu şekilde kırılabilir.

Bu kırılma için en büyük adayım Ömer, benim. Diğerleri henüz o aşamada değil, özellikle de Abdullah ve Fatih. Ömer içinde bulundukları zoraki durumun farkında, sürekli baskı yemekten, ona dayatılan hayatı yaşamaktan da yorulmuş. Kendi hayatını değiştirme hususunda attığı adımsa ortalığı fena karıştıracak ama ben Ömer’e inanıyorum. O, bu savaşı kazanıp, tabulara, bağnaz düzen takıntısına boyun eğmeyecek diye düşünüyorum.

Abdullah, Fatih ve Mustafa içinse hala pek bir umut yok. Müspet adım hususunda bir tek Ömer var ama diğerleri hala aynı yerde duruyor. Mustafa zaten bu hayatı bırakmış bir adam ama asıl tehlike Fatih. Zira ailesine asla ama asla kafasını dik tutmuyor. Doğa’yı güya seviyor ama onu hala o eve geri götürme derdinde. Doğa’nın hala o eve dönmesi lazım diye düşünüyor. Halbuki Doğa Fatih ile evlendi, ailesiyle değil. Çocuklarını o eve götürmek istememesine rağmen Fatih hala naz yapıyor gibi davranıyor. Hatta bu davranışını da babasından aldığı talimat ile yaptı. Sizi bilmem ama Ömer hariç benim bu adamların değişeceğine dair umudum kalmadı. O zaman artık bir avukat şart, sizce?

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

Bir Adım Sen, Bir Adım Ben, Son Adım Aşk! (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 27.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Aşk insanın eksik yanlarını, yarım kalanı tamamlama halidir. Aşk insanın ruhuna girdiği an önce o eksik yanı tedavi etmeye başlar. Ben aşkın iyileştirici gücüne inananlardanım. Sadi ve Songül kendi eksik yanlarını birbirleriyle tamamlayarak bir bütün oldular ancak durum bir kişi için başka bir boyuta evrilmeye başladı. O kişi de Sadi’ye başkası değil zira Sadi kendi yuvasını, evini tamamladıkça karşısına şöyle bir korku da çıktı : Ya elimdekileri kaybedersem?

Geçtiğimiz hafta Sadi’nin “Yeminimi tutacağım!” sözleriyle Celal’i ipe çektiği sahnede kalmıştık ve ben bunun sonuçları olacak demiştim. Bu hafta Sadi okula geldiğinde, Melek ona Celal’in ölüm haberini verirken ne gözünde ne de yüzünde gram mimik oynamadı. Melek’e olması gereken oldu derken de ne sesi titredi, ne de herhangi bir pişmanlık emaresi vardı. Kızını koruyan bir baba edası vardı. Yaptığı şeyden gurur duydu mu bilmemem ama bence gayet de memnun diye düşünüyorum. Celal bir çocuk tacizcisi olarak hak ettiğini buldu ve bu olay Sadi tarafından adım adım planlanmış. Mesela olaya intihar süsü verdi ki Ay nur’un başı belaya girmesin, Celal’i öldürdü Melek bir daha asla onunla yüzleşmesin, kendince adaleti sağladı ki Celal başka Melek’lere zarar vermesin ama bu olması gereken miydi? Yani Sadi sevdiği bir başkası zarar göreceği ihtimalinde hep aynı tepkiyi mi verecek yoksa bu sadece bu duruma özel bir durum mu? Açıkçası ben Sadi’nin koruma iç güdüsünün basit bir şey olduğunu sanmıyorum. Oldukça derin bir hissiyatı var ve bence bu sadece Melek’le sınırlı da kalmayacak diye düşünüyorum, çevresinde değer verdiği herkesi korumak isteyen adam bir sonraki tehlike mesela karısına yöneldiğinde daha önce Osman Baba’da olduğu gibi yine aynı şeyi yapacaktır. Yalnız iki olay arasındaki bariz farkı da görmezden gelemem. Osman meselesinde Sadi değil Yaver meseleyi halletmişti, daha sonra Kıvanç’ta da aynısı oldu ancak Celal’ i bizzat kendisi halletmek istedi. Onu kimseye bırakmayıp, yeminim var noktasına kadar geldi, bence bunu biraz irdelemek lazım diye düşünüyorum.

Sadi Payaslı aslında eski kafa model bir adam. Yani her ne kadar günümüzde tanısak da kafası biraz alaturka çalışıyor bence. Celal meselesinde kendisi halletmek istemesine iki türlü bakıyorum ben : Ya bir travması var ya da eskilerin o mahalle kabadayıları gibi kendince suç, suçlu ayrımı yapan bir anlayışı var. Travma varsa, ya da geçmişte bir kişiyi koruyamadığı için kaybetmişse anlarım ama eğer böyle biri yoksa da anlarım. Ben bir hukukçu olarak asla mazur görmesem de bizim ülkede taciz, özellikle çocuğa yönelen tacizde halkın bşr bakış açısı var ve genelde bu suçluları ölüme mahkum etmeyi hak, yerinde bir durum olarak görülür. Bence cezayı devlet, hukuk vermeli ve bu anlayış insanlara empoze edilmeli ancak hala o seviyede değiliz. Sadi ne yemin etti bilmiyorum ama morgtaki sahnede ettiği yeminde ihtiyacı olanlara yardım edeceğini söyleyen bir adamdı ancak bunu yasal olarak yapacağını söylemedi. Sadi’nin bu bakış açısının da değişeceğini pek sanmıyorum. Elinden geldiğince sevdiklerini, masumları korumak isteyecek ve bunu yaparken de yasaları, kendisini önemsemeyecek diye düşünmeye başladım.

Sadi için iki türlü konuşmak mümkün. İlki Celal’i öldürdüğü sahnedeki saf öfkeyle dolu, gözünde gram acıma olmayan bir adam. Öyle ki bir masumun zarar gördüğü yerde, içindeki o öfkeli, net ve yaptığından, aldığı candan gram pişmanlık duymayan 7 Emin’i görürken, diğer yanda evinde pijamalarını giyip, ayıcıklı terlikleriyle karısıyla oda yarışı yapan Sadi’yi gördüm. Baktığında önce “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?” diyorsun ancak içine girdikçe durum anlaşılır oldu. Sadi evine girdiği anda o mutlu alanında ne geçmişi, ne bir kaç saat önce yaptıkları ne de başka bir şeyi umursamıyor. Aksine, orada hem çocuklaşıp, hem de tamamen bir coğrafya öğretmeni gibi hayal ettiği dünyayı yaşıyor,Sadi. Orada Songül ile güne uyanmak, didişmek, kahvaltı yapıp, gülerek evden çıkmak ve okula gitmek onun uğruna geçmişini feda ettiği, karısıyla hep olmak istediği kovuk gibi bence, hani orası onun güvenli, korunaklı alanı diye düşünüyorum.

Sadi için bu hafta en bariz söylenecek şey içinde aynı Songül gibi bir çocuk olduğuydu. İkisinin evdeki oda kavgalarının bir sebebi belki ikisinin de alfa karakterler olarak dediğini yaptırma meselesi olsa da diğeri de aslında Sadi’nin Songül ile bu oyunları oynamaktan aldığı keyif diye düşünüyorum. Bakın çok net bu savaşı Songül bir dudak büzmesine kaybedeceğini bilerek yapıyor. En sonunda kazanan Songül olacak ancak o aşamaya gelene kadar, o odayı güya kazanmak için her şeyi yaptı ancak en sonunda iş yazı turaya geldiğinde yine Songül kazandı. Bu yazı tura meselesinde ne dikkatimi çekti biliyor musunuz? Daha önce de olmuştu, yine aynısını yaptı Sadi, kazanmışken hep Songül’e kaybettin dedi. Her şeyden anlam çıkarmıyorum ama bu iki defa olunca benim aklıma ne geldi biliyor musunuz? Acaba dedim, Sadi bütün bunları Songül ile didişmekten, yarışmaktan aldığı keyif yüzünden mi yapıyor? Ben daha bu adamın Songül’ün karşısında kazandığını görmedim ki yazı tura meselesinde bence isteyerek kaybediyor. Her defasında tura diyor ve o para hep tura gelir. Paşa hep yukarı dese de en büyük şansı olarak gördüğü, Allah’ındır bir lütfu dediği karısı karşısında zafer kazanası yok diye düşünüyorum. Sadi’nin bu hareketi bile aslında tüm hayatının kontrolünü Songül’e teslim ettiğini göstermiyor mu?

Sadi tam anlamıyla hayatını Songül’e adamış vaziyette ve aslında onun istediği gibi biri olmaya çalışıyor. Mesela bunun en bariz örneğini okulda görüyorum ben. Aysel, neredeyse Sadi’nin üstüne taciz boyutuna gelene kadar gidiyor ancak Sadi ne ona kaba davranıyor ne de sınırı geçmesine izin veriyor. Bu da beni Songül ile ilişkisinin başlarına götürdü. Hatırlar mısınız? Sadi, en başlarda oldukça eril bir dille, tavırla yaklaşıyordu Songül’e ve Songül her defasında onu düzeltmek zorunda kalıyordu. Bu bazen kırarak, bazen şaka yoluyla ama bir şekilde Sadi’yi terbiye etti diye düşünüyorum. Yeliz Hoca da zaten bu adama hayran değil mi? Aslında öncesini, doğal halini bilmiyor Sadi’nin, Songül’ün dönüştürdüğü adamı biliyor. Sadi eski haliyle değil ama bu haliyle de ne çok insanın hayatına dokundu, bir yanda Melek, Mert ve gelincikler diğer yanda Gizem derken çocuklarına hep yol gösterici oldu ancak sanırım yakın zamanda Araz’a da bir ayar çekmek zorunda kalacak zira kendisi için çember daralmakla kalmadı, tamamen iç içe geçti.

Bir süredir Araz’a değinmedim zira kendisi oldukça saçma bir hayat tercihi yaparak geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmeye başladı. Bir yanda Gizem’e olan takıntısı diğer yanda bir türlü aklından çıkaramadığı Aylin yüzünden iyice karmakarışık bir hayat yaşıyor. Ben açıkçası Araz’a baktığımda kafası karışık değil iki arada kalmış bir çocuk görüyorum. Gizem, Araz için gelincikler gelmeden önceki hayatını temsil ediyor. Tüm gücün kendisinde olduğu, her şeyi kendi konfor alanından çıkmadan hallettiği hayatını hatırlıyor. Aylin ise aslında bir yerlerde Araz’ın yaşamak istediği hayal diye düşünüyorum. Annesini ararken iyi olmak isteyen bir çocuk vardı, annesinden uzak kaldıkça yeniden o kötü kovuğa sığındı. Zira kendini bir tek orada güvende hissediyor, bu yüzden Gizem onun için bu kadar önemliydi. Gizem için o güven alanından çıkmak zorunda değil ancak Aylin için çıkmak zorunda. Bu yüzden Aylin onun için hem çok heyecan verici hem de tehlikeli ki duygularını sadece kendisine ve Aylin’e diyebiliyor. Ancak onun bu git gelleri ona daha yeni güvenmeye başlayan Aylin için çok yıkıcı olacaktır diye düşünüyorum. Zira Mert bir gölge gibi Araz’ın ensesinde ve Aylin’i kaybetmesine sebep olabilir diye düşünüyorum. Araz o güvenli alandan çıkmadığı sürece de Aylin ile istediği hayatı yaşaması oldukça zor görünüyor. Karabayır Lisesi’nde tıpkı Araz gibi kendi güvenli alanında kalan, oradan çıkmaya korkan biri daha vardı ve o biri Araz’dan da önce çıkmaya başladı o alandan: Melek!

Celal öldükten sonra Melek annesine söz verdiği gibi daha da içine kapandı. Ama aslında onun konuşmak istememe sebebi daha önce de bir çok defa dediğimiz gibiydi. Annesinin inanmadığı bir çocuk, neden başkasına anlatsın ki? Bir insan önce en yakınının kendisine inanmasını bekler, bu güvendir. Ancak Melek ilk darbeyi oradan yedi. Aygün ona hiç inanmadı ancak Melek adalet duygusu da gelişmiş bir kız ve konuşmamak onun için büyük bir sorun. Melek mahkemeye çıktığında açık açık başına gelenleri anlatma yolunda ilk adımı attı. Burada gerçekleri nasıl söyler ne yapar bilmiyorum ama Melek artık uzun bir süre tek başına, bu çok net bir şekilde belli oldu.( Yani kurgusal anlamda diyorum yoksa iki celsede Aygün’ü çeker alırım cezaevinden :D) Bence bu yolda Melek’e doğru yolu gösterecek tek kişi de Songül olur diye düşünüyorum. Baktığında benzer hikayeler olmasa da aynı sonuca çıkıyor. İkisi de gencecik yaşlarında yapayalnız kalmış iki kadın, kim Melek’i Songül ablası gibi anlayabilir ki?

Songül de bir zamanlar Melek’in olduğu yerdeydi ve uzun süre tek başına mücadele etmek zorunda kaldı. Hatta Songül’ün hayatında ne bir gelincik ekibi, ne bir Sadi hoca ne de elini tutan Zülfikar’ı vardı. Büyük ihtimalle sadece halası vardı o da okuldan sonra geride kalanlardan oldu. Bu sebeple Songül’ün burada bir rol sahibi olacağını düşünüyorum, belki Melek için de hayatın güzel bir planı vardır, kim bilir?

Songül bu yaşına gelene kadar pek mutlu olmasa da şimdi hayatının en mutlu günlerini yaşıyor. Çok çile çekti belki ama şimdi hayat ona bambaşka bir yönlü gösterdi. Sevdiği, yanında nefes aldığı bir kocası belki de bir zaman sonra hayatını, kalbini, ruhunu akıtacağı bir bebeği de olacak ve aradığı o huzuru bulacak. Sadi onun tüm eksik yanlarını tamamlıyor ve bunu öyle ince ve derinden yaptı ki Songül’ün ayakları yerden kesilmiş vaziyette. Sadi onun tüm hayallerini, tüm arzularını tek tek yerine getirirken bir yandan da ona asla yalnız olmadığı gerçeğini resmen ruhuna nakış gibi işliyor. Songül artık ahşapta yalnız değil, hatta ahşaba da ihtiyacı kalmadı zira tüm hayatını sarmalayan bir adam var ve o adam tüm hayatını Songül’ün yüzündeki tek gülüşe adadı.

Sadi, Songül’ün tüm hayallerini gerçek yapmak için insan üstü bir çaba harcıyor. En basiti, evde bir kıyafet odası, bir yatak odası yaptırdı. Songül nasıl istediyse öyle oldu ki Songül’ün artık Sadi karşısında nutkunun tutulduğunu görüyorum. Hayatında hiç mutlu olmamış, o mutluluğu tatmamış bir kadın olarak şimdiki mutluluk karşısında artık ayakları yere basmıyor diyebilirim. Sadi, aşık olduğu kadının ruhunda ne eksikse tamamlıyor, nereden yara aldıysa oradan tedavi etmeye başladı. Önce ona karşı Songül bir adım attı, o adıma Songül yanıt verdi ve şimdi ikisi kabul ettikleri bir sevginin içinde, huzurlu bir hayat yaşıyorlar.

Sadi, Songül’ün kalp atışında yaşıyor demiştim ya, bence bu tezim her gün daha da güçleniyor. Sadi, Songül’e ne eksikse onu tamamladığı yetmez gibi ona olan sevgisini, hiç tanışma ihtimali olmadığı Songül’ün anne ve babasıyla yaptı. Songül oraya hep tek başına geliyordu. Ya acısını ya mutluluğunu anlatıyordu ama bunu hep tek yaptı. Hiç Sadi’yi çağırmadı ve bence bunun sebebi her duygusunu orada akıtması diye düşünüyorum. Songül kocasıyla mutlu olsa da kalbini hep orada açtı, hep kendini orada anlattı ailesine. Bu sebeple de hep tek gidiyordu ailesine ve bence Sadi burada Songül’e çok net bir mesaj verdi : Artık ben varım. Ailesine sadece ziyaret yapmasını, her şeyini kendisiyle paylaşmasını istiyor diye düşünüyorum. Diğer yandan da Songül için Sadi’nin yaptığı şey çok özel. Songül ailesi gittikten sonra çok eksik kaldı, hayatını tek başına devam ettirmek zorunda kaldı. Sadi’nin bu jesti hem çok sevdiği adamı onların getirerek içinde kalan son eksik parçasını tamamlamış oldu hem de yeniden aile olma duygusunu, sırtını dayadığı bir insan olduğunu hatırladı. Ve en güzeli tüm bunları Songül istemeden Sadi yapıyor. Onun en derin arzularını görüyor ve gerçekleştirmek için çabalıyor, Songül için bu hayat demek, nefes demek. Ama yine de Sadi için yeterli değil. Sadi, Songül’e dünyaları vermek istiyor ve bunun için de ne gerekirse yapacak diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül Acarerklerin mezarında birbirlerine tamamen teslim olduktan sonra Servet üstlerine kabus gibi çöktü. Ne Sadi ne de Songül onun varlığından haber olmasa da saldırının Songül’ün ailesinin mezarında olması Sadi için bir işaret olacaktır. Tüm hayatını karısına adayan adam ona yönelecek bir tehdit karşısında neler yapar, nelerden vazgeçer tahayyül edemem belki ama şunu diyebilirim : Sadi, Servet’in hayatta olduğuna emin olduğu anda Celal’in yanında ortaya çıkan Sadi yeniden içinden çıkacak, Songül’ün güvenliği için her şeyi göze alacaktır.

Sadi ve Songül yılan ekibiyle olan toplantıda dedikodu yaparken aslında Sadi ve Ahmet akıllarında bambaşka bir yerdeydi. Saldıranların kim olduğu belli olmasa da bence ikisi de Servet’in ölmemiş olduğunu düşünüyordu ki Songül’e bunu söylemediler. Ben Sadi’nin bunu net olarak öğrendiğinde de Songül’ün haberi olmadan halletmek isteyeceğini hatta ekibi de buna ikna edeceğini sanıyorum. Songül şu anda çok mutlu ve bunun en önemli sebebi de Servet’in bir ölü olması. Sadi de bu huzur bozulmasın diye bir şeyler yapacaktır ancak herkesin gözden kaçırdığı nokta şu :Songül’ün huzurunun sebebi Sadi’den başkası değil ve Sadi dahil kimse bu durumun pek farkında değil gibi hissetmeye başladım. Sadi kendisini Songül için feda etmeye hazır ve bunun en önemli sebebi ne biliyor musunuz? Sadi hala kendini çirkin, Songül’ü de güzel olarak gördüğü için bu olayda da Songül ‘ü yine delirtecek şeyler yapabilir diye düşünüyorum.

Sadi evlerinde birlikte uyumaya hazırlanırken Songül’e prenses ve çobanın masalını anlatmaya başladı. Kendisini o hikayede çoban olarak görüyor zira kendisini bu aşka layık görmüyor hala. Yani bence içinde bir yerlere Songül’ün sevgisini hak etmediğini düşünüyor. Birlikte uyumak, uyanmak, Songül uzağa kaydığında onu yanına çekmesi, Sadi’nin şükür sebepleri hep. Songül’ün onu sevmesi mucize ve bunu yaşarken bir yandan da deli gibi kaybetmekten korkuyor. Sadi’ye göre melek kadar güzel bir şey onu seviyor ki o da tüm dünyasını ona adamak istiyor, hatta gerekirse onun için kendini yok edecek seviyede bile riskler alabilir,Sadi. Peki Songül bunu ondan istiyor mu? Asla. Songül kocası, belki ileride bebeğiyle mutlu, huzurlu ve sakin bir hayat yaşamak istiyor. Sadi’nin kendisini feda etmesini değil, yeni hayatında, kendisiyle temiz bir sayfada yaşasın istiyor ancak bence Sadi bunu pek anlamış değil. Bu hikayede bunu anlamayan diğer bir kişi kim biliyor musunuz? Karabayır Hastanesinin dengesiz baş hekimi Kıvanç.

Kıvanç bildiğiniz gibi takıntıları, sanrıları olan bir doktor. Haftalardır Sadi’yi takıntı haline getiren, Derya’nın onun yanına gidip kendisini terk edeceğini düşünen biri. Bunun için hayatını dahi mahvetmeye başladığının farkında değil. Mesela hastalarına gerektiği gibi bakamıyor, her günü, her anı Derya ile yaşıyor. Ancak tamamen kendinden geçmedi zira aslında Kıvanç da Sadi gibi ikinci şansına tutunmaya çalışıyor. Hatta bu uğurda kire, pise bulaşmadan yaşamaya çalışıyor ve bu durum başına büyük bir bela açtı. Hastanede rüşveti kabul etmeyince olan Derya’ya oldu ve Kıvanç tam anlamıyla bir cenderede sıkıştı.

Kıvanç daha önce sevdiklerini kaybettiği için onları takıntı haline getirerek akli dengesini bozmaya başladı gibi geliyor bana. Zira Sadi’nin karşısına çıkıp, sanki Derya onunlaymış gibi konuşması şüphelerinin zihnine olan etkisine işaret bence. Sadi’nin tavrı, Derya ile ilgili konuşurken buz gibi tavrı sonrası Kıvanç’yan ilacını yeniden alması tesadüf değil. İyi olmadığını biliyor ve mantığına ihtiyacı vardı. Kıvanç bu ruh haliyle ne kadar devam eder bilemem ama en azından hala mantığı yerinde diye düşünüyorum. Aksi halde gelen notun ardından soluğu Sadi ve Songül’ün evinde almazdı.

Derya bir takım insanların eline düştü ve Kıvanç mecburen Sadi ile Songül’ün kapısını çaldı. Bundan sonra ne olur bilmiyorum ama Derya’nın hayatı için istenmeyen bir müttefiklik gelecek diye düşünüyorum. Peki ya Songül? Kıvanç ve Sadi arasındaki geçmişi öğrenecek mi?

Sadi, Songül’ü en ufak hücresine kadar bilirken Sadi hala Songül için gizemini koruyor. Yazının başlığına bir adım sen, bir adım ben, son adım aşk dedim ama sonrası her zaman vardır. Aşka ulaşmak bir sınav sonrasında aşkla sınanmak da gerekir. Songül ve Sadi birlikte bir ev, yuva kurdular. Şimdi o yuva ne kadar sağlam göreceğiz ve ben uzun yıllardır izlediğim en sağlam aşk hikayesi olarak görüp, yorumladığım bu ikilinin önlerine çıkacak her engeli de aşarak P hayal ettikleri tren yolculuğuna, mutluluklarına tüm engellere rağmen çıkacaklarına inanıyorum…

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Sevgi Her Şeyi Yenebilir Mi? (Kızılcık Şerbeti, 13.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Aşkın bir yaşı var mı sizce? Ben aşkın bir ömrü olup olmadığını deneyimleyemeyecek kadar tecrübesiz olsam da bana göre gerçek aşka ömür biçilemeyecek kadar özel bir duygu. Evet belki zamanla insan değiştiğinden, ihtiyaçları farklılaştığından duyguları da değişebiliyordur. Fakat bana göre gerçek aşk tüm engelleri geçebilecek kadar güçlü olmalıdır. Doğa ve Fatih’in aşkı ne kadar gerçek bunu zaman gösterecek sanırım.

Doğa ve Fatih rüya gibi bir tanışmayla başladıkları bu aşka, ailelerin dahil olmasıyla kabusa döndü adeta. Çünkü gün geçtikçe Doğa Fatih’in aslında tanıdığı aşık olduğu kişi olmadığı gerçeğiyle yüzleşti. Ne kendi ne de evlatları için hiçbir mücadele vermeyen, elini taşın altına koymayan biri olduğu kanısına vardı ve aslında içine attığı, yuttuğu her olayın birikimiyle duvar kağıdını yırtılmasıyla Doğa’daki bardak da son damlasını alıp taşmış oldu. Şimdi dışarıdan bakıldığında Doğa sanki sadece bir duvar kağıdı yüzünden gitmiş gibi görünse de; o, aslında çok daha derin mevzuların konuşulmayıp halının altına süpürülmesi sonucu bu noktaya geldi. Mesela Fatih ailesiyle olan hiç bir tartışmada Doğa’dan haksız dahi olsa özür dilemedi, ailesi ne yaparsa yapsın Fatih bir kez olsun Doğa’nın arkasında durmadı. Fakat asıl mesele ne biliyor musunuz? Daha önce yapılan her şey sadece Doğa’nın şahsına yapılıyordu, o yüzden Doğa olanları sindirip susabiliyordu ama bu kez farklı, bu kez hem annesinin şahsına hem de çocuklarının özel alanına müdahale edildi. Bu da demek oluyordu ki Doğa çocuklarını asla istediği gibi büyütemeyecek, o ailenin isteğine uygun biçimde yetiştirileceklerdi. Bu Doğa için bir kırılma noktası oldu ve Fatih’i terk etti. Bence Fatih’i terk etmesinin en önemli sebebi Doğa’nın önceliklerinin değişmiş olması. Doğa Fatih’e olan aşkı sayesinde onunla evlenmeyi kabul etti ve ailesinin evine kendi rızasıyla taşındı. Fakat Fatih ailesinden isteyemediği şeyi Doğa’dan istedi. Ondan değişip ailesine ayak uydurmasını istedi. Belki Doğa Fatih’e eskisi kadar güvenebilseydi yine ne yapar eder onlara ayak uydurmanın bir yolunu bulurdu ama Fatih onu bu yolda yalnız bıraktı ve Doğa istese de artık tek kişilik düşünemez çünkü o bir anne. Daha doğurmamış olsa da o içinde günden güne büyüyen iki canlı barındırıyor ve onları düşünmek zorunda. Bu yüzden bir seçim yaptı ve onları mutlu yetişeceği bir ortamda büyütmek aşkından üstün geldi. Bu tabi ki Fatih’i sevmediği anlamına gelmez. Ama onunda dediği gibi en çok o çocuklarını düşünüyor ve mutsuz olacaklarına aşkından ayrı kalmayı tercih etti. Doğa bu kararında ne kadar ciddi, gerçek düşüncesi bu mu yahut bu kararında duracak mı? Bunu zaman gösterecek ama en az Doğa kadar Fatih’te tam olarak ne istediğini bilmiyor.

Fatih “Doğa’ya sen benim neler yaşadığımı, sana yansımasın diye nelerle uğraştığımı bilmiyorsun” dediğinde durup bir düşündüm Fatih bu evlilik için neler yaptı diye. Bu evliliğe gelin bir de Fatih açısından bakalım. Fatih muhafazakâr bir ailede büyüyen kısmen bu düşünceye sahip biri. Evlenmeden sevdiği kadının hamile olması haberi ailesi için tam bir felaket demekti ki Abdullah bey Fatih’i evlatlıktan men etme noktasına dahi geldi. Üstelik ailesinin hiç onaylamadığı bir gelin adayını “evleneceğim” keskin kararıyla dikildi karşılarına. Belki de Fatih ilk kez babasına karşı çıkıyordu, bu onun için gerçekten büyük bir adımdı ve Doğa için atmıştı bu adımı. Daha sonra aileler devreye girmiş ve her hali ve hareketiyle onu istemediğini açıkça belli eden kaynanasını idare etmek zorundaydı , iki ailenin bir arada olduğu her an ortamda gerginlik hakimdi ve Fatih iki aileyi de idare etmek zorundaydı. Bu da Fatih için çok zordu zira anne babasının dediği onun için emir sayılır ikilemezdi ama ne Doğa ne de annesi buna uymaya pek niyetleri yoktu. Babasına ve onun görüşüne tamamen bu aileyi sırf Doğa’yı seviyor diye ailesine akraba etmişti. Bu yüzden olan her aksilikte yahut gerginlikte ilk olarak Doğa suçlanıyordu ve Fatih buna engel olacak hiç bir şey yapamıyordu. Üstelik üstünde her geçen gün daha büyük aile baskısı oluşuyor ve Fatih boğulacakmış gibi olurken Doğa bu konuda asla ona yardımcı olmuyor aksine bir de sürekli sorun çıkartan tarafta yer alıyordu. İşte Fatih’e göre evlilikleri tamda böyle ilerliyordu. Halbuki Fatih’in tek yaptığı annesi gibi düzeni ve rahatı bozulmasın diye sorunları halının altına süpürmekti. O ne yaptıysa kendi hür iradesiyle yaptı. Paçasını bir olayda en kolay nasıl kurtarabilecekse öyle davranıp, Doğa’yı daha çok hırpalamaktan başka bir şey yapmadı o evlilikte. Belki bizim görmediğiniz, şahit olmadığımız şeyler olmuş olabilir. Fakat sizde taktir edersiniz ki ben hamile haliyle hırpalanan, yıpranan ve bunu aşık olduğu adamın eliyle yaşayan bir kadın varken ortada kimse kusuruma bakmasın ben başkasıyla pekte empati kuramayacağım üzgünüm.

Aslında bence Fatih daha tam olarak ne hissettiğini bile bilmiyor. Ömer’in “Sen Doğa’yı sevdiğin için mi boşanmak istemiyorsun yoksa babandan çekindiğin için mi?” diye sorduğunda Fatih sanki daha önce hiç düşünmediği bir soru sorulmuş gibi afalladı, düşündü ve vermesi gereken cevap neyse onu vermiş gibi bir hali vardı. Üstelik Doğa’nın kapısına geldiği iki kez de babasının zoruyla gelmişti. Farkında mısınız Fatih Doğa’ya Doğrudan ne eve dön diyebiliyor, ne seni merak ettim diyebiliyor ne de düşüncelerini açık açık bunlar benim fikirlerim deyip ona sunabiliyor. Bunun nedenini henüz bilmiyorum ama yaptığı yahut yapamadığı her şey için sürekli birilerinin ardına saklanarak hamle yapıyor ve bu çok belirgin olmaya başladı.

Ömer ki kendisinin sırdaşı ve akıl danıştığı kişi ona bile doğrudan duygu ve düşüncelerini aktarmaktan çekiniyor. Ömer onu zorlamasa Doğa’ya olan aşkını dahi itiraf edemeyecek durumdaydı. Ben bu konuda Fatih ne düşünüyor bilmiyorum ama Ömer onun aksine Kıvılcım’ı kaybetmemek adına en büyük gerçeğini onunla paylaşmak zorunda kaldı. O ne gerçekte Leman’ın kocası ne de Metehan’ın babasıydı.

Ömer yaşadıklarının etkisiyle de olgunlaşmış ve ona göre davranan biri. Kıvılcım konusunda fevri davranmayarak aralarındaki bağı iyice koparmamaya özen gösterdi. Ona ve kendine zaman tanıyarak hem Kıvılcım’ın sakinleşmesini bekledi hem de artık onu çok iyi tanıdığı için ne yapacağına karar verebildi. Kıvılcımsa duydukları karşısında neye uğradığını şaşırdı. Bu sır ikisi için de çok ağırdı bana kalırsa.

Kıvılcım son olanlardan sonra acısını, yaşadıklarını bir kenarda bırakarak işine daha çok odaklanmaya başladı ki bu içindeki duyguları gizlemenin de bastırmanın da en kolay yoludur. Açıkçası zorbalık konusunun üstüne bu denli gitmesini de, bu konuda daha önce dış görünüşü yüzünden kavga ettiği Kübra hanımla çalışmak istemesini de taktır ettim. Bu durum aslında Kıvılcım’ın ilk tanıdığımız andan bu zamana kadar nasıl fark etmeden gelişim gösterdiğini de gösteriyor bize. O hiç tanımadığı bir ortamda bile yan yana durmaya katlanamadığı kadınla kendi okulunda ortak bir çalışma yürütecek duruma geldi ve açıkçası bu ayrıntı çok hoşuma gitti. Bir tek Kübra değil başlarına gelen zorbalıklar yüzünden hayatları altüst olan diğer konuşmacılar oradaki öğrencilere çok güzel örnek olduklarını düşünüyorum. Üstelik zorbalık yapan Buse’ye böyle akıllıca bir ders vermesi de Kıvılcım’ın ne kadar kıvrak zekalı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ben inanıyorum o eğitimci olarak öğrencileri için bu kadar güzel mücadele ederken çocukları için çok daha fazlasını bir anne olarak yapacaktır. O gerekirse Ünal ailesine savaş açar yine de kızına istemediği bir şey yapılmasına izin vermez. Pembe’nin aksine kızı ağlayarak eve döndüğünde kulağından tutup mutsuz olduğu eve sırf başında bir erkek olsun diye gönderen bir anne değil çünkü o.

Ben artık Pembe’nin yaptığı hiçbir şeye şaşırmıyorum doğrusu. Oğulları için ayılıp bayılan kadın söz konusu kızı olduğunda “Evlendirelim de kurtulalım bundan” diyebiliyor. Ama en sevindiğim nokta ne biliyor musunuz Nursema artık o evdeki herkesin ne halt olduğunu çok iyi biliyor. O yemek masasında söylediği sözlerin tek bir tanesinde tek bir yanlış yoktu. Ne Abdullah bey samimi orada, ne Pembe ne de Fatih, Nilay bile her an fitne sokmaya çalışıyor araya. Pembe’nin bencilliğini, kendi düzeni için, istekleri için ailesini nasıl ateşe attığını, kimsenin mutluluğunu düşünmediğini pek güzel vurdu yüzüne. Nursema, Doğa hususunda da haklıydı, Doğa asla Pembe’nin samimiyetine inanmadı ve haklıydı da…

Pembe yemekte gerine gerine “Ayağına kadar gittim ama gelmedi” diyecek kadar düştü ama hem Pembe hem Fatih hem de Nursema samimi olmadığını biliyordu, dile getiren sadece Nursema oldu. Biliyor musunuz Nursema, Doğa sayesinde gelişti, değişti. Doğa ona başka bir yol olduğunu, başka bir hayat biçimi olduğunu gösterdi. Zaten Pembe’nin Doğa ile en büyük sorunu bu, onu düzeni için risk olarak görüyor. Eğer ikizler olmasa şu anda Fatih’i boşanma hususunda ikna etmeye çalışıyordu. Torunları başka evde büyümesin diye tüm savaşı ancak karşısındaki de bir anne ve onun bağnaz dünyasına çocuklarını asla sokmayacak kadar da bilinçlenen bir anne. Pembe bir şeyi unutuyor, Doğa eğitimli bir kadın. Bir gün o eve dönse bile Pembe asla ş çocuklar üstünde anneleri kadar kontrol sağlayamayacak ve zaten ben bebekler doğunca Pembe’nin bu evliliğin üstüne kabus gibi çökeceğini düşünüyorum. Pembe’nin bu hırsına şu anda sadece Nursema karşı duruyor. Onun dışında herkes sessiz, üç maymunu oynamaya devam ediyor. Özellikle de Mustafa hususunda ben çok üzgünüm.

Mustafa o evin mazlumu. “Bana Mazlumu getirin!” durumu var ya, işte tam olarak o. Ne olursa olsun olay dönüyor, dolaşıyor bu adamda patlıyor. Mustafa o yıllardır o ailede ikinci planda olduğunun da, annesinin onu sevmekten ziyade acıdığını, babasının ona zerre güvenmediğini bilerek yaşıyor o evde. Ben bu bölüm Mustafa’ya kahroldum doğrusu. O masum masum ağladıkça ben ekran karşısında göz yaşlarına hakim olamadım. Belki de tek istediği babasının birazcık olsun gözüne girmek, karısını birazcık olsun mutlu edebilmekti ama sonunda aldığı tek şey babasından hakaretten başka bir şey olmadı. Pembe nasıl ki Nursema’ya bir artık, bir fazlalık gözüyle bakıyorsa Abdullah beyde aynı şekilde Mustafa’yı öyle görüyor. Evet hata yaptı kabul ama babası ona bu güne kadar biriktirdiği ne varsa saydı döktü ve bu Mustafa’yı çok kırdı. Umarım Nursema’ya da Mustafa’ya yaptıkları gibi yapıp sindirmezler.

Nursema’yı ilk tanıdığımızda ruhsuz, renkleri solmuş, sadece ona söyleneni yapıp mutsuz bir şekilde yaşamını idame ettiren, nefes alan ama yaşamayan biriydi. Ama Umut’la tanıştıktan sonra o güzel gülüşü de renkleri de geri geldi. Umut sayesinde sevilmeye ve değer görmeye layık olduğunu gördü. Bu yüzden Umut’un ona hiçbir şey söylemeden onu engellemesi onu bu denli kahretti. Alev’in ufak bir müdahalesiyle hem Umut’un hem de Nursema’nın gözlerinin içi yeniden parlamaya başladı. Fakat onlar için vuslat pekte kolay olmayacak gibi görünüyor çünkü Pembe Nursema’nın kendi isteği dışında biriyle evlenmesine asla izin vermez ve onları öğrenirse ayırmak için elinden geleni ardına koymayacaktır benden söylemesi.

Aşk sonunda her ne yaşanırsa yaşansın muazzam bir duygu bana göre. Düşünsenize insanların çoğu belki de hiç aşık olmadan geçip gidiyor bu dünyadan. O yüzden sahip olduklarımızın kıymeti bilinmeli ve ona göre davranılmalı diye düşünüyorum.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

Sen Benim Şarkılarımsın (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 26.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

İnsan hayatındaki en değerli duygu nedir diye sorsalar hiç düşünmeden aşk derim ama tabi bunun şartları var. Bahsettiğim salt tutkunun hissettirdiği geçici durum değil. Benim aşk anlayışım içinde sevgiyi, güveni, merhameti barındırır. Tüm bunlar da bir günde değil, zamanla olacak şeylerdir. Sadi ve Songül tüm olmazlara inat, el ele bugüne geldiler. İkisi de birbirine hem aşk, hem de hayat arkadaşı oldu diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül bu yola çıktıklarında büyük ihtimalle zoraki bir ev arkadaşlığı belki de hafiften biraz da arkadaş olmaktan öte bir şey hayal etmediler. Sadi, geçmişin diyetini ödeyip, bir kaç insana yardım edip, en sonunda da ölümüne sebep olduğuna inandığı, intikamını kendince alsa bile diyetini ödeyemediği küçük kızın anısını onurlandırıp, öyle uzun yıllar yaşamadan bu dünyadan çekip gidecekti. Songül de yalnızlığını bölmeden, kimseye bağlanmadan, ailesinin intikamını alıp, mesleğine devam edecekti. Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir derler ya, bu ikisi için tam olarak bu gerçekleşti. Önce birbirlerine arkadaş, sonra dost, sonra dayanak, sonra aşık ve en sonunda hayat arkadaşı oldular. Birbirlerini geliştirip, hayatın bambaşka bir yönünü gördüler. Sadi ilk kez onu tüm varlığıyla kabul eden bir kadınla yeniden doğarken, Songül de onu her anında yalnız bırakmayan, destek olan, arkasında dimdik, dağ gibi duran bir adamla yeniden yaşama sevincini kazandı. Aşk da zaten bu değil midir? İnsan diğer yarısını bulunca kendinde ne eksikse onu tamamlar. Aksi halde o bence aşk değil sadece bir heyecan olurdu…

Songül Acarerk tüm hayatını bulmaya adadığı adamı sonunda buldu. Servet’in ona babasının adıyla seslenmesiyle kendini neredeyse kaybedecekti ancak ortamda Gizem’in olması, ölme ihtimalleriyle geride durmak zorunda kaldı. Songül ne yazık ki babasının katilini elinden kaçırdı ancak bu oyun daha yeni başlıyor. Servet her zaman olduğu gibi iki adım öncesini görerek bir plan kurdu ve tereyağından kıl çeker gibi olaylardan sıyrılıp, kaçtı. Ancak bunu yaparken eski gücünü de o yalıda, Songül ve Sadi’nin ayakları altında bıraktı. Zira kendisinin resmi ölümü sayesinde kayıtlı tüm mal varlığı, banka hesapları artık polisin elinde. Gücünün oldukça sınırlı olacağını düşünüyorum. Yine de yaşarken oldukça tehlikeli bir adamken, şimdi daha da tehlikeli bir düşmana dönüştü. Özellikle de Songül’ün hayatı büyük risk altında. Ailesinin katili onun hala ensesinde bir nefes ve bunu Sadi dahil kimse bilmiyor.

Songül, Servet’in ölüm haberiyle derin bir nefes alırken, içindeki tüm acısı, öfkesi, hayal kırıklığı gözyaşlarına karışarak aktı, gitti. Ancak bu bir cümle ile anlatılacak kadar basit bir şey değil. Songül’ün en berbat hikayesi, Servet’in kanlı kalemiyle yıllar önce yazılmış, bir kız çocuğu tüm hayatını onu bulmaya, onu yakalamaya adarken nefes almamış, yaşamayı unutmuş. En sevdiği filmin Titanik olmasının en önemli sebebi ne biliyor musunuz? Songül kimsenin onu kurtarmasını beklemeden o ahşapta tüm fırtınaya rağmen nefes almaya çalışan bir kadındı. Su soğuk, rüzgar kuvvetliydi ama o yaşamayı başardı. Tüm hayatını böyle geçirip, artık nefesi zayıflayıp, dayanamayacak hale gelip ahşapı bıraktığında hayatına Sadi bir mucize gibi girdi ve onu hayatta tuttu.

“Artık sana tutunacağım” sözünü bir filme yapılan basit bir ithaf  değil, bir durum açıklaması olarak düşünüyorum. Songül bu yola çıktıktan sonra neredeyse hayatını bile kaybedebilirdi ancak Sadi’ye tutunarak hayatta kaldı. Ne zaman düşse sevdiği adam tam yanı başındaydı. Onun artık bir ahşapa ihtiyacı yok, sarılacağı, dayanacağı bir insan var. Songül, hayatındaki en büyük dayanağına sarılırken, Sadi de en büyük şansını kalbine sığdırıp, onunla yakaladığı huzurun tadını çıkarıyor yani şimdilik… Buraya kadar her şey çok güzel ama tutunduğu ruh kendisiyle iyileşen çok yaralı bir adama ait ve Songül onun iyileştiğini düşünüyor ya da öyle umuyor peki öyle mi? Sadi gerçekten tamamen iyileşti mi…

Sadi Payaslı, oldukça karanlık bir geçmişe sahip, kendini uzun yıllar bir çöplükte kabul eden, oradan çıkınca da sevgiye layık olmadığını düşünerek yaşayan bir adamdı. Busenaz’ın ölümü özellikle Sadi’nin içindeki karanlığı daha da koyu yapan en önemli etken oldu. Sadi için Busenaz sonrası tamamen hayat yapması gereken şeylerden ibaret olmaya başlamıştı ki hiç beklemediği, olmasına dahi ihtimal vermediği bir mucize gerçekleşti : Aşık oldu. Burada Sadi’nin beklemediği mesele kendisinin birini sevmesi değil, aksine o hayatına aldığı insanları sevme konusunda  sorun yaşayan biri değil ancak onun beklemediği sevilme hususunda gerçekleşti. O Songül’ü sevdi, onunla bir hayat ona çok güzel geldi ki bence onun bu yeni kimlik meselesinde kendini en mutlu hissettiği durum, kendisinin aksine beyazlar içerisinde, gülüşünde güneşi gördüğü bir kadınla evli olmasıydı. Bu yüzden Songül onu kırsa bile Sadi ona hiç gönül koymadı. Ona en kızgın olduğu zaman, Songül’ün kendi hayatını riske attığı zamanlar oldu. Sadi, Songül’e aşık oldukça Emin’i ruhunun karanlığına hapsetti, onun yüzleşmek şöyle dursun varlığını bile reddeder hale geldi.

Hatırlıyor musunuz, Sadi Songül’e tablo hediye ederken “Sen beni terbiye ettin!” demişti. Bence ikisinin ilişkisinin en doğru tanımı bu oldu. Songül, Sadi’yi terbiye etti, ruhunu tedavi etti ancak Sadi ona tam olarak kendini göstermediği için olsa gerek Songül sadece gördüğü kısmına dokunabiliyor. Halbuki Songül karşısındaki adamı bütünüyle seviyor, kabul ediyor ki bence sesli söylemese de Sadi de bunun ayırdına varmaya başladı. Bu hususta gözlerinin açıldığı ilk an depoda Songül’ün onu Emin’in düşmanlarından kurtarmaya geldiği an diye düşünüyorum. Songül oradaki adama kocam derken, onsuz asla gülmem derken isimlerin, durumun bir önemi yoktu. O, karşısındaki adamı bir bütün olarak sevdi, değer verdi, kendini teslim etti.

Songül, Sadi’nin her şeyini seviyor. Biliyor ki yaşanan her şey, mazisi, acıları karşısındaki adamın bir parçası. İnsan bulunduğu yere gelmez, bir günde o karakter oturmaz. Songül de bunu hisseder gibi Sadi’ye bir süredir bunu göstermeye çalışıyor. Aksi durumda zaten Sadi’yi nereye çağırsa getirtebilecekken, ben kendi kendime tuzağa düştüm gibi bir cümleyle onu eski hayatındaki kılığında o eve çağırmazdı diye düşünüyorum. Ya da aylar önce ona aşık olduğunu değil, şimdiki halini sevdiğini söylerdi. Songül’se her hareketiyle tüm isimler ve kimliklerden bağımsız Sadi’ye olan aşkını gösterdi diye düşünüyorum ki Sadi’yi ilk kez Songül’ün karşısında bu kadar net gördüm. Sapanca’da aşklarının en özel anını birlikte yaşarken, Sadi tamamen kendisi gibiydi. Bir baktım tamamen tutkulu, sevdiği kadını sahiplenen adam, bir baktım otelin bahçesinde dans edip, karısına şefkatle sarılan adam. Her şeyiyle, gizlenmesine gerek olmadan kendisi gibiydi. Zaten bir tek Songül’ün yanında böyle olabiliyor, bir tek ona gösteriyor kendisini… Ben onu ayrı iki kimlikte iki ayrı insan olarak görmüyorum. Karanlık tarafları var, aydınlık tarafları var ama bunu bir kişilik bölünmesi değil, özellik olarak düşünüyorum. Songül, Sadi’yi her şeyiyle sarıp, sarmaladıkça o da tamamen kendisine döndü, olduğu kişiyle barışmaya başladı ve doğal olarak bunun iyi tarafları olduğu gibi sorunlu olan tarafları da kendisini göstermeye yüz tuttu.

Sadi’nin bir yanı var çok merhametli, çok nahif, sarıp sarmalayan. Ama bir yanı da var ki çok koyu, çok karanlık. O öfkesini biz belki bir kere gördük, Songül ise hiç görmedi. İlk bahsettiğim yanınıysa hep görüyoruz. Songül ne zaman üzülse, sevdiği adama ihtiyacı olsa kolunu uzattığı anda Sadi orada oldu. Servet meselesinde mesela, Songül yalının önünde kriz geçirmek üzereyken Sadi tüm şefkati ve sevgisiyle oradaydı. Halbuki o da çok istiyordu Servet’i yakalamak ama Sadi’nin ilk önceliği hiç bir zaman kötü adamlar yakalamak olmadı. O zaten hangisini yakalarlarsa bir yenisinin geleceğini biliyor, Sadi’nin tek derdi sevdiği insanları korumak. O yalının önünde Songül çırpınırken, onun karısına sarılmasındaki tek meselesi onu ölüm kokan evden çıkarması oldu. Servet’in sadece Songül’ünün ailesine değil Mert’e de zarar vermesi  şimdilik  Sadi için bir sorun değil ama ilerleyen zamanlarda olacak. Zira sevdiği insanları koruma hususunda böylesine takıntılı bir insanın öz oğlunu koruyamadığını öğrenmesi Sadi için kabul etmesi çok zor ve şiddetli bir gerçek olacak diye düşünüyorum.

Servet dışında da oğlunun başı büyük dertte zira Mert’le burun buruna yaşayan bir dengesiz var. Kıvanç gün geçtikçe sanrılar içerisinde yaşarken, Mert’in ona posta koyması bence iyiye işaret değil. İşin uzmanı değilim ama Kıvanç paranoya veya artık şizofrenini mi dersiniz tüm belirtilerini göstermeye başladı. Sadi’nin hala Derya’nın peşinde olduğunu, onu sevdiğini sanıyor. Mert belki bunu anlamıyor ama içgüdüsel olarak belki de tehlikenin farkında ve bu sebeple Kıvanç’a “Ablamdan uzak dur!” dedi.

Kıvanç da bunun üzerine soluğu Derya’nın yanında alarak en zor anda kimi seçersin gibi, saçma sapan bir soru sordu. Bu durum bile Derya’nın ne denli sıkıntılı bir durumda olduğunun ispatı diye düşünüyorum. Kıvanç sedyede yatan hastayı bile Sadi olarak görmeye başladı. İşin acı yanı Derya hiç bir şeyin farkında değil, tıpkı yalan bir ilişkinin içerisinde yaşadığını anlamayan Meltem gibi…

Tabi ki Meltem ve Derya aynı kefede asla değil. Yaver, Meltem’in tamamen kendisini seveceğini düşündüğü bir kimliğe büründü. Aslında onun da yaptığı Sadi den farklı değil. Yaver de ellerindeki kandan dolayı büyük ihtimalle Meltem ‘in onu sevmeyeceğini düşünerek, kendine onun seveceği bir kimlik yarattı ancak arada kocaman bir fark var. Songül, Sadi’nin kim olduğunu biliyor ancak Meltem bilmiyor. Bu da Meltem’ i Songül ile değil maalesef ki seneler önce Derya’nın konumunda yapıyor. Sadi’nin yeni girdiği yolu da düşünecek olursak, o da ağası gibi bir noktada bu sevgiden vazgeçmek zorunda kalabilir. Zira Sadi artık sorunları coğrafya öğretmeni olarak çözmeyi değil, daha farklı bir yolla çözmeye başladı, en azından şimdilik…

Bugüne kadar Sadi, herhangi bir meseleyi halletmek için Yaver ‘i arardı, Yaver gelip sorunu çözerdi. Peki ya şimdi ne değişti? Celal meselesinde ne oldu da Sadi bu işe kendisi karıştı? Şimdi Celal’ in kim olduğu belli ancak Sadi’nin buradakş öfkesi korkunç oldu. Onu en saf öfkeli haliyle gördüğümüz ender anlardandı. Onu bir kez daha böyle gördüğümde Songül’ü kıl payı ölümden almıştı. Şimdiyse durum çok başka. Celal’in Melek’i yaşattıkları berbattı. Aylarca onu istismar eden, Melek’i yaşarken cehennemi yaşatan adamla Sadi’nin de bir hesabı vardı ve o hesabı kesti. Normalde Sadi öfkelense de, o öfkesine bir süre sonra sahip çıkar ama burada hiç olmadı. Hiç fark ettiniz mi Sadi’nin aslında bir zaafı var : Kız çocukları. Şu anda sahip olduğu hayatı Busenaz’ın kefareti için yaşamaya başlamıştı, sonra Gizem okuldan atılırken, annesi öldüğünde, parasız kaldığında bir baba gibi yanında oldu, şimdi de Melek’in başına gelenler onun hiç bilmediğimiz bir yanının çıkmasına sebep oldu. Sadi de bir travma mı var yoksa hassasiyet mi bilmiyorum ama bu her neyde, onu kız çocuklarına karşı aşırı korumacı yapıyor. Melek meselesi ise onda bir şeyleri uyandırdı diye düşünüyorum. Sadi ufak ufak değişmeye başladı, öfkesini kontrol anlamında eskiye oranla daha kontrolsüz oldu ve şimdilik Songül tüm bu değişimin çok dışında zira Sadi onun yanındayken dünyanın en sakin, en şefkatli insanı. Sadi için bu durum yeni mi başlıyor yoksa bir kereliğine mi mahsus bilmiyorum ama eline yeniden kan bulaşması iyi bir şey değil diye düşünüyorum.

Bir insan yapacağı şeyde haklı olsa, onu en yakınına söylemekten çekinmez. Sadi’yse Celal’i aldığını Songül’e söylemedi. Songül artık tamamen sorunsuz bir evliliğin içinde olduğunu düşünerek evde eşini beklerken, Sadi o dakikalarda ileride kendisini ve belki de ilişkisini zora sokacak bir adım attı diye düşünüyorum. Songül, ailesinin katilini bile öldürmek istemezken, Sadi’nin kendi adaletini yeniden sağlaması nelere sebep olacak bilmiyorum ama bu dönemde Sadi’nin kaybolmaması için yeniden Songül’e, güneşine ihtiyacı olacak diye düşünüyorum…

Yazımı bitirmeden iki şeyden daha bahsedeceğim. Bu bölüm itibariyle artık Songül’ün geçmişiyle ilgili tüm sırlara vakıf olduk diye düşünüyorum. Onun hikayesinin karanlık kısmı kapandı ve tabii Songül’ün o rahatlamış anlarını sevgili Devrim Özkan yine muazzam bir şekilde ekrana yansıttı. Devrim artık ruhu rahatlayan karakterin tüm acısını, rahatlamasını, yüklerini atmasını emniyetteki sahnede sadece beden dili ve mimikleriyle verdi. Tedirgin beklerken elleriyle oynaması, ardından gelen tiz bir sesle ağlaması, ayağa kalkıp, geri oturması, yeniden kalkması  o anı en derinden yaşadığını gösterdi diye düşünüyorum. Bölümün geri kalanında da , Songül’ün huzurunu, tutkusunu, mutluluğunu tek bir mimik ve jest kaçırmadan mükemmelen aktardı. Devrim her zaman olduğu gibi Songül’ü hem kendi yaşadı, hem de bize iliklerimize kadar hissetrirdi. Ancak karakoldaki o çaresiz anlarında bir an gerçeklik algısını bana unutturup, Songül’e sarıma arzusu uyandırdığını da söylemeden geçemeyeceğim.

Diğer yandan Ertan Saban’a bir parantez açmak istiyorum. Öncelikle son sahneden başlamak gerekirse ben en son Kuzuların Sessizliği filminde Anthony Hopkins performansında bu kadar gerildim herhalde, tek bakışıyla sanki dünyadaki herkesi öldürecek kadar öfkeli bir adama dönüştü. Kendisi bu duyguyu tek bir bakış ve tiz bir ses tonuyla verdi. Bölüm boyunca Sadi karakterinin içindeki beyaz ve siyah kısımları izlerken, Ertan Saban aradaki dengeyi öyle müthiş kurdu ki ben karakterin bir değişime girdiğini en doğal haliyle gördüm.

İyi senaryo, iyi reji önemlidir ama elinizde karakterleri ekrana taşıyacak, yaratılan karakteri hatasız ekrana taşıyan oyuncularınız yoksa gerçekten yağmurlu havada susuz kalmışsınız demektir. Devrim Özkan ve Ertan Saban burada neredeyse kusursuz diyeceğim bir performans sergiliyorlar.

Tüm ekibin ellerine sağlık, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Bir Damla Gözyaşı (Kızılcık Şerbeti, 12.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Hayat çok karmaşık hepimizin farklı farklı sorunları ve sorumlulukları var. Üstümüze yüklenen roller ve bu rolleri yerine getirmemiz gereken zorunlu durumlar her zaman yanı başımızda. Doğa mesela daha dün öğrenciyken bu gün iki çocuk bekleyen bir anne, üstelik bildiği, gördüğü ortamdan tamamen koparak yepyeni bilmediği bir ortamda evliliğini yürütmeye çalışıyor, ama aynı şeyi kocası için söyleyemeyeceğim.

Bu bölüm bir kez daha anladım ki Fatih sadece kendi çıkarları söz konusu olduğunda Doğa’ya iyi davranıyor. İlişkileri güzel gittiğinde bir koca olduğunu hatırlıyor. En son kavga mesela neden çıktı? Doğa domuzlu bir duvar kağıdı yaptırdığı ve bu Fatih’in anne babasına ters düşen bir durum olduğu için. Düz bakınca durum tam da bu ama alt metni kesinlikle böyle değil. Çünkü sözde ailesine çok düşkün Fatih beyimiz bu zamana kadar onlarca kez ailesini çiğnedi zaten o zamanlar bir kez bile sorun etmemişti ailesinin dini görüşünü. Şimdi biraz geçmişe gidelim ne demek istediğimi daha kolay anlatacağım bu sayede.

Daha aileler ilişkilerinden habersiz, aralarında bir sorun yok, Doğa modern, güzel, kendi ayakları üstünde duran akıllı ve zeki bir kadın. Yani kısacası sorumluluk yok dert yok. Bu yüzden her şey güllük gülistanlık. Peki bu ilişkide gerçek yüzünü göstermeyen kişi kim? Ben hemen söyleyeyim: Fatih. Çünkü Doğa’nın nasıl biri olduğunu, nasıl bir yaşamı olduğunu ve ailesinin onu isteyip istemeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama çok sevgili Fatih beyimiz ne yaptı tüm her şeye o çok önem verdiği “Anne babasının dindarlığına” rağmen evlenmeden ilişkiye girdi, kızı hamile bıraktı. Bakın bu az buz bir şey değil; İslam dini için günahlar arasındadır ve Fatih’in bunu yaparken dindar anne babasının düşündüğünü hiç zannetmiyorum. Onların düşüncesinin neden o zaman bir önemi yoktu? Doğa’ya yahut Kıvılcım’a gelince mi dindar olduğu aklına geliyor? Ben Fatih’e ciddi manada çok kızgınım ve bu kızgınlığım kolay kolay geçer mi hiç zannetmiyorum. Çünkü Fatih doğrudan Doğa’ya düşüncelerini söylemekten, annesine bunu nasıl yaparsın demekten dâhi aciz biri. Bu yüzden Fatih yine ve yeniden anne babasının arkasına saklanarak Kıvılcım’a olan öfkesini kustu. Daha önce de bahsetmiştim Fatih sırf sorumluluktan kaçmak için özellikle annesini öne sürüyor ve onun üzerinden Doğa’ya yükleniyor. Halbuki bunların hiçbiri olmak zorunda değildi. Pembe ki ailenin büyüğü, Doğa’yı karşısına alıp o duvar kağıdını neden istemediğini belirtseydi Doğa başka bir tane seçip olay yine tatlıya bağlandırdı. Ama Pembe’nin tek derdi o evdeki kadınları yönetmek olduğu için bunu bile isteye yaptı. Şuna eminim ki Pembe sırf Kıvılcım o duvar kağıtlarını aldığı ve kendisine danışılmadığı için yırtıp attı. Domuz figürü de sadece işin bahanesi oldu. Onun en büyük nedeni o duvar kağıdını Kıvılcım’ın seçmiş olmasıydı. Halbuki bu ilişkide onların gerçekten mutlu olmasını isteyen çok az kişiden biri Kıvılcım.

Kıvılcım Fatih Doğa’ya iyi davrandığı, kırmadığı ve ona engel olmadığı sürece bir kez bile aralarına girip ayırmak istemedi. Hatta Fatih’in yaptığı zorbalığa denk geldiği halde Doğa affetti diye ses çıkarmadı. Ama görünen o ki Fatih ona söylenen sözleri henüz sindirebilmiş değil. Yine de Kıvılcım şu an için Fatih’in öfkesini görebilecek durumda değil zira özel hayatı darmadağın ve Kıvılcım bu duruma hiç alışkın değil.
Kıvılcım her ne olursa olsun Ömer konusunda haklı bana kalırsa, o şu an kendini kandırılmış hissediyor ve bunun tüm sorumlusu ona evli olduğunu söylemeyen Ömer. Yine de tüm olanları oturup düşündüğünde söylediği ilk şey “Ben ne yaptım” demek oldu. Çünkü o bu güne kadar ilke edindiği her şeyi bir kenara bırakıp belki de ilk kez kalbinin sesini dinledi. Aslında dıştan bakan biri olarak bu konuda Ömer’in Kıvılcım’a açık olmamasını anlayabiliyorum ancak Kıvılcım açısından baktığımızda büyük bir ihanete uğramış gibi hissetmesi kadar doğal bir şey de görmüyorum. Bu yüzden Ömer’le ilişkisini kesmesini de, konuşup bir daha kendisiyle görüşmek istememesini de doğal buluyorum. Zira o bir kadın olduğu kadar bir anne ve bir eğitimci de aynı zamanda. Bu rollerinin hepsinin ayrı ayrı sorumluluğu var üstünde ve bunları aksatmadan yerine getirmek zorunda.

Ben Kıvılcım’ı eğitimci kimliğiyle görmekten çok hoşlanıyorum doğrusu. Daha önce de Metehan ve Çimen üzerinden yaptıkları daha sonra, engelli çocuklar için yaptıkları çok önemliydi benim için. Ama bu sefer müdahale ettiği konu toplumun maalesef ki kanayan yarası. Artık kanıksadığımız zorbalığa böyle çözümcül yaklaşılması, sonuçlarına değinilmesi ve zorbalığa uğrayan kişinin gözünden bunu göstermeleri benim için ayakta alkışlanacak şeylerdi doğrusu. Maalesef ki sosyal medyada görüyoruz. Pelin gibi, Muhammed gibi çocukları yaşıtları tarafından gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak zorbalığa maruz kalıyorlar ve aileleri dahi güvenebildikleri kimse olmadığı için buna ses çıkaramıyorlar. Onları anlayacak dinleyecek kimse olmadığı için de yitip gidiyor, içlerine kapanıp asosyal damgası yiyorlar. Bu konuda Kıvılcım’ı çok taktır ediyorum doğrusu. Hayatı ne kadar karışık olursa olsun sorumluluklarını asla aksatmıyor, özel hayatını okul bahçesinin dışında bırakıyor ve sadece bir eğitimci olarak giriyor o okula. Kıvılcım okulda iyi bir eğitimci olduğu kadar evde de iyi bir anne bana göre. Doğa’yı üzdüğünü bildiği için mutlu olması için çabalıyor halbuki Pembe Nursema’nın acı çektiğini bile bile ona eziyet etmeye devam ediyor.

Fatih nasıl ki annesinin arkasına saklanarak Doğa’ya istediğini sayıp döküyor Pembe de aynı şeyi dinin arkasına saklanarak yapıyor. Yaşadığını söylediği dini bile isteye kendi çıkarları için kullanıyor. Her şeyden önce İslam dini hoşgörü dinidir ve kul hakkına çok, çok önem verir. Peki Pembe annelik hakkıyla Nursema’ya hesap sorarken ona gerektiği gibi anne oluyor mu? Yahut ona evlatlık hakkını veriyor mu? “Bir kalbi kırmak Kabe’yi yıkmak gibidir” hadisi varken Pembe iki gönlü bile isteye kırarken hiç de İslam’a uygun davrandığını görmedim ben. En basitinden o Nursema’ya iftira atarak “Nişanlı” deyip hem İslam dinini hem de Peygamber efendimizin “İnsanı helak eden yedi şey” diye nitelendirdiği hadisini çiğnedi. Onu Umut’un gözünde yalancı ve başka biriyle nişanlı olduğu halde başka bir erkekle görüşen biri konumuna düşürdü. Üstelik çok muhafazakâr Pembemiz işine gelince yalan üstüne yalan söylüyor ve bunu yaparken günah yahut haram çizgisini düşündüğüne de hiç tanık olmadım ben. Ve tabii ki hem evlatları hem de tanımadan etmeden Alev’e göre yargıladığı Umut, o resmen bildiğin ayrımcılık yapıyor. Bakın İslam dininde bunların da hiçbirinin yeri yok ama bir “Domuz” figürü kadar mesele olmadı Pembe hanım için. Eğer Kıvılcım değil de Fatih seçmiş olsaydı o duvar kağıdını Pembe’nin gıkı dahi çıkmayacaktı, bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok bence. Üstelik Pembe’nin din anlayışı da Abdullah beyin çizdiği sınırlar içinde ne hikmetse. Peki sizce Abdullah gerçekten dindar biri mi? Kusura bakmayın ama buna da net cevabım hayır.

Abdullah Ünal aile babası, sözde çok dindar ve ailedeki herkesin fikrine saygı duyuyor. Ama ben bir kere bile ne Fatih’e ne Mustafa’ya ne de Pembe’ye saygı duyduğunu gördüm. Bütün gün ağzında hürmetten bahsediyor, ama karısını çiğnemekten, gelinlerinin arkasından konuşmaktan geri kalmıyor. Ne Fatih’in ne de Mustafa’nın hayatına da evliliğine de hürmetli. Üstelik Alev’in adını her duyduğunda yaptığı şeyler bile Pembe’ye ihanetten başka bir şey değil benim nazarımda. Başkasının mahremine böyle duygular beslemek ne kadar doğru? Alevden etkileniyor ve bunu açık açık Alev’e belli etmese de tüm hareketleri o yönde.

Alev ve annesini dinlerken Alev’in neden Abdullah bey konusunda aklının karıştığını bir kez daha anladım. Annesi bir kez olsun Alev açısından bakmamış olaylara, sürekli Kıvılcım ile kıyaslama yapmış aralarında. Alev de görünür olmak için yaramazlık yapıp durmuş çünkü sadece o zamanlarda Sönmez hanım onunla ilgilenip varlığını görebilmiş. Alev aslında ne yaptıysa annesi onu görsün diye yapıyor ve maalesef ki hatalar da bunun akabinde geldi. Alev’i olduğu gibi görüp, dinleyen, onu dikkate alan tek insan Abdullah olunca Alev de ne yazık ki bir anda ona doğru çekilmeye başladı.

Abdullah bey Alev hiçbir şey yapmadan, kıyaslama olmadan yanında oluyor Alev’in. Derdini anlatmadan anlıyor, yardım istemeden çözüm buluyor Alev’in dertlerine. Alev ailesinden görmediği ilgiyi görüyor Abdullah’ın ilgisinde. Bu yüzden ona karşı zaafı oluşup aklı karışıyor. Bunların hepsi Alev için çok doğal şeyler. O evli bir adamdan hoşlanabilir de sevebilir de birlikte de olabilir. Daha önce yaptığını kendi söylemişti ama ya dini bütün Abdullah bey ona ne oluyor? O nasıl olur da böyle davranabilir bir kadına? Gerçekten arık aklım almıyor.

Yazımı bitirmeden önce içimi dökmek istediğim bir konu daha var; İslam dini kadın erkek ayrımı yapmaksızın günah ve sevap yazdırır. Ama ben diziyi izlerken kendimi cahiliye dönemindeymiş gibi hissediyorum. Erkeklere sonsuz hak tanınıp kadınların birer mal, birer hiç olduğu, söz hakkının olmadığı bir dönem izliyormuş gibi hissediyorum. Madem bize iki farklı ailemin yaşam biçimi, muhafazakârlık ve sekülerlik adı altında bir şeyler sunulacaktı keşke ben bana vaat edileni görebilseydim. Ama maalesef gördüğüm tek şey dini kullanan dinden bihaber yozlaşmış bir aile ve moderniz deyip asla modern olmayan başka bir aile görüyorum. Bana göre ne muhafazakârlık ne de modernlik böyle bir şey değil kimse kusura bakmasın. Diziyi izlerken artık gerçekten zihnen çok yoruluyorum, mantıklı hiçbir şey görmüyorum, en basiti Doğa Fatih’in “ortalık kadını” benzetmesini yuttu, kendi okulunda, şiddet uygulanarak, kolundan sürükleyerek çıkardığı anları unuttu, çocuk gibi azarlanışını yok saydı ama bir duvar kağıdı için çekti gitti. Bu beni tatmin eden bir çatışma değil üzgünüm. Sözde din üzerinden çatışma yapmak istediler ama dinle ilgili zerre bir şey yoktu orda. Pembe de Fatih de sırf Kıvılcım seçti diye böyle davrandılar. Fatih iki ileri bir geri sayarken Doğa’ya olan sözde aşkı artık bana zerre geçmiyor, inandırıcı gelmiyor çok üzgünüm. Ben Fatih’in tüm ailevi çatışmalara rağmen karısının yanında olup onun elini tutmayı bırakmayacak, bu uğurda birlikte hareket edecekler diye beklerken Fatih istisnasız haklı ya da haksız her konuda sadece ailesini destekleyen korkak, bencil bir adam olarak kazındı beynime. Şimdi ben nasıl onun Doğa’ya gerçekten bir eş olacağına inanayım siz söyleyin. Diziyi daha ne kadar izler ve yorumların bilmiyorum ama dediğim gibi artık beni çok yormaya başladı bazı şeyler.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

SANA BİR SIR VERECEĞİM

YAZAR: Büşra K.

Kan bağı olmadan aile olunabilir mi? Bu soruya elbette herkesin verebileceği bir cevabı vardır. Gelin hep birlikte 2013 yılında bu soruyla yola çıkıp hayatlarımıza giren Sana Bir Sır Vereceğim dizisinin soruya verdiği cevaba bakalım: Kızı kaçırılımış acılı bir anne ve garip davranışlar sergileyen oğlunun durumunu anlamaya çalışan bir babanın yolları kesiştiğinde kaderlerinin ortak olduğunu gördüler. Çocukları belli güçlere sahip özel çocuklardı ve bu özel güçlerinin peşinde olan insanlardan kaçmak zorundaydılar. Karşılarına çıkan birkaç çocukla beraber yeni bir semtte, yepyeni insanların karşısında bir aile gibi davranacaklardı. Bu başlarda hiç kolay olmamıştı. Çocukların özel güçleri başlarına dert açıyor, haliyle aile topluma uyum sağlamakta zorlanıyordu. Birbirlerine duydukları güven ve sevgi bağı, onlara bütün zorlukların üstesinden gelmeyi de öğretmişti.

Peki hayata 1-0 geride başlayan bu çocukların dünyaya bakışı nasıldı? Ya da 1-0 önde mi demeliyiz? Bunun cevabını sahip oldukları özel güçlerle Aylin ve Tilki şöyle vermişti: “Bence ceza, çünkü herkes gibi değiliz.” “Hayır bence ödül, çünkü herkes gibi değiliz.” Hafızalarımıza kazınmış olan ikonikleşmiş replikleriyle “Aytil” çiftini de bu diziyle tanıyıp sevmiştik.

Ülkemizde ilk ve tek fantastik dizi olan Sana Bir Sır Vereceğim, yalnızca bir diziden ibaret değildi bizim için. Kendisiyle tanıştığımızda hayatı yeni tanımaya başlayan küçük çocuklardık her birimiz, ondan öğrendiklerimizle ve bize kazandırdığı dostluklarla beraber büyüyüp bugün birer yetişkin haline geldik. Hiçbirimizin kan bağı yoktu, hepimiz tamamen hepimizi tanımıyorduk bile; ama birbirimizden ‘aile’ diye bahsettik hep. Aile olmuştuk çünkü, SBSV Ailesi… Bu dizi bize bunu öğretmişti: en başta da söylediği gibi kan bağı olmadan aile olmayı. Aynı amaçla çıktığımız bu yolda kalplerimizin bir olması yeterdi, yetti de. Bütün sbsv ekibi ve izleyiciler olarak kalben bağlanmıştık birbirimize. Bugün hala hiç kopmamış olduğumuzu görmekse, sahip olduğumuz en büyük hediyemiz.

Yayınlandığı dönemde fırtınalar estiren dizinin fanlarının hazırlamış olduğu derginin görsellerini sizlerle paylaşmaktan gurur duyuyoruz:

SİZ HİÇ BÖYLE GÜZEL KAPAK GÖRDÜNÜZ MÜ?

 

 

ÇOK SEVGİ, BÜYÜK BİR BAĞLILIK: İŞTE KARŞINIZDA SBSV !

 

 

 

İŞTE O BÜYÜLÜ KADRO!

İNANAMIYORUM! RÖPÖRTAJ MI O ?

EKİN KOÇ İLE RÖPORTAJ

DEMET ÖZDEMİR İLE RÖPORTAJ

 

EHHH BİRAZ DA GENEL KÜLTÜR:

ŞİİR DEMOCANDA

 

 

 

Eveeett bu ekranlardan “Sana Bir Sır Vereceğim” gibi çok özel bir dizi geçti. Bilenler bilir ülkemiz fantastik dizi hususunda çok başarılı değildir. Ana akım dediğimiz seyirci de pek yüzüne bakmaz bu işlerin ama bu dizi başkaydı. Kendine bir evren yarattı. O dünyada sosyal medya aleminin gördüğü en tatlı hayran kitlesine sahiplerdi. Bir daha gelir mi böylesi? Elbette gelir ve hatta daha iyisi de gelebilir ama ilkler hem özeldir hem de böylesine samimi bir işin bir daha geleceği de muamma…Yeniden tüm ekibin, yazanın, oynayanın, çekenin ellerine sağlık.

 

İYİ Kİ SBSV…

 

 

Senin İçin Her Şeye Değer (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 25.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Hayat iniş çıkışlarla dolu bir yolculuktur. İnsan tercih bu hayatı tercih ettiği şekilde yaşar ve bedelini öder. Ama iyi ama kötü olur bu ancak bir şekilde olur. Sadi gençlik yıllarından bu yana bir hayat tercihi yaptı ve onu yaşadı. O hayat için, içinde olduğu dünya için bir çok şeyi feda etti ve bir gün bu dünyadan çıkma şansı yakaladı. Ona yeni bir hayat ve yeni bir kimlik verildi. Sadi ikinci şansının bu verilen kimlik olduğunu sanıyordu ta ki onu gözetleme işine verilen polise aşık olana kadar. İnsanın ruhu değişmedikçe, doğru ve yanlış arasındaki farkı net göremez diye düşünüyorum. Songül de Sadi’ye tam olarak bunu yaptı, onun ruhunu besledi, değiştirdi ve şu an karşımızdaki o bambaşka adamı yarattı.

Sadi, yeni hayatına başladığında öğrencileriyle bir kefaret, yardıma ihtiyacı olan çocuklara yardım ederek, zor durumda olanlara yardım eli uzatarak bir hayat yaşayacak, sonra da uygun bir vakitte ölecekti. Sadi’nin en başında planı buydu ama işler pek öyle gitmedi. Songül ile tanıştığında ne ona aşık olacağını ne de onun kendisini bu kadar değiştireceğini tahmin bile etmemiştir diye düşünüyorum. Asıl mesele zaten Sadi’nin değişmesi değil, şu anda yaşadığı hayatı sadece ikinci şansı için değil, Songül için de yaşaması. Hatta sadece onun için bambaşka bir dünya inşa etmeye çalışıyor. Sadi çöplük diye lanse edilen o dünyadan çıkmak için her şeyi geride bırakan bir adam ama o dünya bir noktada Songül’e zarar verme noktasına gelince, Sadi’nin gözü ne ikinci şans ne de yeni hayatını gördü. Gözünü kırpmadan kendisini yeniden o dünyanın içine gireceği bir konumda buldu ve bundan zerrece pişmanlık da duymadı. Halbuki Sadi bugüne kadar geçmişini anmak dahi istemeyen, Emin ile ilgili bir çok şeyden nefret eden bir adamdı. Hatırlarsanız onun geçmişi Songül’ü kafasına silah dayama noktasına getirince bütün kimliklerinden sıyrılarak hayatını sonlandırmaya karar vermiş, Songül yetişmese gerçekten onun hikayesi orada bitecekti. Sadi’nin kendiyle ve de geçmişiyle barışmaya başladığı anda da tam olarak o andı. Zira orada Sadi Payaslı olarak değil baya baya Emin’di ve Songül onu ölümden çekip aldı. Sadi tam da o an anladı karısının komple, her şeyiyle kendisini sevdiğini, değer verdiğini. Abartmak istemem ama bence Sadi’nin kalbi, ruhu bence tam olarak o an çiçeklendi, tüm ama ve fakatlardan kurtularak kendini bu sevginin kollarına bıraktı diye düşünüyorum.

Ne demiş üstad?” Her şey bir insanı sevmekle başlar…” Sadi bir kaç sene kefaret ödeyip sonra da kendini yok etmek için başladığı yeni hayatında artık gelecek planları yapan, hayatına devam etmek isteyen birine dönüştü. Sabah uyandığında aynada gördüğü adama artık kızmıyor. Onun artık kızgın ya da üzgün olması için bir sebebi yok çünkü her sabah onu karşılayan, seven bir kalp var hayatında. Sadi kendisine böyle bir şeyin hayalini kurmaya bile izin vermezken, şimdi bunu Songül ile paylaşıp, mutluluğun tadını çıkarıyor.

Songül çevresine sevgi saçan, mutlu olduğunda herkes mutlu olsun isteyen bir kadın. Tüm hayatı acılar içinde geçmiş olsa da hayat ona da bir yol sundu ve nefret ederek girdiği hayat onun nefes alma alanı oldu. Songül için hep diyorum ya Sadi’nin içinden bambaşka bir adam çıkardı diye peki size sormak istiyorum. Sizce Songül bunu kasten, bilerek ve özel çaba ile mi yaptı? Kesinlikle hayır. Songül sadece olduğu gibi davrandı, kalbindeki ışıkla Sadi’nin karanlığına güneş gibi doğdu o kadar. Sadece severek, önemseyerek, hayatta herkesin ikinci şansa, sevilmeye layık olduğunu göstererek yaptı bunu. Halbuki 12 yaşından bu yana Songül de sevgisiz, eksik büyüdü ancak o Sadi’den farklı olarak kalbini karartmadı. Aksine o küçük kızın umutlarını, hayallerini, neşesini hep saklı tutmuş içinde ve gün gelip de aşık olunca, ruh eşini bulunca o çocuk olduğu gibi ortaya çıktı. Hayatında her şeyi tek başına yapmaya çalışırken şimdi onu kendisinden de önce düşünen, her hareketini izleyen, aldığı nefesi nefesi sayan bir adamla olmanın huzurunu yaşıyor. Bu hayatın mucizesi, aşkın en güzel sonucudur diye düşünüyorum.

Songül ve Sadi sıradan bir karı koca hayatı  yaşayan bir çift değil. Birbirlerine çok aşık bir çfit olmalarının yanı sıra onlar iş ortağı, arkadaş hatta suç ortağı bile oldular. İki insanın birbirine aynı anda bu kadar farklı şekilde bağlanmasını sadece aşkla açıklamak bence mümkün değil. Sadi ve Songül birbirlerine büyük bir aşkla bağlı ancak o kadarla sınırlı değil diye düşünüyorum. Bence onlar aşık olmadan önce birilerine güvenip, inandılar, arkadaş oldular aşk akabinde geldi. Buna kısaca bağlılık da diyebiliriz diye düşünüyorum. Sadi ve Songül birbirlerine kalpten bağlı, çıktıkları her yol ortak, varmak istedikleri her yere birlikte varmak istiyorlar bence bir insan böyle birine sahipse çok da fazlasına ihtiyacı kalmaz diye düşünüyorum.

Songül yılan ekibiyle Sadi’nin tüm itirazlarına rağmen bir kumarhanede gizli göreve gitti ve tabii ki ne Taylan ne de kendisi hiç bir şey bilmediği için sudan çıkmış balığa döndüler. Rulet masasına ilerlerken birden operasyona Sadi’nin dahil olmasıyla içeride işler iyice karıştı. Songül’ün kocasını orada görmesine şaşırmamasına ya da sevinmesi anladım ama huysuz şirin lakabıyla bilinen bir başkomiserin buna ses çıkarmaması beni oldukça şaşırttı. Hatta ayak uydurması, Sadi’nin kurallarıyla oynaması derken bana biraz kal geldi arkadaşlar şimdi ne yalan söyleyeyim?

Başa dönelim, Sadi ve Songül ilk kez gizli görevde değiller. Daha önce de defalarca kez başka karakter ve rollerde gizli göreve çıktılar. Talat ve Afife sonrası da Alfonso ve Frenceska olarak bambaşka kimliklerle rollerini müthiş oynadılar diye düşünüyorum. Burada bir parantez açmam lazım, Sadi’nin karısına ya da diğerlerine güvenmediğini sanmıyorum. Ama daha iki gün önce ölümden çekip aldığı karısını, daha Kırdarlar yakalanmadan tek kişiyle hem de hiç bilmedikleri, bulunmadıkları, nasıl davranacaklarını bilmedikleri bir yere tek göndermesi mümkün değildi. Servet defalarca kez Songül’ü öldürmek istemişken,bunu onu yalnız ya da korumasız gördüğü her an yeniden yapacağı ihtimali ortada dururken Sadi daha önce de dediği gibi evde oturup, belgesel izlemez. Bu yüzden Taylan ve Songül’ün operasyonunun tam ortasına daldı. Az önce de dediğim gibi Taylan gibi birinin Sadi’yi bu kadar kolay kabul etmesi benim bütün antenlerimi açmama sebep oldu.

Taylan ve Ahmet başsavcı başından beri Sadi’ye kendilerinden biri gibi davranıyor. Semih hiç böyle değildi ama onlar böyle devranmaya devam ettikçe ben bir karıştım. Özellikle de Taylan ile başlamak istiyorum. Şimdi bu adam değişti desem Bahri ve Melike’ye de aynı şekilde yumuşak davranması lazım diye düşünüyorum. Ancak nedense öyle değil. Bu kartal ateşi operasyonunun altından ne çıkar bilemem ancak sandığımız gibi sadece dışarıdan desteklenen bir şey olmadığını düşünmeye başladım.

Öncelikle böyle düşünmemin en önemli sebebi böylesine büyük bir operasyonu Sadi’nin bilip, Songül’ün bilmemesi. Şimdi ben kendimce Songül bilmiyor diye kabul ettim, çünkü bugüne kadar daha bir kere bile Songül bu kelimeye bir tepki vermedi. Defalarca hem Sadi hem de Taylan söyledi ama Songül asla tepki vermiyor ya da onun ağzından bu kelimeyi hiç duymuyoruz. Size komplo teorisi gibi gelmesin ama bu operasyonun doğrudan Sadi ile ilgisi olduğunu düşünmeye başladım ben. Başka bir yere çıkmıyor mesele, her nedense bu işin sonunda Sadi’nin çok önemli bir rolü olacak ama bunu şimdilik Songül’ün bilmemesini sağlamaya çalışıyorlar diye düşünüyorum. Sadi’nin ikinci şansı için bu iş nereye varacak bilmiyorum ama Sadi, Songül yanında olduğu sürece onun için her şeye göğüs gerecek kadar güçlü ve sadece kartal ateşi değil her şeye, herkese yetişecek kadar güçlü bir adam olduğunu düşünüyorum.

Sadi bu hayata kaybedilen bir kız çocuğu için girdi ancak bir çocuğun ölmesi için sadece hayatının sona ermesi gerekmez. Sadece doğacak Busenaz’ın değil, Sadi’nin yanı başında solan çiçek Melek’in de hocasına çok ihtiyacı var…

Ah Melek, ah… Bu hafta beni perişan etti desem yalan olmaz. Melek bizim hikayemizin sesi en duyulmayan ama en güçlü kız çocuğuydu. Bir kabusun içinde yaşarken sesi çıkmadı zira o sesi kimse duymaz diye düşünüyordu. Melek, sırf annesine zarar veriyor diye üvey babasını sakatlayarak cezaevine giren bir kız çocuğu. Bir delikte yaşayan Melek, eve döndüğünde ıslah evinden çok daha kötü bir cehennem onu bekliyordu. Zira babası sadece annesini döven değil, Melek’i de istismar etmek isteyen bir canavar. Melek uzunca süre sesini annesine duyurmak istedi. Bağırdı, çağırdı, anlattı ama ne yazık ki olmadı. Aygün, kızının sesini asla duymadı. Ona hiç inanmadı. Belki zamanında inansa, o evi terk etse, kızıyla yeni bir hayat istese bugün ne cezaevine girecekti, ne de Melek başına gelen o felaketi yaşayacaktı. Aygün, sonunda kızını duydu ama onu dinlerken değil, Celal ona tecavüz etmek isterken Melek’in korku ve çaresizlikle attığı çığlığı duydu. Aygün bugüne kadar olanların kefaretini ödemek ister gibi her şeyi üstüne alarak, kızının adını bu işin dışında tutmak istedi. Açıkçası ona çok kızsam da yapmaya çalıştığı şeyi anladım. Kızına inanmayan bir anne olarak, Melek daha fazla hırpalanmasın, bunu kimse duymasın diye tüm sorumluluğu üstüne almak istedi ancak buna bir kişi asla inanmadı : Songül.

Melek ve Aygün teslim olmaya geldiklerinde onları emniyette Songül karşıladı. Olanlar anlatılırken Songül’ün yüzünde bir ifade vardı ve zaten Melek’e dokunduğunda onun irkilip, canının yanması Songül’ün aklına başka bir olasılık getirmemiştir. Üvey baba, eline aldığı bıçakla kocasını öldürmeye kalkan bir anne, canı yanan, ürkek bir kız çocuğu… Zaten başka ne olabilir ki? Adli vakalarla biraz haşır neşir olan herkesin aklına ilk nu ihtimal gelecek ki Songül tüm sevgisiyle sardı Melek’i, korumak ister gibi acısını almak ister gibi sarıldı. Dahası ondan daha küçük bir yaşta kimsesiz kalan bir çocuk olduğu için onun yaralarını sarmak istedi ve bence bunu biraz da olsa başardı diye düşünüyorum.

Melek emniyetten Zülfikar ile ayrılıp da okula geldiğinde başı öndeydi. Hep ama hep önde… Aylin’i omzuna yatarken de Sadi ile konuşurken de omuzlar içerideydi zira her kız çocuğu gibi başına gelen şeyden ötürü utanıyor. Sadi, Melek ile konuşurken onunla belli bir mesafedeydi ancak Melek’e verdiği güven buradan bile anlaşıldı. Melek için Sadi çok özlemiş ama biz bunu pek anlamamışız. Zira bakar mısınız? Melek sadece ona açtı içini, ona döktü. Utandığını söyledi. Songül, Melek’in yalnızlığını ve nasıl olduysa Sadi de çaresizliğini anladı. Hayatta güzel şeyler de oluyor derken, arkadaşlarını, Songül ve kendisini söylerken ona umudunu kaybetmemesini, çaresiz olmadığını anlatıyordu. Melek şimdi kendini berbat hissetse de artık onu, hayatını bitirmek isteyen bir cani yok yanında, yalnız değil. Zaman geçtikçe daha da güçlenerek, ayağa kalkacağına eminim. Melek çok güçlü bir insan, bunu da başaracak. Başına gelenlerin ardından yıkılmayacak diğer kale kim biliyor musunuz? Mert Yılmaz.

Mert sonunda üzerine atılan iftiradan kurtulup, yeniden evine, ablasına, arkadaşlarına kavuştu. Ancak giden adamla dönen adam arasında dağlar kadar fark var. Mert daha sert, daha güçlü geri geldi. Evde yemek masasında bir şeyler söylerken aslında eksikliğini anlatıyordu. Mert, Derya yüzünden hayatı oradan oraya sürgün hayatı yaşamakla geçmiş. Yanında ne anne diyeceği biri ne de babası vardı. Derya bir şekilde kendisi anne olamadığı için, yani neden demedi hala muamma ama şu anda bile bu yalanı ısrarla devam ettiriyor. Hatta öyle bir tavrı var ki, ben anne olamadım Sadi de baba olmasın, tatmasın bu duyguyu kafasında ilerliyor. Derya’nın geçmişteki sebebini bilmiyorum ama şu anda bunu söylememesi için bir sebep olduğunu sanmıyorum. Zaten Mert babasıyla bir çok özel zamanı kaçırdı, asla ileride doğacak Busenaz ya da adı ne olacaksa o küçük çocuğun kuracağı bir bağ gibi bir ilişkisi olamayacak zira o çocuk hem istenen hem de bir evlilik içinde doğan, Sadi’nin dizinin dibinde büyüyecek bir çocuk olacak. Mert’in asla sahip olmayacağı şeyler bunlarken, başına gelenlerin ardından en azından sırtını dayayacağı bir babasının olmasını hak ettiğini düşünüyorum. Derya, Sadi’ye olan öfkesinden ne bunu ne de Kıvanç’ın dengeeizliklerini fark edemiyor. Anlıyorum bir yandan oğlunu kaybetme korkusu fa yaşıyor ancak en azından babasına söylese, bu durumu bir şekilde toparlarlardı diye düşünüyorum. Şimdi hele bir de Servet’in Mert’e bulaştığını öğrenen Sadi’ bin Derya karşısında çok da sakin kalmayacağını düşünüyorum.

Servet demişken, artık yolun sonu geldi demiştim. Teknede Songül’ü öldürmek için tekneyi batırmak istedi ancak Sadi’nin manevra kabiliyetini, on parmağında on marifet olduğunu bilmediği için yapamadı. Ancak kafasına koydu, Songül’ün sonunu getirecek. Açıkçası ben Servet’in aşırı takıntılı ve ruhsal sorunları olan biri olduğunu düşünüyorum. Aksi halde göz göre göre bu kadar hatayı kimse yapmaz. Ancak güç onu kör etmiş, Songül’ün üstüne geldiğini, polis olduğunu bile bile onlara tuzak kurdu. Servet bence hırsının kurbanı olacak ama orada bir tanıdık yüz daha karşımıza çıktı : Gizem.

Gizem küçük torun için o evde kalırken, Mert’in başına gelenleri duyunca kendisinin de hedef olduğunu düşünerek ya da bağına bir şey gelmesi ihtimaline karşı Araz’ın silahını çaldı. Songül ve Sadi tam tuzağa düşmüşken karşılarında Gizem’i buldu. Şimdi ne olacak bilmiyorum ama Afife ve Talat hem kendilerini, hem Gizem’i hem de küçük Aslı’yı o cehennemden sağ salim çıkarmak zorundalar. Yapacaklar mı, bakak görek artık.

Uzun zamandır izlediğim en güzel bölümlerden birini izlediğim için tüm ekibe, senaristlerimize, başta Devrim Özkan ve Ertan Saban olmak üzere tüm oyunculara ve kamera arkasında çalışan set emekçilerine teşekkür ederim. Gönlünüze bereket.
Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Geçmişin Gölgesinde (Sıfırıncı Gün, 3.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta vurucu bir sahneyle veda etmiştik Sıfırıncı Gün’e. Salih’in adamlarının koyduğu bomba ile ekip havaya uçacak mı diye sorarken, bir anda o masada kendi çocuğunun da olduğunu öğrenen Salih için işler bir anda değişik bir hal aldı. Açıkçası ben çocuğu olmasaydı da onların ölmesine izin vermeyeceğini düşünüyorum. Zira öncesinde de ölüm emri değil, izleme emri vermiş gibi duruyor.

Salih bomba meselesini öğrenir öğrenmez yola çıktı ve ekiple aynı masada buldu kendini. Salih bir yandan çocukları masanın altındaki bombaya yönlendirmeye çalışırken diğer yandan da çocuğunun kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Salih hem ekibe yaklaşmaya çalışırken diğer yandan da onların hayatını kurtarmak için büyük bir çaba sarf etti. Salih’in ekibin tamamını öldürme niyetinde olduğunu hiç düşünmüyorum, aksine onların neler bildiğini öğrenip, her daim göz önünde tutmak istedi diye düşünüyorum. Kadir’i neden öldürdü, ya da bu duruma nasıl geldiler ya da o mu yaptı bilmiyorum ama Salih’in girdiği yoldan geri dönmesinin artık çok zor olduğunu düşünüyorum.

Salih karakter olarak tam bir manipülasyon ustası olarak çıktı karşımıza. Etrafındaki herkesi, her şeyi istediği duruma ikna eder gibi düşünmeme sebep olmaya başladı. Bunu öncelikle etrafındaki insanlara uyguladığı hakimiyetle anladım. Salih her şeyi bir şekilde kontrol ediyor, her yerde müthiş bir hakimiyeti var ve insanlar üzerindeki etkisi de öyle küçük değil ki biz bunu hem Nisan hem de Selin ile olan ilişkisinde de net olarak görüyoruz diye düşünüyorum. Salih, çocuğunun hayatta olduğunu öğrendiği andan itibaren ekibin içine iki koldan sızarak hem kendi çocuğunu bulmak hem de ekibin legal, illegal tüm operasyon ağlarını avucunun içine aldı. Burada özellikle Nisan ile kurduğu bağ ileride ekibin kendi içerisinde de sorunlar yaşamasına sebep olacaktır diye düşünüyorum.

Nisan uzun zamandır, abisinin, Kadir Babasının katillerinin peşinde dolaşırken, her ihtimalin altını kazırken birden karşısına çıkan Salih’le artık kan mı çekti dersiniz, ne dersiniz bilemiyorum ama bir bağ kurdu. Ona yavaş yavaş güvendiğini hissediyorum. Şimdi iki arkadaşının polisliği bitmiş, her gün bir tuzağa uyanırken neden bu kadar kolay inandığını düşündüm. Bence Nisan için bu hayatta ne olursa olsun sözüne güvendiği üç insan var : Özgür, Kadir ve Meriç. Salih de Kadir’in tanıdığı, güvendiği biri olarak çıktı karşısına ve sanırım babam seviyorsa kötü değildir diye düşünerek sorgusuz sualsiz güvendi diye düşünüyorum. Bir de tabi Salih’in eski bir polis olarak onlara yardım etmesi, Kadir’in anısına saygı duyması gibi etmenler birleşince Nisan, Salih’e güvendi.

Diğer yandan Selin’e de değinmek istiyorum. Salih ve Selin arasında adını koyamadığım ama kökleri çok derine inen bir bağ var gibi hissediyorum. Salih’in ağzından çıkan Selin için kanun hükmünde ve hiç bir sözünü tartışmaya dahi açmıyor. Salih ondan bir şeyler yapmasını istiyor, sebebini bile sormuyor. Buradaki bu bağın sebebini merak etmeden duramıyorum. Ya bir can bağı ya da bir baba kız ilişkisi bence bunun sebebi diye düşünüyorum. Aralarında duygusal anlamdaki bağ aşk olamayacak kadar saf duruyor. Aşk komplike bir duygudur. İçinde bir çok duyguyu barındırır ancak burada böyle bir şey yok. Daha çok saf ama güçlü bir bağ hissediyorum. Salih sayesinde Selin şimdilik Mert ve dolayısıyla ekibin hayatına dahil olmuş gibi duruyor, bu ilişki nereye gider bilmiyorum ama Selin için çok zor bir duruma sebep olacağını düşünüyorum.

Selin ve Mert arasında şimdilik iş gibi duran ama bence çok daha farklı bir bağ kurulmaya başladı. Mert, Selin’e şimdilik aşk gözüyle bakmasa da bence ona saygı duyuyor. Özelikle de küçük bir kız çocuğunu onun sayesinde babasına kavuşturunca, Mert’in Selin’e bakış açısı değişti diye düşünüyorum. Bu ikisi arasındaki ilişki bir süre bu şekilde iş çerçevesinde devam eder ancak her şey ortaya çıktığında Mert’in Selin’e vereceği tepki beni korkutuyor. Mert o kadar uzun zamandır kontrolsüz devam ediyor ki onu ekip zor tutuyor. Bunun sebebi de Kadir’in ölümü. Bununla doğrudan ya da dolaylı şekilde bağlantılı olduğu biriyle böyle yakın ilişkiler kurması kendini ihanete uğramış gibi hissetmesine sebep olursa, zaten deli fişek olan Mert’i kim durdurur bilemiyor ve hatta tahayyül edemiyorum.

Mert ekibin en delisi ama onun böyle olmasının altında yatan sebepler ortaya çıktıkça daha iyi anlamaya başladım. Mert, babasını kollarının arasında kaybetmiş, ölümle küçücük yaşında tanışmış bir çocuk. Kadir ona sahip çıkmasa belki  de ya ölü ya da suçlu olacaktı ancak o polis oldu. Mert’in emir almaya çok müsait bir bünyesi yok, almıyor da zaten. Daha önce babası gibi gördüğü Kadir’i takip etmiş, şimdi de kardeşi gibi gördüğü Özgür ve ekibini takip ediyor. Yoksa birinin ona kolay kolay emir verip, yönetebileceğini sanmıyorum. Bu sebeple şu anda kendi güvenli alanında, arkadaşlarının yanında, yani ailesi bildiği insanlarka yoluna devam ediyor.

Mert karakteri itibariyle Fatih’e de asla güvenmiyor diye düşünüyorum. Ancak Özgür’ün onun teklifini kabul etmesi, Mert için yeter de artar bile. Bir de işin ucunda Kadir ve arkadaşlarının katilini bulmak olduğu için şimdilik ya sabır çeke çeke görevine devam ediyor. Ben açıkçası Özgür ve Mert gibi birbirine taban tabana zıt iki karakterin nasıl bu kadar iyi anlaştığını da sorguladım ve ulaştığım cevap beni çok üzdü. İkisi de aynı yerden yaralı. Mert babasının ölümünü izlemiş, Özgür de babasının gözden çıkardığı bir çocuk. Bu iki adam da Kadir tarafından sahiplenilmiş belli ki ve polis olmuşlar. İkisi de aynı yollardan mı geçti bilmiyorum ama kalbini gördüğün bir insanı sevip , yanına yoldaş etmişsen geride kalan farklılıkların çok da bir önemi kalmıyor diye düşünüyorum.

Özgür’le ilgili her şey hala çok flu ama en azından ailesel bazı travmalarının olduğunu öğrendim. Özgür’ün babası bir huzur evinde sanırım ve oğlu ile görüşmek dahi istemiyor. Ne yaşandı da bu hale geldiler bilmiyorum ama bu durumun Özgür’de bazı şeylerin değişmesine sebep olduğu aşikar. Mesela babası varken bir başkasına baba demiş, onu öylr görmüş biri, o. Kadir öldüğünde kendi öz babası gibi cenazesini alıp, herkesi toplayan da Özgür’den başkası değildi. Burada ciddi bir sorumluluk ve hayatındaki insanlara kol kanat geren bir insan görüntüsü çiziyor. Özellikle de olanlardan sonra elinde kalan, tek tutunduğu dal kalan Nisan’a karşı korkunç bir koruma kalkanı geliştirdi. Özgür için artık sevdikleri söz konusu olduğunda o sakin halinden eser kalmadığını bomba olayında gördüm ve size bir sır vereyim mi? Özgür’ün kontrolden çıkması an meselesidir.

Özgür restorandaki bomba meselesinden sonra özellikle Nisan hususunda oldukça hassas birine dönüştü diye düşünüyorum. Mesela Nisan’dan olaylardan uzak duracağına dair söz almasına rağmen onu bir dakika bile boş bırakmadı. Zira sevdiği kadını da inadını da gayet iyi biliyor. Özgür, Nisan olayların dışında kalsın diye uğraştıkça tam tersinin olduğunu onu bombacının elinden alana kadar fark etmedi. Nisan kendisi dışında birinin bir şey yapmadığımı düşündükçe kendini daha da riske attı. Ben burada Özgür’ün de bir aydınlanma yaşadığını düşünüyorum. Ya Nisan’ a gerçekleri söylemesi gerekiyordu ya da sevdiği kızın bir sonrakine belki de cesedini alacaktı ki bu sebeple sonunda içinde ne varsa dökmeye başladı.

Özgür, Kadir amire verdiği söz, Nisan’ı koruma içgüdüsüyle tüm hayatını bir belirsizliğin içine hapsetti. Geleceği belli değil, nereye gideceği ne yapacağı her şey bir anda toza döndü. Nisan’ı herkesten korumak istiyor ama bir yandan da etrafı sürekli birileri tarafından kuşatılırken yanı başında, üstelik de polis olan bir kadını uzak tutmak hiç de kolay değil. İş bomba koymaya kadar gelince zaten dengesini de iyice kaybedince Nisan’a anlattı ama ben yine de onun çok da uzak duracağını hala sanmıyorum. Özgür nasıl ki en sevdiklerini kaybetmemek için savaşıyor, aynı şekilde benzer bir savaşı da Nisan veriyor. Ailesini , baba gibi gördüğü insanı kaybeden Nisan da sevdiklerini, Özgür’dü kaybetmemek için bu savaşın içinde yer almaya karar verdi ve Özgür’ün bunu durduramayacağını anlaması lazım diye düşünüyorum. Hele de kapılarına kadar gelen Salih gibi bir düşman varken, birlik olmaları daha önemli.

Salih ve ekip ilk kez fiziksel olarak karşı karşıya geldi. Büyük bir operasyon oldu ve ekip neredeyse Salih’i ele geçirecekti. Salih yine son anda bir hamleyle kendini kurtardı ancak geride bir de delil bıraktı. Ekip ondan bunu çözer mi bilmiyorum ama Salih kendine olan güveni, zekasına olan itimatı ve Nisan’la kurmak istediği bağ yüzünden bir şekilde yakayı ele verebilir diye düşünüyorum.

Salih sonunda kızının kim olduğunu öğrendi. Nisan’ın kapısına gitti ve büyük ihtimalle de gerçeği ona söylemek isteyerek gitti oraya. Geçmişte olanlar neyse, hala kendini haklı gördüğü için bu konuda da kendisini suçlayacağını hiç sanmıyorum ama Nisan öz babasına ne diyecek? Nasıl bir hisle hareket edecek ya da öğrenecek mi onu bilemiyorum. Bekleyip, göreceğiz.

Yazıma burada son veriyorum. Açıkçası haftalardır ana karakterlerden olan Özgür’ün motivasyon ve ilerleme kaynaklarını merak ediyorum ancak bu hafta da hala elimizde pek bir şey yok. Bu da dizinin akıcılığına ciddi şekilde ket vuruyor. Özgür ile olan sahnelerin dinamiği yok oluyor. Umarım yeni bölümle birlikte o kısım biraz daha hareket kazanır, haftaya görüşmek üzere.
Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

AŞKSIN SEN (Kızılcık Şerbeti, 11.bölüm)

Yazar : Simay DEMİR 

İlişkiler hayatımızın her anında var olan ve bizi biz yapan şeylerdir. Arkadaşlık, dostluk ilişkisi, ebeveyn evlat, karı koca, patron çalışan ve daha sayamadığım onlarca ilişki var sürdürdüğümüz. Yaşantımızın çoğu bu ilişkilere göre yön bulur ve çoğunlukla mutluluğunuz da huzurumuz da bu ilişkilere bağlıdır. Çok sevdiğiniz bir arkadaşınız mesela size kızıp küstüğünde, yahut size artık değer vermediğini düşündüğünüzde o an oluşan üzüntü bütün bir gününüzü etkileyebilecek nitelikte. Yahut çalışan herkesin bildiği patron ve üstlerin uyguladığı mobbing hayatın ta kendisi ve hayatımızın zindan olma, yaptığımız işten zevk almama, işe istekli gelmeme sebeplerin başında geliyor bana kalırsa. Bunun aynısının evlilik ve aşk ilişkisinde de geçerli olduğunu düşünüyorum. Partnerimiz bizi anlayıp dinlemiyorsa, bize kendimizi değerli hissettirmiyorsa, o ilişkiden mutsuz olmamız kaçınılmaz olur. Doğa mesela, Fatih onu dinlediğinde, kararlarına saygı duyduğunda onun hatırı için bir şeyler yaptığında yüzündeki gülücük asla eksilmiyor. Ama tam tersi bir durumda Doğa’nın mutsuzluğu gözyaşı olup güzel gözlerinden süzülüveriyor dışarı.

Bu hafta Doğa ve Fatih’i ağzım kulaklarımda izledim desem yeridir. Fatih’in eşine kıyamayan tavırları, karısı istiyor diye erik turşusu bulma çabası, tatil planını hemen kabul edip hayata geçirmek istemesi bana çok tatlı göründü. Demek ki isteyince oluyormuş değil mi dedirtti. İkisinin çok farklı yanları olsa da birbirlerini dinledikleri zaman aslında gayet farklılıklarını aşabilecek, ortak yolu bulabilecek olgunlukta insanlar ama evli bir çift olarak öyle bir olgunluğa sahipler mi diye sorarsanız, cevabım şu an için hala hayır olur. Çünkü daha kendi kararlarını arkasında duramıyorlar, onlarında birer birey olduklarını gösterebilmiş değiller. Dahası Umut’un Nursema’ya söylediği bir söz onlara uygulandığında o noktaya gelmeleri biraz zaman alacak gibi duruyor. “Evlilikte ben kendimden biraz vereceğim, sen kendinden biraz vereceksin bu sayede ödün verdiklerimizin hesabı olmayacak.” Halbuki ikisi de hala tartışma sırasında ben senin için şunu yaptım, sen benim için bunu yapmadım kıyaslamasına giriyorlar. Fatih ve Doğa’nın ilişkisi yavaş yavaş rayına girmeye başlarken Kıvılcım ve Ömer’in romantik akşamı hayatın buz gibi gerçekleriyle yerini bir kabusa bıraktı ve ilişkileri ilk kez sınanmaya başlandı.

Kıvılcım Ömer’e tam anlamıyla güvenip kendisini teslim etmişken Ömer’in söyleyemediği gerçekler Kıvılcım’a bir tokat olarak geri döndü. Ben çok istemiştim olaylar bu raddeye gelmeden Ömer kendisini Kıvılcım’a anlatsın ama Ömer’in onu tamamen kaybederim korkusu belki de bu ilişkinin sonu oldu. Ömer sırf evli olduğunu öğrenirse bir daha yüzüne bakmaz diye ondan hayatının en büyük gerçeğini sakladı. Ama bence bu evliliğin ardında bambaşka şeyler var. Söylenenleri kafamda birleştirmeye çalışıyorum hala bir eksik var ama Pembe’nin “Ömer ve Leman konusu başka, orda çok yaşanmış acılar var.” Demesi, Ömer’in yakınmaları, Abdullah’ın “Verilmiş sözler vardı ve sen ailemiz için fedakarlık yapmak zorunda kaldın” sözleri bana bambaşka şeyler döndüğü izlenimi veriyor. Ömer zaten sevmediği, kalbini vermediği, görücü usulü biriyle tanışıp, sırf ailesinin gelenekleri var diye evlenecek karakterde biri değil. Bu yüzden geçmişte ne yaşandı, Ömer neden evlenmek zorunda kaldı, bu emanet meselesi ne? Aşırı merak ediyorum doğrusu. Yine de Kıvılcım şu an için bunların hiçbirini bilmiyorken sırf Leman eve geldi diye kendinden nefret etme noktasına gelmişken, Leman’dan hala evli olduklarını öğrendiğinde kendisine de Ömer’e de çok şeyler yaşatacak maalesef.

Kıvılcım gururu için yaşayan bir kadın, etrafındakilerin düşüncesi onun için çok önemli. Ama şimdi evli bir adamı baştan çıkarmaya çalışan, metres konumuna düştü. Bu onun için çok ağır bir durum. Üstelik hiç kimsenin onaylamayacağını düşündüğü bir ilişkiyi dahi yaşamayı kabul etmişken Ömer’in ona böyle bir şey söylememiş olması Ömer’le aralarına koca koca uçurumlar koyacak gibi duruyor. Şimdi ne olur Ömer kendini Kıvılcım’a nasıl ifade eder bilmiyorum ama umarım Kıvılcım kendini tamamen kapatmaz. Zira bu ikisinin de hak etmediği bir şey. Kıvılcım Ömer ikilisi kadar sevdiğim bir çift daha var; Nursema ve Umut.

Umut ve Nursema’yı her izlediğimde “Umut sen ne güzel bir adamsın” diye geçiriyorum içimden. Nursema’ya karşı olan o nahif tavırları, Nursema’nın durumunu anlayıp asla üstüne gitmemesi, ona destek olup yapabilecekleri için cesaretlendirmesi ve bence en önemlisi ona değer verdiğini her an hissettirip yanında olması Nursema için paha biçilemez. Üstelik fedakarlığı bilen, farklılıkları görüp ona göre davranan iki taraf var, bu yüzden ben Doğa ve Fatih gibi çok büyük çatışma yaşayacaklarını düşünmüyorum. Tabi ki onların en büyük engeli farklılıklarından ziyade Pembe olacağını düşünüyorum.

Ben Pembe’den yakınmaktan bıktım Pembe otuz yaşındaki kızına eziyet etmekten bıkmadı. Bazen Pembe’nin ne yapmaya çalıştığını cidden aklım almıyor, bir insan çocuklarının arasında nasıl bu kadar ayrımcı olabilir? Oğlu dizinin dibinde olsun diye antlar verdiren, iki günlük tatile yollamayan, küçük oğlu otel aldı büyük oğlu üzülecek diye otel aldırmak isteyen kadın, kızı sergi açmak üstelik bunu babasının gücü olmadan yapmak istiyor, kendi ayakları üstünde durmak istiyor diye bağırıp çağırıyor, kısıtlamalar koyuyor. Bakın çok açık söylüyorum toplumu bu hale getiren, kadınları kocalarına muhtaç bırakan, her türlü şiddete, hakarete susmasını öğütleyen yine Pembe zihniyetinde insanlar. Kimse kusuruma bakmasın bu dindarlık ya da muhafazakârlık falan değil, bu bildiğin dini çıkarları için kullanmak. Fakat burada Kıvılcım’a da bir parantez açmak gerekiyor. Evet Kıvılcım’ın tüm savaşı çocukları kendi ayakları üzerinde dursun diye ki bunu gerçekten takdir edip çok da saygı duyuyorum. Ama Kıvılcım tersi bir durum için kızlarının üstüne gitse de o da zamanında Doğa’ya aynı şeyi yaptı. Fatih’i kendi kriterlerine göre beğenmediği için Doğa’dan ondan ayrılmasını istedi, aynı şekilde elinden telefonunu alıp odaya hapsetti ve rızası dahi olmadan çocuğunu aldırmak istedi. Şu an Nursema’ya uygulanan baskının aynısını Doğa da yaşadı. Pembe de Kıvılcım da çocukları dahi olsa asla onlara böyle davranma hakkına sahip değil.

 Kimse kusuruma bakmasın ama Fatih’te tam annesinin oğlu; her şey onun istediği gibi olsun, herkes önce ona saygı duysun derdinde. Bebeğinin olmasını bile erkek olup Ünal ailesine bir veliaht verme düşüncesinden başka bir şey değil. Doktora ilk gittiklerinde mesela Doğa bebeğin sağlığını sorarken Fatih cinsiyetini sordu, Doğa hevesli hevesli kendilerine ait bir dünya ve gelecek ile ilgili rüyasını anlatırken onun yine tek sorduğu şey bebeğin cinsiyeti oldu. Önceliği asla Doğa, bebeği ya da hamilelik falan değil sadece babasının kucağına vereceği erkek torun derdinde hepsi bu. Aslında bu hafta gördük ki aile sorunları, üçüncü şahısların müdahalesi olmadan, kendilerine odaklandıkları zaman onlar çok güzel bir aile olabilecek durumdalar. Fatih Doğa’yı kırıp dökmeden dinlediğinde, Doğa ortak bir yol bulmaya çalıştığında ve ikisinin de mutlu olacağı bir karar verilmiş olduğunda yani aileler işin içine girmediğinde gayet sürdürülebilir bir evlilik hayatları olabileceğini çok net görmüş olduk. Fakat bir yandan, Pembe’nin baskıları, bir yandan Ömer Leman ve Kıvılcım meselesi, öte taraftan Abdullah ve Alev’in durumu suların pekte durulmayacağını gösteriyor.

Abdullah henüz farkında değil ama Alev’in içindeki boşluğu dolduruyor. Hastanede onu gördüğü an kendini çocuk gibi salması buna en büyük işaret bence. Hani çok güçlü görünmek için direniriz de o an çok ihtiyacımız olan kişi çıkıp tüm yaralarımızı saracakmış gibi kendimizi bırakırız ya, işte tam öyle gördüm ben Alev’i. O çoktan Abdullah beyi bir kurtarıcı olarak koymuş bir köşeye. Kendi bunun farkında mı bilmiyorum ama o sarılışı bile bunu çok net ortaya koyuyor. Abdullah beyin şefkati, onu her an korumaya ve kollamaya hazır duruşu Alev’in bilmediği tanımadığı bir duygu bu yüzden onun yanında küçücük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Bunun adını aşk mı koyacak kendince, yoksa bambaşka bir şey mi izleyip göreceğiz.

Kızılcık Şerbeti kadınlarının hepsi bir başka alemde ve hepsi kendimce çok haklı. Burada en nahif olarak Doğa’yı görüyorum. Hamile ve en doğrusu neyse onu yapmaya çalışıyor. Fatih’e çok aşık, bu hafta neredeyse beni de ikna edecek boyuta geldi ancak köprüyü geçme meselesi olduğunu düşünüyorum. Pembe zaten ne Doğa ne Nursema ne başka bir şey varsa yoksa oğulları, Kıvılcım da aynı şekilde sürekli olarak hayat yönetmeye kalkıyor. Nursema ise kendi yolunu bulmak için dişlerini çıkarması gerektiğini hala göremedi. Bakalım vu kadınlar neler yapacak, göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere hoşçakalın.

 

Sen Hep Gül Komiserim (Gelsin Hayat Bildiği Gibi)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Bazı dizi karakterleri vardır, sanki gerçekmiş gibi insan içine sokmak ister, onunla empati kurar,acısıyla hüzünlenir, mutlu olduğu zaman yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız. Bu her zaman olmaz ama bazen işte, ender zamanlarda bu gerçek olur. Songül de böyle bir karakter olarak çıktı karşıma. Onu o kadar sevdim ki ağlarken hüzünlendim, gülerken ondan daha çok mutlu oldum. Onu tanıdıkça şunu çok net söyleyebildim : Songül Acarerk Payaslı bu ekranlardan geçen en güçlü kadınlardan biri, iyi ki onunla yollarımız kesişti. Sizce?

Songül ile ilk tanıştığımda onun kendinden emin, net ve vakur duruşundan çok etkilendim. Emniyet müdürünün odasında sonrasında nedenini öğreneceğimiz bir sebepten İstanbul’a tayin olmak istiyordu. Arkasındaki ekrana yansıyan bir çift mavi gözün tüm hayatını değiştireceğini bilmeden ailesinin intikamının peşinden gidecekti. Aslında müdürünü de ikna etmek üzereydi ki 7Emin lakaplı Emin Güngören, Songül’ün çalıştığı organize şubeye arz-ı endam edene kadar. O andan sonra Songül’ün hayatı asla tahmin edemeyeceği şekilde değişti. Kendi işinde, yalnız ve başarılı bir komiser olarak çalışırken bir anda kendini trafik şubede, Emin’in karısı olarak buldu.

Songül Acarerk hayata hep mücadele etmek zorunda kalanlardan oldu. Hayatını işine adamış, başka bir kişiyi ya da hayali düşünmeden yaşamış bir insandı. Onunla ilk karşılaştığımız zamanları düşünüyorum da, nasıl duvarları yüksek bir insandı değil mi?Songül Komiser oldukça sert, gülmeyen, yalnız olmayı kendine kimlik edinmiş, hayatında idealleri, işi ve ailesinin katillerini yakalama arzusundan başka bir şeyi olmayan bir kadındı. Emin’in teslim olup da tanık koruma programına girmesiyle, adı şimdi Sadi Payaslı olan, hiç tanımadığı bir adamla evlendi, Songül. Hayatıyla ilgili planlarının böyle olmadığını İstanbul’a giderken gizli gizli akıttığı gözyaşlarında gördüm. O kadar istemediği bir duruma düştü ki ne yapsa nereye gitse işin içinden çıkamadı. Artık trafik polisiydi ve yıllarca peşinden koştuğu kötülerden biri olarak gördüğü bir adamın karısı oldu. Songül için hayat planlamadığı şekilde ilerlerken varlığına tahammül edemediği adamın hayatının aşkı olacağını da, onunla birlikte yaşlanma, çocuk hayalleri kuracağını bile düşünmediğine adım kadar eminim. Songül’ün ben Sadi ile tanışana kadar hayal kurduğunu bile sanmıyorum zira kendini öyle bir kapana hapsetmiş ki yaşarken ailesi gibi kendisini ölüme mahkum ettiğinin farkında bile değildi…

Songül, 12 yaşında anne, babasını bir suikast sonucunda yitirmiş, tüm çocukluk hayallerini, gülmeyi, umudu o yaşında bırakmış bir kadın. Anladığım kadarıyla akademiye gidene kadar halası tarafından büyütülmüş, sonrasında da onunla da sağlıklı ilişki kurmadan hayatına devam etmiş. Songül için hep kullandığım yalnızlığı kendine kimlik edinmiş tabirinin çok doğru olduğunu düşünüyorum. Songül, bilinçli bir şekilde hayatına kimseyi almadı bence. Zira Ankara’dan giderken onu kimse ile vedalaşırken görmedim. Kimseye hoşçakal demedi, o telefonu bir kez bile çalmadı. Ya da halasının cenazesinde yanında Sadi ve Yaver dışında kimse yoktu. Buradan da Songül’ün sevilmeden değil, kimseyi yanına sokmadan bir hayat sürdürdüğü anlamı çıkıyor. Bunun bir çok sebebi olabilir ama bence en büyük sebebi Songül bu hikayede sağ çıkma planı olan biri değildi. Ailesinin katillerinin ona da bir şey yapma ihtimalini göz önüne alarak kimseyi geride bırakmak istemedi diye düşünüyorum. Songül’e ilk pusu atıldığında destek ekipleri değil, Sadi’yi arayarak onunla vedalaşmak istedi. Ölmemek için bir çabasını dahi görmedim. Songül onca yıl sadece ailesi için adaleti sağlayacağına inanarak yaşadı bence ve hayatta kalmak, hayal kurmak, ileriye dair umut beslemek bu planların arasında yoktu diye düşünüyorum. İşte tam bu sırada bir şey oldu ve Songül gülmeye, yaşama sevinci duymaya başladı. Tabir-i caizse, yeniden hayata döndü, gülmeye başladı, çevresine insanları almaya, onlarla bağ kurmaya başladı.

Bir insanı bu hayatta en güzel şekilde aşk değiştirir. Aşk insanı değiştirir, geliştirir, umut verir, devam etme isteğinin doğmasına sebep olur. Aşk Songül’ü öyle güzel değiştirdi ki “Hadi bana eyvallah!” diyen kadından “Yaşamak istiyorum!” diyen kadına dönüştü. Az önce size Songül için geride kimseyi bırakmak istememesinden bahsetmiştim ya bunun dışında neden kimseyi hayatına almıyordu biliyor musunuz? Onlara güven duymuyordu. Songül bence Sadi ile tanışana kadar kimseye güvenmeden tek başına hayatını yaşıyordu. Bu yüzden onun planlarından, İstanbul’a gelme sebeplerinden de kimsenin haberi yoktu. O ne zaman düşse tek başına kalkan, kalbinin kırıklarını elleriyle toplayan, kimseye eyvallah etmeden, bağlanmadan yaşayan biriydi. Sonra Sadi girdi hayatına. Ona kısaca “Tüm bunlarla artık tek başına mücadele etmek zorunda değilsin, ben varım” dedi. Songül’ün kendini zorla hapsettiği o gri dünya birden rengarenk oluverdi. Bu aşkın mucizesi değil de nedir?

Songül ağlayarak geldiği, nefret ederek evli rolü yapmak zorunda olduğu insana günden güne aşık oldu. Sadi önce onun önyargılarını kırdı. Hatırlarsanız Songül ilk tanıştıklarında Sadi ile ilgili oldukça netti. Suçlu, o dünyaya ait, güvenilmez biriydi. Hatta ailesi ile ilgili ilk ipuçlarına ulaştığında, Sadi’nin resmini gördüğü anda hükmünü vermişti. Ailesini Emin öldürdü ve sıra da ondaydı. Sadi, kendi kafasına namluyu dayadığında Songül için kırılma noktası oldu. İnandığı her şey ve karşısında kendisine inanmadığı için hayatından vazgeçen bir adam vardı. Belki de hayatında ilk kez biri onun için böyle bir şey yapıyordu ve Songül Sadi’ye inanmayı tercih etti. İçindeki tüm kuşkulara, güvensizliğe rağmen inandı. Sadi, Songül’e önce inanmayı öğretti. Sonra ailesi ile ilgili gerçekleri anlatarak güven duymayı, birine yeniden güvenebileceği inancını aşıladı. Bunlar çok küçük şeyler gibi dursa da Songül gibi tüm hayatını sadece kendisine inanarak ve kimseye güvenmeden geçiren bir kadın için devrim niteliğinde gelişmelerdi.

Songül, Sadi’ye aşık olmadan önce inandı, sonra güvendi. Bununla beraber hayatındaki bazı ön yargılar yıkıldı. İnsanların değişeceğine, gelişim göstereceğine inanmaya başladı. Sadi adım adım Songül’e unuttuğu tüm duyguları yaşattı diye düşünüyorum. Bu aşk öyle ilk bakışta gelmedi. Zamanla, yavaş yavaş Songül’ün tüm ruhunu sarmakayarak geldi. İlk kez bir adam onun için ölümü göze aldı mesela. Daha aralarında hiç bir şey yokken “Dokuz canım olsa, dokuzunu da senin için veririm!” dedi. Songül farkına bile varmadan bu adama çekildi. Öyle ki anne babasından sonra en değer verdiği insan oldu. Kaybetmeye dahi tahammülü yok , incinmesine dayanamıyordu. Bu yüzden kendisi yüzünden ikinci şansını kaybedeceği korkusuyla aşkını geride bırakmak bile istedi, Songül. Ona zarar vermektense kendisini yeniden, hem de bilinçli bir şekilde yeniden yalnızlığa mahkum etmek istedi ancak yapamadı. Zira Sadi, Songül’ü öyle bir hayatın içine soktu ki, Songül artık bırakın yalnız yaşama geri dönmeyi, bunu düşünmek bile istemiyor. Sadi’nin olmadığı bir hayatı yaşamak onun için artık neredeyse imkansız çünkü içindeki duygu sadece aşk değil. Songül için Sadi sadece aşk değil sırtını dayadığı dağ, sığındığı yuva ve kalbini ellerine bıraktığı en değerli varlığı diye düşünüyorum.

Songül, Sadi’ye öylesine derinden bağlandı ki onun kendisini aldattığına inandığında yıkılması da aynı şiddetle oldu. İçeriden başladı çürümesi, paramparça olması ve bunu kimse dururamadı. Seneler sonra birine kendini öyle bir teslim etti ki her şeyin yalan olduğu düşüncesi Songül’ü perişan etti. Sadi’nin onu hiç sevmediğini, kandırdığını, kullandığını düşündü. Bu düşünceler bir süre sonra sırtında koca bir küfeye dönüştü. Sadi’nin karşısına çıkıp sormaya bile korktu. Duyacakları onu öylesine korkuttu ki bir süre yüzleşemedi bile ve ben açıkçası onun içine düştüğü durumu gördükçe kahroldum. Bir insan bir ihtimalden bile bu kadar korkar mı? Korkarmış. Songül, gerçekleri Sadi’nin yüzüne vurduktan sonra da onu dinlemek istemedi zira bu defa da Sadi’nin onu kandırmasından korktu. Yine yalan söyleyeceğinden, manüpüle edileceğinden korktu. Songül’ün bu dönemde hissettiği tek duygu da korku değildi tabii ki, kendini suçladığı, hayalleri yüzünden bile kendine kızdığı bir döneme girdi. Kafasının karışıklığı, üzüntüsü, acısı onu öyle bir tüketti ki bu hayatta en büyük korkusunu, olmasından deli gibi korktuğu düşünceyi Sadi’den istedi  : Git!

Songül, her şeye rağmen Sadi’nin gitmesini de, ondan ayrı bir dünya kurmasını da istemedi. Zaten bu yüzden olayların ardından Ankara’ya dönmedi. Görev aşkı değil, Sadi’ye duyduğu sevgiden gitmedi. Ona karşı olan hisleri gururunun da öfkesinin de önüne geçti. İşin aslı ne biliyor musunuz? Songül artık içinde Sadi olmayan bir hayat istemiyor. Ona kızsa da öfkelense de onunla devam etmek istediğini düşünüyorum. Sadi tüm kimliklerini geride bırakıp gittiğinde de o ismi önemli olmaksızın sevdiği adamın peşine düştü. O an anladım ki Songül, Sadi’nin varlığına, her şeyine aşık. Zira bulduğu adam Sadi değil, Emin’di. Kendini feda eden, düşmanlarının önüne atandı. Buna rağmen Songül o eli yeniden tuttu. Sadi ona yalan söyledi, belki korkusundan bazı gerçekleri sakladı ama Songül’ün kendisine zarar verme noktasına geldiğinde kendinden vazgeçecek kadar da çok sevdi. Bu adanmışlık karşısında Songül de hayatına yeniden Sadi’yi alırken ikisinin de birbirinin en büyük zaafı olduğunu gördüm.

Songül Acarerk Payaslı çok güçlü bir kadın. Bu hayatta en büyük zaafı Sadi ve bence onun dışında asla bir zaafı yok. Emniyette Serdar’ın ailesine ihanet eden insan olduğunu çözdü ve asla renk vermedi. Normalde Songül fevri bir karakter. Orada ters bir hareket yapması olası olsa da yapmadı. Adım adım gitti ve Serdar’ı kıskıvrak yakaladı. Olay sırasındaki vakur duruşu, sakin tavrı bence takdire şayandı. Buradan da Songül’ün sadece sevdiği adam hususunda zayıflıkları olduğunu, onun yanında fevri olabildiğini görüyorum ama onun dışında gayet de kendinden emin, akıllı bir kadın.

Songül güçlü olmak zorunda kalanlardan. Ailesini kaybettikten sonra bu hayatta tek başına kaldı, tek başına mucadele etti. Bu yüzden o akıllı, dik duruşlu ve güçlü olmak zorundaydı. Serdar karşısındaki o öfkenin ardından gelen sakinliği, üstüne çip takacak kadar çok yönlü düşünmesi hep senelerin ona verdiği tecrübelerden diye düşünüyorum. O her şekile devam etmek, yolundan dönmemek zorundaydı ve başardı. Anne, babasının ölümüne sebep olarak onu yalnızlığa mahkum eden adamı kıskıvrak yakaladı. Metin Acarerk ona gökyüzünden gururla bakıyordu, ben buna yürekten inanıyorum.

Bu hayat Songül’e başlangıç aşamasında hiç adil davranmadı. Onu önce büyük bir yalnızlığa itti. Tek başına devam etmek zorunda bıraktı. Kimseyi sevmedi Songül, kimseye güvenmedi. İlk ergenliğine, ilk üniversite sınavına, sonra akademiye hep tek başına gitti. Mutlu anlarını paylaştığı kimsesi yoktu. Sadi hayatına girdiğinden beri hayat ondan aldığı her şeyi tek tek ödüyor ve Songül artık çok başka bir hayat yaşıyor.Songül aşık olduğunda ilk olarak unuttuğu gülümsemeyi hatırladı. Artık mutlu, gülüyor. Ona gülüşünü geri veren bir insan var. Hatta öyle ki, bu gülüş için kendinden vazgeçecek kadar seven bir insan var. Songül hayatına tek başına devam ederken, kimseye güvenmeden yaşamaya alışmışken şimdi dünyadaki herkesten çok güvendiği bir insanla hayatına devam ediyor.

Hayat ondan önce iki can, sonra da mutluluğu almıştı. Songül önce mutlu olmayı hatırladı. Sadi ile hayatından öyle mutlu ki ne olursa olsun gülebiliyor. Dahası kaybettiği iki candan sonra şimdi yeniden aile olmanın ne demek olduğunu hatırlayarak yaşıyor. Sadi ve Yaver ona unuttuğu, hatırlayınca canı yandığı tüm duyguları geri verdi. O artık aşık, sevdiği adamla mutlu, kardeş dediği insanın varlığıyla huzurlu bir kadın. Bu işte mucizedir, aşktır, gökkuşağının sonundaki altın kesesini bulmaktır….

Songül her yanı yara bere içinde bir hayat yaşarken, tek başına yaralarını sararken artık yalnız değil. Sadi ona aşkıyla, sevgisiyle, bağlılığı ile unuttuğu tüm güzellikleri geri verdi. O artık hayaller kuran, ailesini büyütmek isteyen, işinde başarılı ama her şeyden öte mutlu bir kadın….

Songül benim hayatımda ayrı bir yeri olan özel bir karakter oldu. Her anı o kadar gerçek ki hep kendimden bir parça buldum. Hayat onu bundan sonra nereye savurur bilmiyorum ama onun vazgeçmeyen ruhu, inatçı yapısı, içindeki savaşçı kadının kazanamayacağı mücadele yok. Yeter ki tüm bunların gücünü aldığı kalbine bir şey olmasın.

Songül büyük yol kat etti. Kadınlar çiçek gibidir, sevildikçe tomurcuklarında sakladıkları güzellikleri, renkleri ortaya çıkar. Songül de hayatında görmediği sevgiyi gördükçe güzelleşti, dünyaya daha farklı bakmaya başladı. Yüreğinden yaralı, kimsesiz bir kadınken şimdi ona bakınca mutlu oluyorum. Songül sevgiyle bu hayata yeniden dört kolla bağlandı, şimdi içindeki o sevgiyle herkesi sarıp sarmalıyor. Sadi’nin ikinci şansı için geldiği dünyada yaptığı en güzel şey Songül’ün yaralı ruhunu sarıp, sarmlayarak iyileştirmek oldu. Sadi bunu yaparken kendi de iyileşti… Bu aşkın mucizesidir.

Peki Songül neden bu kadar sevildi? Bence karakterin yazılması dışındaki en önemli sebeplerinden biri de sevgili Devrim Özkan! Hep diyorum ya Devrim, Songül’ü senelerce heybesinde saklamış, beslemiş, büyütmüş ve şimdi tam zamanında bize sundu. Songül’e öyle güzel ruh üfledi ki karakteri direkt içime sokmak istedim. Songül’ün tüm acılarına, sevinçlerine, her bir duygusuna bizi öyle güzel ortak etti ki bunu anlatacak kelimem yok. Sadece iyi ki Songül’ümüze ruhunu Devrim verdi diyorum.  Oyunculuğunun her bir zerresini akıttığı bu özel karakter her zaman kalbimde yaşayacak ve umarım bu yolculuk daha da uzun süreler devam eder. Songül’ün bize, bizim de ona anlatacak çok şeyimiz var.

Songül ile harika bir altı ay geçirdik. Böylesine güçlü, özel bir karakteri tanıdığım, yorumladığımiçin kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.

İyi ki doğdun Songül  Acarerk Payaslı, iyi ki doğdun hayatımıza…

Hoşçakal Kadir Baba (Sıfırıncı Gün, 2.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT 

Baba kimdir? Neye denir? Bizim doğumumuzda biyolojik olarak etkisi olan mıdır yoksa çok daha geniş midir anlamı? Çok daha geniştir. Baba arkandaki dağdır, kurulan yuvayı bir arada tutandır, hayata karşı seni kendini güvende hissettirendir. Kadir Uygur tam da böyle bir babaydı. Belki tek çocuğu vardı ancak Özgür, Nisan, Mert, Gönül, Tuna ve hatta Fatih’i bile babasıydı. Ekip diye kurduğu polis timinden birbirine kalpten bağlı bir aile kurmuş. Geçmişte neler yaptı, onu ölüme neler sürükledi, Salih ile arasında geçenleri bilemeyiz ama bildiğim tek bir şey var mi ardında kalbi kırık bir değil altı çocuk bıraktı.

Kadir hastanede ölüm, kalım savaşı verirken onun yoğun bakım kapısının önünde bir sürü insan iyi haberlerini beklerken hepsinin gözünde korku vardı. Bu sevdikleri bir insanın ölümüyle ilgili hissettikleri korkuyla açıklanamaz sadece diye düşünüyorum. Daha da fazlası “Biz ne yaparız?” bakışı gibiydi. O kara haber geldiğinde herkes kendince yaşadı acısını. Nisan ilk Özgür’e sarıldı, Tuna ve Gönül oldukları yere çöktüler, Fatih oturduğu yerde tutamadı gözyaşlarını. Herkes kendince acısını yaşıyordu. O anda duygularını dışa vururken iki kişi asla göz yaşı dökmedi : Mert ve Özgür!

Özgür ve Mert oldukça garipti mesela. Cenazede dahi ağlamadılar. Mert’i anladım, bazı duyguları kolay kabullenen bir yapısı yok. Geçen yazıda da söyledim, kendini soyutlama, uzak tutma telaşı vardı. Aynısını cenazede de gördüm. Oldukça ketumdu. Kadir babalarına son görevlerini yerine getirirken sadece o ikisinden tek bir damla göz yaşı akmadı. Kadir için şehitlere atılan saygı atışında da sonrasında ekibe sarılırken de ikisinin çok vakur ve dirayetli duruşları dikkatimi çekti.

Şimdi duygularını saklama hususunda profesyoneller, acılarını göstermek istemiyorlar diyeceğim ama savcı ile olan durum ortadayden bunu söylemek de çok yerinde olmaz. Savcı Özgür ve Mert’i sorguya aldıklarında ikisinin de duygularını ortaya koyan, onları göstermekten geri durmayan karakterler olduğunu gördüm. Burada farklı durumlar var o zaman. Daha önce Meriç ve Ferhat’ın cenazesine, şimdi de Kadir’in cenazesinde hep aynı durum olunca aklıma bir tek şey geliyor. Özgür de Mert de ekibin yanında güçlü durmak zorunda gibi bir misyon edinmişler kendilerine ama ikisinin olaylar karşısındaki durumları çok farklı. Özgür çok ayrı yaşıyor acısını, Mert ise çok ayrı yaşıyor.

Kadir’in ölümünün ardından Mert sürekli bir köşede, kendiyle iç hesaplaşma halindeydi. Üzüldü, ağladı, kendini bıraktı. Başkalarına göstermedi ama kendisiyle kaldığında o acıyla yüzleşiyordu. Özgür’se hiç yüzleşmedi. Yapılacak işler, sorumluluklar olduğu bilinciyle hareket ettiğini gördüm. Ta ki Mert onun kalbine dokunana kadar. Mert ve Özgür iki candaş, iki ekip arkadaşı, can yoldaşı olmuşlar birbirlerine. Acılarını, üzüntülerini, korkularını saklamıyorlar diye düşünüyorum. Birlikte çöktüler ve kaybettikleri babalarının ardından ağlamaya başladılar. Ancak Mert ve Özgür’ün buradaki acıyı saklama motivasyonları asla aynı değil. Yaralarını birbirine göstererek sarmaları çok özel olsa da ikisinin diğerlerinden acılarını göstermek istemeyen ruh hallerinin sebebi çok başka diye düşünüyorum.

Mert’le başlamak gerekirse geçen hafta da aynısını söylemiştim. Yüzleşmekten geri duran bir yapısı var. Mesela Kadir’in naaşı odadan çıkarken Mert’in ilk hareketi arkasını dönmek oldu. Halbuki o korkak biri değil. Miami gibi bir yerde kafadan operasyonun içine tek başına dalacak kadar cesur, ona yönelen tehditlerden korkmayacak kadar gözü kara biri. O zaman burada başka bir şey var. Mert değer verdiği insanların acı çekmesine dayanamıyor. Tek başına büyüyen bir çocuk olarak, ailesi gibi gördüğü insanların ne acılarını görmeye dayanabiliyor, ne de onlara acılarını gösterip tekrar üzecek kadar cesur. Bu yüzden köşe bucak kaçıyor Mert olaylar başladığı zaman. Halbuki bu duygusu dışında hiç bir duygusunu içince tutmayan, akıllı bir adam. Çapkın olduğu söyleniyor ancak kadınlara zaafı olan biri de olduğunu görmedim. Bence Mert ekibin en haşarı elemanı olarak görünse de bir şey yapılması gerektiğinde önünü sonunu ya da kendisine ne olacağını düşünmeden yapacak kadar dik kafalı ve gözü kara olduğunu düşünüyorum. Yani Özgür’ün taban tabana zıttı olan biri diyebiliriz bence, sizce de öyle değil mi?

Özgür demişken… Az önce acıları gösterme motivasyonundan bahsetmiştim size ya işte burada beni en çok üzen karakter Özgür oldu. Hastanede herkes acısını yaşarken morga doğru cenazeyi almaya giden Özgür oldu. Mert köşesine çekildiğinde yapılacak işler var diye oradan oraya koşan yine Özgür’den başkası değildi. Özgür ekip içinde sorumluluk alan tarafta. Büyük ihtimalle Kadir öldükten sonra herkes onun omuzlarına yıkıldı. O acı çekemez zira herkes acı çekerken onları birinin toplaması, sahip çıkması lazım. Ejder’in peşinden gitmek, zorunda ve bu acıyı yaşarken kendine üzülerek bunu yapmaz diye düşünüyor, Özgür. Farkında mısınız bir tek o içine kapanıp kendini bir köşeye saklamadı. Daha önce Mert’le katillerin peşinden giderken arkasında gözü yaşlı bir sevgili bıraktı çünkü yapması gereken buydu. Kadir hayattayken de ondan sonra ekibin sözüne baktığı insandı ama şimdi daha büyük bir sorumluluk var sırtında. Ayrıca Özgür bu yolda bir çok şeyini feda ederken, Nisan’ın çığlıklarını da maalesef duymuyor. Onu koruma dürtüsü Nisan’ın kendisinden uzaklaştırdığı gibi tehlikeye de atmaya başladı ancak Kadir’in Nisan’ı uzak tutması isteği, Özgür’ün verdiği sözden dönmek istememesi yüzünden iki sevgilinin arası iyiden iyiye açıld ancak Özgür boşa hayal kurmasın derim, Nisan bu masada var ve onun istemesine de bakmaya pek niyetli değil.

Nisan’ın ekibe karşı inadına hayran olmamak elde değil, başka zaman olsa canıyla oynuyor derdim ancak Nisan onların bir anda kurtarıcısı oldu. Gittikleri fabrikada neredeyse tuzağa düşeceklerdi, Nisan olmasa belki de kayıp vereceklerdi. Özgür ise şimdilik bunu anlamaktan çok uzak zira kafasında tek odaklı çift mercek var. Orada bile ilk tavrı korkuyla karışık sinir oldu. Hatta ona teşekkür bile etmedi. Özgür’ün ruh halini anlıyorum ancak onun bu halleri Nisan’ı her geçen gün daha da kırıyor, onun da bunu görmesi lazım diye düşünüyorum.

Nisan ve Özgür arasındaki konuşmalardan aslında ikisinin de çok haklı olduğunu düşünüyorum. Nisan çok haklı, zira ölenlerden biri abisi diğeri manevi babası. Bir şeylerin içine dahil olmak istiyor Nisan, onlarla birlikte olmak, sorunlarına, dertlerine ortak olmak istiyor. Ekibin küçüğü olarak değil, polis olarak varlığı kabul edilsin derdinde diye düşünüyorum. En azından Özgür’ün bunu görmesini istedi. Ancak Özgür onu koruma telaşından pek farkında değil. Ona da hak veriyorum bu arada, Özgür’ün ruh halinde kim olsa aynısını yapardı. Özgür iki ay içerisinde iki kardeşini ve babası dediği insanı sıfırıncı gün operasyonuna kurban verdi. Karşısında gölge haramileri var ve acımaları yok. Doğal olarak Nisan’ı tüm bu tehlikelerden uzak tutmak istiyor. Özgür bu uğurda her şeyini feda etti ve Nisan’ı da feda etmemek için gerekirse onu kaybetmeyi bile göze almış vaziyette. Onu anlasam da doğru bulmuyorum, birini seviyor olmak onun yerine geçerek karar almayı haklı çıkarmaz.

Nisan bunca derdin, acısının arasında ayakta durmaya çalışırken onu duymayan Özgür yüzünden zor zamanlar geçirmeye devam ediyor. Sahilde konuşurken onun hep ne kadar yalnız olduğunu, kime tutunsa kaybeden bir kız çocuğu olduğunu gördüm. Şu anda tutunduğu tek dal sevdiği adam, o da onu korumak için bir türlü yanında olamıyor. Ben Nisan’ın Özgür’ü anladığını düşünüyorum. Anlasa da doğal olarak çok da dinleme derdinde değil zira kendisinin de en az Özgür kadar bir şeyler yapmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Nisan çocuksu hayallerle bu işin peşine düşmedi. Gerçek, somut adımlar atıyor. Sezgileri de kuvvetli biri. Selim’i gördüğünde onu bir şeyler rahatsız etti. Ben orada safi bir kıskanma durumu olduğunu sanmıyorum. Aksine iç sezileriyle alakalıydı diye düşünüyorum. Onda bir şey hoşuna gitmedi ki bu gayet de doğru bir sezgiymiş, gördük.

Selin ekibe avukat kimliği yardımıyla yaklaşmaya başladı. Sanırım ilk kullanacağı kişi de Mert olacak. Selin güzel ve kendinden emin duruşu olan vamp bir kadın görüntüsü çiziyor. Şimdilik Mert ona karşı nasıl bir tavırla yaklaşacak bilmiyorum ama ben Mert’in arkadaşlarına bir zarar verecek kadar saf biri olmadığını düşünüyorum. Özgür ‘ün sözlerinden çapkın olduğunu anlasam da kadınlara zaafı olan bir karakter değil bence. Mert aptal biri değil. Önce Ejder’le bağlantılı olayda savcı yanında, sonra da Kadir’ in öldüğü hastanede karşılaştı avukat hanımla. Salih’e çalıştığını bilmese de bir şekilde işkillenmeye başlaması yakındır diye düşünüyorum. Selin ile ilişkisi ne seviyede bilmiyorum ama Salih ekibe hem Nisan hem de Mert kanalından adım adım yaklaşıyor.

Geçtiğimiz haftaki bölümde Salih’ in bir hayat peşinde olduğunu, bunun önüne kimsenin geçmesine izin vermeyeceğini gördüm. Bu hafta da işlediği seri cinayetleri izlerken aklıma bir tel şey geldi. Tek sebebi para ve güç mü? İkide bir ağzından düşürmediği adalet ile bunların bir alakası olmalı diye düşünüyorum. Salih, Kadir’e adalet dedi, kendisi gibi olan bir oda dolusu adamı çalışmak istediği Arnavut’un önünde gözünü kırpmadan öldürdü. Buradan bakınca güç savaşı gibi dursa da arkasından bir şeyler geldiğini hissediyorum. Salih kimsesizliğini güçle kapatmış, Kadir onun hain olduğunu hiç kimseye söylememiş ama nasıl bir yola girdiyse ondan çocuğunu bile saklamış. Burada zaten işler düğüm oldu.

Salih’in varlığından dahi haberinin olmadığı bir çocuğu var, ekibin içinde büyümüş, bizzat Kadir büyütüp onu polis yapmış. Yetmemiş onun peşine öz evladını takmış. Burada Kadir’e sadece Salih değil, Kadir de Salih’e öfkeli diye düşünüyorum. Salih ve Kadir arasında neler yaşanmışsa bu ekibin bildiği her şeyi yalana çevirme yolunda ilerliyor. Özellikle de Makedonya’da neler yaşanmışsa ağzımız açık kalacak diye düşünüyorum.

Sıfırıncı Gün operasyonu arkasında binlerce sır bırakarak emniyet tarafından arşive yollandı. Çyşr bir operasyon olmuş ki, üç kişinin canına mal oldu ve daha nelere mal olacak belli değil. Fatih bir karar alarak ekibin dışarıda operasyon yapmasına izin verdi. Tuna’nın kural dışı hareketlerine göz yumdu zira anladı. Bu işin içinde bir iş var, içeriden müdahale ediliyor ve onun da eli kolu bağlandı. Geçmişinde yaşadıkları onu kuralcı biri yapsa da sağduyusuz biri değil. Bu sebeple de ekibin yolunu açtı. Bu arada Tuna karakteri açıldıkça onda görünenden fazlası olduğunu hissediyorum ama tam analiz için biraz daha bekleyeceğim.

Yazıma burada son veriyorum. Gönül ve Fatih ile ilgili analizler yapacağım ancak şu anda yeterli veri olmadığı için bu haftalık da susacağım. Haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

LABİRENT(Sipahi, 4.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye oldukça merak uyandırıcı bir sahne ile veda ettik. Habtor ve Yıldırım’ın karşılaşmasıyla eski düşmanların ikisi de kendi köşelerine çekildi ve şimdilik aralarında başı sonu belli olmayan bir labirentte ne zaman biteceği belli olmayan bir savaş başladı.

Yıldırım Bozok geçmişinde gerçek acıları, kayıpları olan, yaptığı işle hayatındaki güzel olan her şeyi kaybetmiş bir adam olarak çıktı karşımıza. Bu haftaya kadar olaylar karşısında sakinliğini, vakur duruşunu koruyan Yıldırım, bu hafta bunu başaramadı. Sorgudaki Habtor’un sağ kolu, tüm sırlarını bilen adamı gözünü kırpmadan öldürdü. Şimdi ilk bakışta bu durum bana amatörce geldi ne yalan söyleyeyim, bir anda Yıldırım gibi bir adamın duygularına yenik düşmesini saçma buldum. Üzerine düşününce aslında çok da mantıksız olmadığına kanaat getirdim. Bu hayatta her şey görev değildir, hele de işin içine aile, sevdiklerin girdiğinde bambaşka birine dönüşür insan. Bence Yıldırım hala geçmişte yaşıyor. Hala o günde, o acıda diye düşünüyorum. Elbette onun gibi adamlardan daha metanetli, görev odaklı olmalarını bekliyoruz ama size bir soru sormam istiyorum. İnsan vatanını neden sever? Neden bizim için bu kadar kıymetli? Evet tarihimiz, bayrağımız önemli ama bu kadarla sınırlı mıdır? İnsan ülkesini içindeki insanlar için, anıları, kökleri orada olduğu için sever. Bu yüzden bağlıdır. Aksi halde bayrak bir bez, vatan dediğin de bir toprak parçasından ibaret olur. Yıldırım bu ülkenin insanları için en değerli iki varlığını kaybetmiş bir adam. Karısını elleriyle toprağa vermiş, kızına ne olduğunu bilmesem de ben pisim, güzel olan şeylerden uzak durmalıyım diyerek kendinden uzaklaştırdı diye düşünüyorum. Bu sebeple karısının cinayetini, bağlantılarını anlatırken Yıldırım bir anda gereğini yaptı ve sorgudaki teröristi öldürdü. Bence bunun iki sebebi var bir kimsenin onun geçmişini bilmesini istememesi, ikincisi de kimsenin bu durumu Yıldırım için bile olsa kişisel bir mesele haline getirmemesini istemesi ya da her şeyi de öğrenmemelerini istemesi diye düşünüyorum. Yoksa Korkut Ali’ye neden anlatmasın bu meseleyi değil mi ama?

Korkut Ali demişken, onun kafası bu hafta Yıldırım yüzünden bi hayli karıştı. Tam sorguda bir çok bilgiye ulaşacakları sırada Yıldırım’ın hareketi Korkut Ali’ye büyük şok oldu. Zira öylesine fevri bir hareketi herkes belki ondan beklerdi ama Yıldırım’dan beklemezdi diye düşünüyorum. Ayrıca Ali’nin istediğinde nasıl sakin ve vakur olabildiğini de görmüş olduk. Tüm sorgu sırasında hareketleri, konuşmaları, her hamlesi çok akılcıydı. Adam kıvırırken bile kontrolünü kaybetmedi. Oldukça hedef odaklı, ne yaptığını bilen bir ajandı.

Herkes Yıldırım’ın Ali’nin delilikleri yüzünden geldiğini düşünedursun ben ondan yeni bir Yıldırım Bozok yaratmak için getirildiğini düşünüyorum. Hatta daha da ileriye gidecek olursam, Yıldırım’dan da iyi bir istihbaratçı yaratmak istiyorlar bence. Korkut Ali’de bu ışık var mı diye düşündüm ve kesinlikle olduğunu söyleyebilirim. Düşünsenize Ali, zor zamanlarda asla ben demeyen, gerektir kendi hayatını gözünü kırpmadan ülkesi için, ülkesinin insanları için verebilecek kadar cesur, kriz anlarında kontrolünü asla kaybetmeyen yetenekli biri. Bazı negatif özellikleri olsa da Suriye’de ve burada yaşananlar onun özel biri olduğunu anlamam için yetti bile ama Yıldırım onda başka bir şeyler daha görüyor : Saklanmış acı.

Yıldırım ve Korkut Ali birbirlerine çok benziyor. İkisinin de geçmişinde acıları var. Yıldırım ailesini, Ali silah arkadaşlarını kaybetti. İkisi de bu acılar üzerine konuşmaktan asla hoşlanmıyor, yaralarını kimseye göstermiyor. Ali bu hafta Yıldırım’ın üstüne gittiğinde, Yıldırım Ali’nin de acılarını bildiğini, ona saygı duyduğunu, sormadığını ve aynı hareketi kendisinden de beklediğini belli etti. Dahası Yıldırım bir şekilde ekip arasında bir bağ kurulmasını, duygusal anlamda ilişkilerin çok da gelişmesinden yana değil diye düşünüyorum. Bunun sebepleri elbette vardır ancak ben çok görevle alakası olduğunu sanmıyorum. Bence mesele zaaflar, hiç bir şeyin görevin önüne geçmemesi isteği ama onun Habtorla olan geçmişi bile başlı başına görevin önüne geçen bir durum olmaya başladı ve üzgünüm ki Yıldırım bunun farkında değil.

Yıldırım Bozok, genç ve yetenekli bir ekibin başına getirildiğinde ondan eskiden var olan Sipahi ekibini kurması istendi. Yıldırım gelir gelmez ekibe bazı bağlar kurulmasını istemediğini anlattı. Bunun birçok sebebi vardır ama bence en temel sebebi zaaflar. İnsan duygusal olarak birine bağlanırsa zaaf olur diye düşünüyor olabilir kanaatindeyim. Hiç bir şeyin görevin önüne geçmesini istemiyor ama bence bu duruma çok da engel olamayacak. Yukarıda dediğim gibi bizim vatanımızı sevmemiz için sebeplerimiz olmakla birlikte, içindeki insanlar, köklerimiz bunun en büyük sebebidir diye düşünüyorum. Ha bir de gönül borcu vardır. Vatanı bu yüzden severiz. Yıldırım her ne kadar bunu engellemek istese de kendisi dahil bunu kimse başaramaz zira çoktan birbirlerine yoldaş, arkadaş oldular bile. Özellikle de aynı kökten gelmeyen ama vatana büyük bir aşkla bağlı olan Ezgi’yi düşünecek olursak, bu ekip birbirine kalpten bağlanacak diye düşünüyorum.

Ezgi demişken, ondan biraz bahsetmek istiyorum. İlk bölümde bu topraklardan olmadığını, göçmen olduğunu söyledi. Başına ne geldi bilmiyorum ama uzaktan geldiği ülke için kendini riske atacak kadar seven birinin gönül bağı, vatan sevgisi çok başka noktadır. Ezgi ülkesini, insanlarını yürekten seviyor ve kökleri bambaşka bir yerde olmasına rağmen yeniden kök salacak kadar da cesur bir kadın bence. Bu sebeple Ezgi’nin ekip için büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Hem duygularını içine bastırmayacak kadar cesur hem de onları hiç bir şeyin önüne geçirmeyecek kadar dirayetli biri, o. Ezgi’yi tanıdıkça onun her şeyden çok işine, vatanına aşık olduğunu anlıyorum diyebilir miyim, evet derim.

Ezgi gibi bir kadınla daha yakından tanışmaya devam ettik bu hafta : Canan Doğan! Canan, Suriye’de ölümden döndüğünden beri aklından Korkut Ali’yi çıkaramadı. Bu tabi akıllara duygusal anlamda bir şeyler getirmesin zira Canan, Ali’nin söylediği kişi olmadığına çok emin. Bu da onun her halde gördüğü yüzü, gözü unutmauan , olaylara hakimiyet hususunda özellikle yetenekli olduğunu gösterir. Canan, terörle mücadele komiseri olarak en kritik anlarda karşısına çıkan adamın bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyor ve aslında onun bir şeylerin peşinde olduğunu da hissediyor diye düşünüyorum. Canan’ın en sevdiğim iki özelliği de bu oldu. Şüpheci olması ve olaylardaki ayrıntıları asla kaçırmaması. Korkut Ali onu çok kolay alt edeceğini sanıyor ama bence o kadar da kolay olmayacak bu iş, bekleyin görün derm.

Canan, Ali’nin sıradan biri olmadığını, güvenlik görevlisi olarak çalışmadığını düşünüyor bence. Şu anda tam tersine ikna olsa da, Ali emniyete geldiğinde ona olan tavırları oldukça ney kendini gösterdi. Mesela Ali çizim tahtasının kapalı olduğunu fark etti ve bence bunu Canan bilerek yaptı. Direkt oradan Ali’nin bir şeyler bulduğunu bilmese de birilerinin bilgilerinin peşinde olduğunu hissediyor diye düşünüyorum. Bu sebeple oldukça dikkatli, asla taviz vermeyen ve sürekli daha fazlasıno öğrenmeye çalışırken kendisinden ya da işinden de asla ödün vermedi. Canan komple ihtişamlı bir karakter olsa da Korkut Ali ile olan çatışmaları çok yakında şekil değiştirecek gibi görünüyor.

Korkut Ali, ekibin de isteği doğrultusunda Canan’la yemeğe çıktı ve olanlar oldu. Karşılıklı akıl oyunlarının döndüğü bir yemek oldu. Canan, Ali’nin şefin arkadaşı olmadığını da yalan söylediğini de anladı diye düşünüyorum. Arkadaşı şef olan birinin oraya daha önce gitmiş olması, menüye hakim olması gerekir ve Canan gibi bir kadın da bunu gayet iyi biliyor. O nasıl ki Korkut Ali’nin peşinde, tam tersi Ali’nin de kendisinin peşinde olduğunu anladı diye düşünüyorum. Bu sebeple oyunu oynamaya karar verdi ancak bu oyun şekil değiştirmek üzere. Hem Canan hem de Korkut Ali için hem de…

Canan Suriye’den kaçarken Habtor’un karısına bir kart verdi ve kızı için yardım edeceğini söyledi. Habtor ise Türkiye’den yardım alacağına, ölmeyi tercih eden bir duruma geldi. Yalnız bir annenin bunu kabul etmesi mümkün deği, hele de bu savaşa bir başka evladını kurban vermiş bir anneyse bu ne dava ne savaş dinler. Habtor ne oldu da bu hale geldi bilmiyorum ama bir oğlunu kaybetmiş bir baba olarak ikinci evladını da kaybetmeyi göze almış, bu belli. Onu başka bir yere götürmüyor da, hal böyle olunca da işler değişti. Yaralı ve korkan bir anne Canan’ı aradı ve büyük bir karmaşanın da fitilini ateşlemiş oldu.

Bir yanda Habtor, karısı ve Canan arasında işler karışıkken, Suriye’deki casusun ortaya çıkması da Korkut Ali için işleri karıştırdı. Eğer durumu kurtaramazsa operasyon, olan her şey mahvolabilir. Neler olacağını bir sonraki bölümde göreceğiz.

Tüm ekibin ellerine sağlık, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Fırtına Öncesi Sessizlik (Kızılcık Şerbeti, 10.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Ben çok hayal kuran ama bir o kadar da gerçeklere göre hareket eden bir insanım. Çoğu zaman bu özelliğimi hayallerimin önüne geçtiği için sevmesem de, hayatın gerçeklerini unutmadan hareket ettiğim için hayalim gerçekleşmeyince daha az canımın yandığını hissediyorum. Çünkü ne kadar çok hayal kursam da beynimin bir yerinde gerçekleşmeyeceğini bilen ve bana sürekli hatırlatan bir yer var. Doğa hayal gibi bir aşkla başladı bu evliliğe Fatih’i bir başka kadının evine girerken gördüğünde bütün hayalleri kocaman bir kabusa döndü. Yine de ne kadar seviyor olursa olsun bir an bile tereddüt etmeden onu terk etme kararı aldı.

Doğa’nın o yemek masasından kalkarak ve Fatih’e tavrını koyarak aslında ne kadar doğru bir davranışta bulunduğunu o adamın metresi olduğunu görünce daha da anlaşılmış oldu. Doğa doğru olduğunu düşündüğü durumların çoğunda asla taviz vermeyip bildiğini okumaktan da yapmaktan da geri kalmayan biri. Aslında bunu annesine rağmen evi terk ederken de, bu kadar aşık olduğu halde “Bitti” deyip tek bir notla Fatih’i terk ederken de çok net gördük. Evet belki doğru düzgün kendine ait kararları hala yok ama ona yanlış gelen durumlarda sesini çıkarmayı da ihmal etmiyor çoğu zaman. O metrese haddini bildirirken mesela, Fatih’in tüm durdurmalarına, kadının evliliklerini övmelerine ve hatta arkadaşının orada da olmasına rağmen içinden geçen her şeyi takır takır yüzüne söyledi. Aslında burada Doğa’nın nasıl güçlü bir karaktere sahip olduğunu da çok net gördük. O fedakarlık yapmak zorunda olmadığı zamanlarda doğrusuna ters gelen hiçbir şeyi kabul etmiyor ve bunu çok net gösteriyor. Fatih dahi olsa karşındaki bunu yapıyor ve bence bu çok güzel bir özellik. Doğa için doğru bir tane ve kişiden kişiye değişmiyor ama Fatih için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Fatih işine nasıl geliyorsa öyle davranıyor. Gecenin bir yarısı başka bir adamın metresinin evine gidiyor ve bunda asla bir sakınca görmediği gibi bir de bu durumu normalleşme çabasında. Halbuki tam tersi bir durum olsaydı yaşanacakları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Belki yazdıklarımdan Fatih’i sevmediğim yahut ona karşı iyi şeyler hissetmediğim izlenimi veriyor olabilirim ama Fatih bu gün gelişim göstermeye başlasa, hatalarının farkına varıp düzeltmek için adımlar atsa, Doğa’ya onun her zaman yanında olduğunu hissettirse ve evliliğine gerçekten sahip çıksa emin olun burada en çok sevinenlerden biri de ben olurum. Fakat Fatih böyle hata yapıp edip sonra samimiyetsize şirinlik yaptıkça benden daha çok çekeceği olur şimdiden söylemesi. Fatih’in bir an önce hayal dünyasından uyanıp gerçeğe dönmesi gerekiyor yoksa bu gidişle ciddi ciddi Doğa’yı kaybedecek, zira Doğa annesinin kızı güvendi mi tam teslim olur ama o güven sarsıldı mı alır bavulunu çeker gider. Çünkü onu yetiştiren de bu güne hazırlayan da Kıvılcım’ın ta kendisi.

Kıvılcım Kayhan’dan boşandıktan sonra muhtemelen kendini kızlarına adamış, bir kadın olarak kendini dünyaya kapatmış biriydi. Annesinin ısrarlı konuşmaları, arkadaşının sürekli onu biriyle tanıştırma isteği Kıvılcım’da bir karşılık bulmadığı gibi daha çok içe çekilmesine neden olmuştu bu zamana kadar. Ama Ömer onun için sıradan bir erkek olmadı hiçbir zaman. Tanıştıklarından beri Ömer onu sürekli şaşırttı, onu anladığını ona hissettirdi, kalbinin kapılarını o daha farkında bile olmadan açıp girmesine izin verdi. Çünkü Ömer ona o güveni, kendini korumak zorunda olmadığı, gardını indirebileceği bir alan sunmuştu çoktan. Öyle ki Kıvılcım başı belaya girdiğinde aradığı ilk kişi listesinde yerini çoktan almış bile. Evet belki Kıvılcım şu an tozpembe hayaller kurmuyor ama gerçekler tam anlamıyla tokat gibi yüzüne çarptığında nasıl bir yol izleyecek aşırı merak ediyorum.

Kıvılcım ve Ömer ilişkisi için eğer evlilik meselesini bilmesem ideal ilişki diyebilirdim. Ama ortada bir yalan ve sınır tanımayan bir adam var. Kıvılcım kendisi gibi bekar biriyle birlikte olduğunu düşünüyor ancak durum ortaya çıkınca ne olacak? Kıvılcım zaten Fatih’in düşünce yapısına, ailesine bakış açısı pek iyi değildi şimdi çok daha fena bir yola girilecek diye düşünüyorum. İyiden iyiye kendini kaptırdı, hayal aleminde yaşıyor. Oradan çıkınca düşüşü çok sert olacak diye düşünüyorum. Aşk insanı değiştirir derler belki de Kıvılcım daha anlayışlı ve ılımlı olur.

Aşk Kıvılcım’a ne yapar bilmem ama birini fena halde değiştirmeye başladı : Nursema! Özellikle Doğa ile ilişkisinde bunu görmeye başladım. Doğa o sinirle eve geldiğinde onu teskin etmeye çalışan biri vardı karşımda. Hinlik ya da ortalık karıştırmak istemiyordu. Zaten size bir şey diyeyim mi? Nursema kötü ya da artniyeti olan biri değil, sadece bastırılmış bir kadın. Umut onu değiştiriyor. Dünyanın bilmediği bir yanını gösteriyor. Doğa ile ilişkisinin de böyle böyle düzeleceğini düşünüyorum ben zira o evde Nursema için mücadele edecek tek insan Da Doğa’dan başkası değil.

Nursema Umut hayatına girdiğinden beri belki de ilk defa kendiyle ilgili hayaller kuruyor ve başkaları ilk defa hayallerini destekliyor. Hat sanatçısı olmak, dünyayı gezmek bunun konusu geçince bile o kadar mutlu oldu ki belki de o sofrada çoğu kişi ilk defa onu gülerken gördü.Nursema için bırakın gerçek hayatta bunu yapmayı maalesef hayal kurması bile istenmiyor o evde çünkü annesi sadece Alev’in arkadaşı diye Umut’u aşağılayıp kendilerine layık görmezken Nursema’ya verdiği hediyeye bile böyle kulp bulan Pembe bu durumu öğrenirse Nursema’ya da Umut’a da çok çektirir benden söylemesi.

Pembe, Pembe, Pembe… Ben ömrümde böyle anne çok zor görürüm. Düşünce sistemini, oğlum diye ortalarda gezmesini geçtim başka bir dünyada bu kadın. Doğa “Aldatıldım” diyor, olan benim oğluma olacak diye oturuyor köşesinde. Kız orada bebeğini düşürecek kadar üzgün belki ancak Pembe için mesele torununun nerede büyüyeceğinden başka bir şey değil. Doğa bugün çocuk sizin olsun, ben gidiyorum dese zil takıp oynar diye düşünüyorum. Açıkçası Abdullah Fatih’e tepkisinde çok samimi geldi bana ama Pembe değil. İyi hoş bendeki de laf! Kızına acımayan, gelinine acır mı hiç?

Pembe sırf Alev meselesi yüzünden kızına iyi gelecek bir evliliğe karşı çıkacak. Senin fikrin yok, isteklerin yok deyip durduğu kızının başını eliyle yakacak, ALIN BURAYA YAZIYORUM. O kadar bencil, o kadar gözleri kör ki kendi istekleri dışında bir şey görmüyor. Ben Abdullah’ın bile onun kadar olduğunu sanmıyorum artık. Nursema için çok üzülüyorum ama yine de direnecek diye ummak istiyorum zira Umut ve o bunu hak ediyor. Nursema ve Umut dizide izlemekten en zevk aldığım ilişkiden biri. Saf duyguları, ilmek ilmek işlenen ve güçlenen aralarındaki bağ çok özel bana göre. Ben bu bağın giderek güçleneceğini de hayatın gerçeklerine karşı ikisi el ele verirse hayallerini gerçek kılacaklarına da eminim. Bence Umut’un Nursema ile olan bağı kadar Alevle olan bağı da çok güzel ve değerli. Onlar birbirleriyle iş yapan, dertleşen ve gerektiğinde birbirlerine abi kardeş olabilen iki dost. Bence Umut bu hikayede Alev üzülmesin diye elinden geleni yapan nadir insanlardan biri.

Hani derler ya çok gülen insanın acılarını gizlemek için bunu bir maske olarak kullanır diye. İşte Alev’e bakınca tamda bunu görüyorum. O umursamaz halleri, hiçbir şeyi kafaya takmama durumları sadece gerçek duygularını gizlemek için bence. Düşünsenize hayatı boyunca bir kere bile annesinden övgü almamış, yaptığı her şey kötü eleştiri almış, ne işine ne de hayatına saygı duyulmuş. Üstelik yaptığı her hareket annesinin onu daha çok aşağılamasına sebep olmuş. İşte Alev tam da bu durumlar yüzünden böyle davranıyor. Hayal kurmayı bırakıp hayat ona ne sunduysa almış kabul etmiş. Hani derler ya bir şeyi kırk kere söylerseniz olur diye. Sönmez Alev’i öyle yaftalamış, ona öyle acımasız bir baskı kurup, kendini öyle bir değersiz hissettirmiş ki o da “Bari öyle olayım da değsin yaşadıklarıma” deyip hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davranıyor. “Muş” gibi diyorum çünkü öyle, zira Alev düşünceli, yardımsever ve anlayışlı bir kadın bana göre, en azından sevdiklerine karşı. Sırf Doğa istedi diye hem düğününü hem de Fatih’in doğum gününü organize etti hemen, Umut için nedenini dahi sormadan sergi açılışını üstlendi ki ne kadar sıkışık olduklarını kendileri söyleyip durduğu halde o küçük iş için vakit harcamayı kabul etti. Yeğenleriyle ilgilenmekten, yanlarında olmaktan asla geri kalmıyor mesela.

Ama yine de içinde dolduramadığı bir boşluk var ve sanırım bunu Abdullah beyle kapatmaya çalışacak gibi duruyor. Peki bu kadar çekici, genç, güzel ve kendi işinde başarılı bir kadın neden Abdullah beyden etkilensin? Çünkü Alev umursamadığı kadar umursanmayan bir kadın aynı zamanda. Annesi bir kere olsun iyi misin kötü müsün, bir derdin sorunun var mı? Diye sorma gereği bile duymuyor. Kıvılcım’a dahi çok nadir dertlerini anlatıyor ki Kıvılcım bir keresinde ‘Benimle konuşmak istiyor bu çok fazla olmaz” demişti. Şu an gördüğüm kadarıyla bir tek Umut’la dertleşiyor. Görüştüğü erkekler bile ona değerli hissettirmiyor kendini. Ama Abdullah bey öyle değil ; ona değer veriyor, umursuyor, kalbini kırdığını düşündüğü için çiçekler getiriyor. Son görüşmelerinde mesela o hadsiz adamın yanında Alev korunmuş ve yüceltilmiş olmanın etkisinde kaldı. Onu aşağılayan adamlar Abdullah bey önünde el pençe durdu. Doğal olarak Alev’in hoşuna gidiyor bu durum. Yalnız benim daha tam çözemediğim konu Alev’in Abdullah beyden tam olarak nasıl etkilendiği. Yani onda bir baba sevgisi ve şefkati mi arıyor, yoksa gücü ve kuvveti Alev’i bir kadın olarak kendine mi çekiyor bende hala soru işareti. Bakalım Alev hayatın gerçeklerini mi kendi hayallerini mi kabul edecek bu sefer göreceğiz.

İki aile arasındaki çatışma iyiden iyiye alev almaya başladı. Bir yanda saf aşktan gözü açılmaya başlayan Doğa, diğer yanda kandırılan Kıvılcım, bir yanda kendi ailesiyle ilgili gözü açılan bir diğer insan Nursema ve hepsinin yanında hala ne olduğunu anlamadığım Abdullah, Alev ilişkisi. Kıyamet koptu kopacak ve bunların hepsi sadece fırtına öncesi sessizlik gibi geliyor bana… Bekleyip, göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Benim Evim Senin Yanın (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 24.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Derler ki insanın ömrü ait olduğu yeri aramakla geçer, bulduğunda da orada kök salarmış. Bu aidiyet bir çok şekilde ortaya çıkar. Bazen bir ev, bazen bir memleket bazen de bir kalptir. Songül ve Sadi hayatlarını yalnız ve köksüz iki insan olarak geçirdikten sonra birbirlerinin kalplerinde kök saldılar. Karabayır’daki o küçük yapı değil onların evi, onların yuvası kalpleri, aşkları oldu.

Songül, 12 yaşında ailesini kaybetti. O günden bugüne anladığım kadarıyla kimseye güvenmeden, hayatına almadan tek başına bir hayat yaşadı. Yalnızlık, insanı en korkutan şeylerden biridir. Hatta ben onu bir canavar olarak tasvir ederim ama öyle sıradan, bilindik bir şekilde değil. Bu canavar her insanı korkutur ancak ona alışınca, onun güvenli alanında kaldıkça insan o canavara önce alışıyor, sonra da sığınak olarak kabul ediyor. Songül de bugüne kadar bu şekilde yaşadı. Kimseye güvenmeden, kimseye alışmadan yaşadı. Düşünsenize Ankara’dan İstanbul’a gelirken Sadi geride Yaver’i bıraktı ama Songül amirleri hariç kimseye veda bile etmedi. Kimsesi yoktu ki veda etsin, şu kadar olay yaşadı da arayıp dert yanacağı kimsesi yoktu. Hatta aşık oldu, onu da bireysel olarak yaşıyor. Bir kişiyi arayıp da ben aşık oldum bile diyemedi. Tüm bunların sebebi de uzun zaman sonra tam karşısında duruyordu. Serdar ondan sadece anne babasını değil, güven duygusunu, aile olma hayalini, her şeyini çaldı.

Songül ve Serdar arasındaki yüzleşme sadece anne babasını kaybeden bir kadın ve katili arasındaki bir çatışma değildi. Serdar, Songül’e bir hayat borçluydu. Anne, babasının kaybı Songül’ün hayatını kökten değiştirdi. Umutla doğum günü mumlarını üfleyen o küçük kız çocuğu gitti, yerine hayata öfkeli, gülmeyi unutan ama ruhunu tertemiz bırakıp, babasının katilini bulup adaleti yerine getirmek için savaşan bir kadın kaldı. Songül orada bir an için kendini kaybedecekti, tek bir an gözünde o acıyla birlikte nefreti gördüm. Sadi de görmüş olacak ki o sihirli bir dokunuşla Songül’ü belki de sonrasında içinde boğulacağı bir azabın içine düşmekten kurtardı. Orada yaptığı küçük dokunuş Songül’ü katil olmaktan, ruhunu, kana bulamaktan kurtardı.

Hep diyorum ya Songül, Sadi’nin aydınlık yanı, güneşi, kutup yıldızı diye, bence Sadi sevdiği kadından aldığı ışığı ona geri yansıtarak, Songül’ün karanlığa düştüğü anlarda onu ışıkta tutuyor. Songül neredeyse katil olup, karanlığa düşeceği anlarda Sadi buna izin vermedi. Belki Serdar’ı hayatta tutamadı ama Songül’ün büyük bir buhran yaşamasının önüne geçti. Aslında Songül intikamını alınca belki rahat edeceğini düşünebiliriz ama bence etmezdi. Songül asla intikam peşinde koşan biri olmadı, adalet istiyordu. Babasının, annesinin katilini adalete teslim edip, onların rahat uyumasını sağlamaktı tek amacı ve bence Songül operasyon VS dışında böylr bir şeyi kaldıramaz. Sadi birinin canını almanın karısına, onun ruhuna ne yapacağını o kadar iyi biliyordu ki buna asla izin vermedi. Songül eğer orada geri durmasa adım kadar eminim silahını alır, Serdar’ı alnının ortasından vururdu yine de Songül’ün ruhuna bunu yüklemezdi. Songül yaşananların ardından hem vicdanen rahat hem de artık yalnız olmadığını anladı diye düşünüyorum.

Bu hayat Songül’e hiç adil davranmadı. Önce ailesini aldı, sonra onu derin bir yalnızlığa mahkum etti. Ancak karma diye bir şey vardır. Serdar yapayalnız öldüğü bir yerde Songül diğer yanı ve kardeşini alarak gitti. Songül iki insan kaybetti, hem de her şeyden çok sevdiği iki insanı bir ihanet sonucunda kaybetti ama hayat ona her şeyiyle güvendiği iki insan verdi. Bir yanına kocasını diğer yanına artık manevi oğlu öı kardeşi mi dersiniz Yaver’ini alarak olay yerinden ayrılırken bence içinde huzur da vardı. Songül artık yalnız değil ve bu ona bir ömür yeter diye düşünüyorum.

Songül çok duygusal, çok narin görünse de aslında zehir gibi bir polis. Serdar’ın bir şeyler karıştıracağını hissederek üstüne dinleme cihazı yerleştirip, onu kıskıvrak yakaladı. Şimdi burada benim aklımı karıştıran Taylan, Semih ve Ahmet başsavcıya durumu anlatamaması oldu. Aslında ilk yapacağı şey onlara haber vermek olması lazımdı zira üstüne dinleme cihazı yerleştirecek kadar şüphe duyduğu bir durum olmuş ama söylemedi. Bence ailesinin meselesiyle ilgili Songül hala Sadi ve Yaver dışında kimseye güvenmiyor. Operasyonu bitirince haber verecekti büyük ihtimalle ya da orada büyük patrona ulaşsa haberdar edecekti ama Serdar’la tek başına yüzleşmek istedi. Onun yaralarını, acılarını kimsenin görmesini istemedi diye düşünüyorum. Songül hayatını o yaraları saklayarak geçiren bir kadın, kocası ve kardeşi dışında kimse zayıf tarafını görsün istemedi diye düşünüyorum. Kaldı ki benim de özellikle savcının Sadi’ye Hansel ve Gratel’deki cadı gibi iyi davranması canımı sıkmaya başladı. Bana paranoyak demeyin ama Sadi’nin bu kartal ateşi meselesinde canı yanacak gibi hissediyorum. Burada Songül ne gibi bir tepki verecek bilmiyorum ama hala kartal ateşi meselesini bilmediğini düşünüyorum. Burada da Songül’ün ilerleyen zamanlarda özellikle Taylan ve bu operasyona tavrı değişebilir diye hissetmeye başladım. Elimde bir veri yok ancak bu durumun Songül’e söylenmemesi bu ateş operasyonun bir sebebi olduğu ve bunun da doğrudan Sadi ile ilgisi olduğu düşüncesine kapılmama sebep oluyor. Bu mesele açılmadıkça Songül’e işin içinde bir risk faktörü olduğu hissi geliyor. Umarım ki bu işin sonunda Sadi ciddi bir hasar almaz zira Songül bunu kaldırabilir mi, orada ciddi şüphelerim var.

Son zamanlarda Songül ile gözüme çarpan en dikkat çekici durum Sadi’yi kaybetme korkusu oldu. Daha ilk mektubu okuduğunda bu korkusu yüzünden kontrolünü tamamen kaybetmişti. Sadi’nin başkasını sevmesi, gitmesi, zarar görmesi ihtimalleri Songül’e ciddi travmalar yaşattı. Sevildiğini anladığında, onu bir kamikaze saldırısından aldığında artık her şey önemini yitirdi. Songül, Sadi’nin onu her şeyden çok sevdiğini anladığında tüm kırıklıklarını, acılarını bir köşede bıraktı,affetti. Şimdi bu kartal ateşi ona ne yapacak bilmiyorum ama o gün bir şeyleri anlayan tek kişi Songül değildi, Sadi de hem Songül hem de ilişkileri hakkında kafa karışıklıklarını geride bıraktı.

Sadi bu ilişkide hep geride duran, içinde yaşayan ancak gözleriyle, bakışlarıyla aşkını gösteren ama asla karşı tarafa elini açmayan kişiydi. Hatta Songül hep daha cesur olan taraftı. Bu bende uzun zaman kafa karışıklığına sebep oldu. Neden diye sorguladım, neden Sadi bir türlü kendini açmıyor, geçmişiyle barışmıyor diye düşünürken karşıma o depoda çıkan manzara her şeyi anlattı. Songül, Sadi’ye git dediğinde onun için artık yaşamanın, kimliklerin bir anlamı kalmamıştı. Sadi olarak o evden çıkıp, Emin olarak düşmanlarının karşısına çıktı. Sadi o gün aslında tüm varlığı ile Songül’e aşık olduğunu ancak iki kimliğiyle de onu mutlu edemediğini düşündü. Zira Sadi, Songül’ün kocası olsa da Emin ölmeliydi çünkü onun geçmişi Songül’ü üzdü. Sadi’nin yüzüne kondurduğu gülümseme, Emin’in karanlığı yüzünden silindi. Daha doğrusu Sadi’nin sınırlı sevgiyi görme kapasitesi bunu böylr algıladı. Halbuki Songül, Sadi’yi her şeyiyle sevdi,kabul etti. Sadi bunu görünce karısına karşı tamamen pür bir hale geldi. İsteklerini, arzularını açıkça göstermeye hatta direkt göstermeye başladı. Songül artık Sadi’nin onu çok sevdiğini, evliliklerinin her şeyiyle gerçeğe dönmesini istediğini biliyor. Bence bu durumda Sadi’nin bu kadar çabalaması, etrafında pervane olması da bir tık hoşuna gidiyor diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül aradaki sırlar aradan çekilince en saf halleriyle birbirlerine kavuştular. Eskiden başka meseleler, ilişki imaları onlar arasında kuşkuya sebep olurken şimdi sadece birlikte bir hayat geçirmeye hazır olduklarını yeniden söylemek için bir bahane oluyor, o kadar. Ben sevginin söylenmesinden ziyade hissedilmesi, hissettirilmesi gereken bir duygu olduğunu düşünüyorum. Songül ve Sadi birbirlerini çok uzun zamandır seviyorlar ama bir türlü bunu gösteremediler. Bu sebeple Songül aldatıldığını, Sadi de hiç sevilmediğini düşündü. Şimdiyse durum çok farklı, onlara biri gelip benzer cümleler kursa, birine kocan seni aldatıyor, diğerine seni sevmiyor deseler güler geçerler. Artık biliyorlar… Önlerinde bir ömür var ve onlar bu ömrü birlikte geçirecekler.

Sırlar ilişkilerin kurdudur. Bir ilişkide sır varsa her zaman için tehlike var demektir. Songül ve Sadi aradaki sırlar bitince mutluluğa kavuştu. Yaşadıkları cehennemden çıktılar ancak tüm bu yaşananları bir kişi en ön sıradan izlemesine rağmen hala anlamamakta ısrar ediyor : Derya! Mert, üzerine atılan iftira sonrası cezaevine girdi ve Derya kardeşinin yanına gittiğinde onu içeriye alışmış, sertleşmiş buldu. Sadi’nin babası olduğu sırrını saklaması, Mert ve Derya ilişkisinin dinamiti olacak. Mert değişiyor, sertleşiyor. Gözündeki merhamet yerini sertliğe bırakırken nahifliğini de kaybediyor. İki kez aynı iftirayı yaşayan, sistemin yok etmeye çalıştığı her genç gibi işi kavgayla çözeceğini düşünmeye başlaması an meselesidir. Bu yüzden eski Mert belki babasını öğrenince kızacaktı ama sonunda annesini afdederdi ancak şimdi Mert ne yapar? Bunu kestirmekte zorlanıyorum. Doğru olmanın yetmediğini düşünmeye başlaması durumunda Mert’in içinden can düşmanı Araz gibi biri çıkacak diye korkuyorum vallahi ne yalan söyleyeyim.

Araz demişken… Onun tarafta trafik karışmak üzere, hem de öyle böyle değil. Bir yanda Gizem bir yanda Aylin var ve Araz sanki geçmişle geleceği arasında sıkışmış gibi bir görüntü sergiliyor. Gizem, Araz’ın geçmişi, çocukluk hayali, onun sokaklardaki tavrını benimsemiş, onu değiştirmek gibi bir gayesi olmayan biri. Ancak Aylin öyle değil, Araz Aylin’le olmak istiyorsa kötü olmamak zorunda diye düşünüyorum. Mesela Aylin’e yetişme tarzını, mecbur kaldığı şeyleri anlatırken Aylin’i de benzer durumlardan geçtiğini görüyor. Ben bu durumun Araz için ilham olacağını düşünüyorum. Zira birini sevmek onun kötü yolda olduğunu bile, bile her şeyiyle kabul etmek değildir. Bazen değişime zorlamak lazım, göstermek lazım diye. Aylin iyiliği, mücadeleci yapısı, pes etmeyen ruhuyla bunu Araz’a gösterebilir, ona iyi olması, doğruyu yapması için bir yol açabilir yani Araz da isterse. İsterse o da hocası Sadi gibi kendini her şeyiyle kabul eden değil ama ona ışık olan bir kadının yanında aşkı bulabilir diye düşünüyorum, kim bilir?

Aşk insanı iyileştirir, tedavi eder, ruhuna iyi gelir. Sadi içine düştüğü aşkla iyileşti, kendine geldi, geçmişiyle barıştı ama daha da önemlisi kendisini affetmeye başladı. Eskiden insanların arasında Songül’e yaklaşırken üç kez düşünen Sadi, şimdi emniyete elinde çiçeklerle gidebiliyor. Bu aşkı hep dört duvar ardında yaşarken, ya da sadece Songül insanlara bu aşkı gösterirken şimdi Sadi de çekinmeden bunu yapıyor. Songül ona yer açtıkça o da kendini ona layık görmeye başladı diye düşünüyorum. Tamamen bu durumu atlatamasalarda her durumda o ahşabın üstünde artık iki kişiler ve bunun farkındalar. Bu aşkın mucizesi değil de nedir değil mi ama?

Sadi ve Songül ya da Afife ve Talat her isimde, her şekilde birbirleriyle bir dünya kurdular. Sadi için o dünyanın hakimi Songül. Öyle bir aşkla bakıyor ki karısına hayatının, dünyasının tüm kontrolünü ona bıraktı. Özellikle ikili ilişkilerinin tüm kontrolü Songül’ün ellerinde ve Sadi bu durumdan çok memnun. Öyle ki Songül’e o çok sevdikleri Titanik filmindeki “Ben dünyanın hakimiyim” repliğinin ardından, “Ben dünyanın hakimine aşığım” sözlerini söylemesi bunun işaretiydi bence. Sadi’nin tüm dünyası Songül ve ona karşı yönelen her tehdidi yok etmek için elinden geleni ardına koymayacak diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül gizli göreve giderken Servet tarafından fark edildiler. Servet ikisinden de kurtulmak için son bir hamle yaptı, bir tekne kazasına sebep olarak hem Songül’den kurtulacak hem de olaya kaza süsü verecek. Bizimkiler oradan nasıl kurtulur bilmiyorum ama Sadi Payaslı çözer diyorum.

Ben de Songül gibi,Sadi’ye çok güveniyorum. Bu hafta Songül’ün görmediğimiz son iki rengini de gördük diye düşünüyorum. Serdar ile yüz yüze geldiği anlarda saf bir öfke, ardından acı ve buruk mutluluğunı gördüm. Ben Devrim’in aksiyon sahnelerindeki yeteneğine hayranım. Özellikle Serdar ile yüzleştiği anlada Songül’ ün öfkeyle karışık acısını mimik bile kaçırmadan aktarırken, dövüş sahnesinde de tek bir hareketi kaçırmadı. Bölüm boyunca da bu başarısını devam ettirdi. Özellikle Ertan Saban’la karşılıklı sahnelerdeki paslaşmalarını izlemek büyük keyifti. Önümüzdeki bölümlerde kartal ateşi ile birlikte sanırım çok daha üst seviye performanslar izleyeceğiz diye düşünüyorum, herkesin gönlüne sağlık.

Bu hafta aksyonel sahnelerle Özgü Delikanlı da oldukça başarılıydı. Mert’in ani değişimlerini ekrana iyi taşıdı diye düşünüyorum.

Bütün ekibin emeklerine sağlık, haftaya görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Her Şey Bitti Derken ( Sıfırıncı Gün, 1.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Uzun zamandır “Ne yazsam, ne izlesem?” diye düşünürken karşıma Sıfırıncı Gün çıktı. Açıkçası beklentimi oldukça düşük tutarak ekran karşısına oturdum ama ummadık taş baş yarar misali beni çok şaşırtan bir işle karşı karşıya kaldım. Öncelikle söylemem gerekiyor ki Sıfırıncı Gün alışılagelmiş işlerden değil. Daha dizinin ilk sahnesinden bunu net olarak hissediyorsunuz. Ben diziye Aybüke Pusat, Engin Öztürk ve Berk Cankat için şans verdim aslında. Ancak iki isim var ki beni ekran karşısına mıhladı desem yalan olmaz : Yiğit Özşener ve Sarp Akkaya. Bir de diziyi yardımcı yönetmen olduğu Kuzey ve Güney ile Halka dizisinden bu yana işlerini özellikle takip ettiğim Süleyman Mert Özdemir  yönetmesiyle artık çarem kalmadı, oturdum izledim ve abartılı gelmesin karşıma ENFES bir iş çıktı.Sıfırıncı Gün ekibi iyi bir ilk bölüm kotarmış ve bize seyir zevki çok yüksek, senaryosu, castı ve elbette muhteşem rejisiyle dört dörtlük bir dizi hazırlamışlar. Daha ilk sahnesiyle beni içine çekmeyi başaran dizi aslında uğradıkları bir ihanet sonucunda görünürde dağılan ancak kalpleri arasındaki köprüleri asla yıkmamış bir ekibin kaybettikleri arkadaşlarının hatırası ve polislik onuru için kendilerini bu hale getirenlerin peşine düştükleri gölge haramileri ile giriştikleri bir kedi fare oyununu anlatıyor.

Uğradıkları ihanet öncesi  işlerine aşık bir ekip vardı karşımızda. Ejder’in hain planlarından hatta varlığından bile Kadir dışında kimsenin haberi olmadan çalışan, acar bir asayiş ekibiydi onlar. Kadir, Özgür, Mert, Tuna, Gönül ve tabii ki Ferhat’la Meriç’le birlikte müthiş bir ekipti onlar. Sıfırıncı Gün ismini verdikleri bir operasyonla hayatları komple değişti. Büyük bir suça engel olmak isterken operasyonlarına verdikleri isim gibi sıfır noktasına hatta daha da geriye döndüler. Ne o eski günlerden ne de o neşe ve huzur dolu ekipten geriye eser kalmadı. Ferhat ve Meriç uğradıkları ihanet sonrası şehit düştü. Ve ekip belki de akıllarına bile gelmeyecek iki duygu ile kaldı karşıya kaldı : Öfke ve acı!

Ferhat ve Meriç’in cenazesi herkes için bir dönüm noktasıydı diye düşünüyorum. Herkesin kendisini sorguladığı, kurallarla yapılması gerekenler arasında ikilemde kaldıkları bir an yaşadılar. Sanırım orada en büyük acıyı Ferhat’ın ailesi ve Nisan yaşadı.  Çünkü onlar sadece arkadaşlarını değil ailelerini de kaybetti. Yine de sanırım Nisan en kötü durumda olandı aralarında. Onun hayatında aile diyebileceği iki insan var : Kadir ve abisi Meriç. Abisi şehit düştükten sonra yapayalnız hissetti kendini. Özgür ve ekip ona belli sözler verse de sanırım Nisan şimdilik başlarına gelenin de kurulan büyük oyunun da dışında kalacak gibi hissediyorum zira ne Kadir ne de Özgür onun incinmemesi adına onu bütün bu oyunlardan uzak tutmaya yemin etmiş gibiler.

Kadir amir bu çocukların babası gibi olunca tabii ki sorumluluk alarak görevinden azlini istedi ve emekliliğe ayrıldı. Daha doğrusu Nisan dahil bir çok insan bunu böyle sanıyordu ama ben şahsen daha bölümün başında bile pek ikna değildim. Daha ilk operasyonda bu ekibin birini kaybettik, hadi kendimizi bitirelim noktasından çok uzak bir profil çizdiğini katarakt olan biri bile dakikasında görür ancak neden Nisan’dan sakladıklarını daha doğrusu ekibin yarısından sakladıklarını anlamıyorsun. Daha doğrusu zamanla Kadir, Mert ve Özgür’ün neden bunu üç kişi arasında sır olarak sakladıklarını anladım. Kadir, Nisan’a şimdilik bir şey demese de başarılı oldukları takdirde her şeyi anlayacağını düşünerek bu işin dışında tuttu diye düşünüyorum. Zira onlar silah arkadaşları, kardeşleri için bu yola girseler de mesele asla şahsi değil. Ancak Nisan için şahsi, duyguları var be daha da fenası karşılarındaki düşman iki polisi konteynerda boğup öldürecek kadar gözü dönmüş bir cani, her şeyi geçtim sırf bu yüzden bile evlenmek üzere olan Tuna’yı, gözlerinden sakındıkları Nisan ve Gönül’ü bu işin dışında tutmak zorunda hissettiler diye düşünüyorum.

Yaşanan felaketin ardından Mert ve Özgür de amirleri gibi sorumluluk alarak onları satanların peşine düştüler. Üç kişilik kimsenin bilmediği tehlikeli bir plan yaptılar. Mert dünyanın bir ucuna, Özgür diğer ucuna gitti. Güya acılarından kaçmak için gittikleri yalanına herkesi ikna ettiler ve neyin peşinde olduklarını bir tek Kadir amir biliyordu. Bu gizli saklı işin iki sebebi var bence. Birincisi evet insanları korumak istediler ama bir de eğer bir aksilik çıkarsa bu işi devam ettirecek, güvendikleri insanlar da geride onları beklesin gibi bir amaçları da olduğunu düşünüyorum. Yine de bu işte en büyük kaybı yaşayan iki insan oldu : Özgür ve Mert!

Özgür, ekibin göründüğü kadarıyla sakin, sessiz ama sözüne güvenilen, lider olarak kabul edilebilecek üyesi diyebilirim. Özgür ile ilgili çok bir bilgimiz yok ama sanırım tek başına yaşayan, yalnız bir adam diye düşünüyorum. Zira küçük bir çantayla çekip gitti ve ardından gözü yaşlı bakan bir tek Nisan vardı. Meriç ve Ferhat’ın ölümünün ardından Nisan’la yaşayacağı mutlu bir gelecekten, polislikte ilerleyip belki büyük bir kariyerden vazgeçti. Bu da Özgür’ün söz konusu değer verdiği insanlar olduğunda birçok şeyden vazgeçeceği düşüncesini bende uyandırdı. Şimdi Nisan’a söylese de olurdu diyebiliriz ama ben Özgür gibi sevdiği kıza abisinin izni olmadan yaklaşan, onu korumaya çalışırken korkmasını, in incinmesini istemeyen birinin belki dönme ihtimali olmayan bir yoldan gelişini umutla beklemesini ya da kendini riske atacak bir şeyler yapmasını istemedi diye düşünüyorum.

Özgür ve Nisan anladığım kadarıyla uzun zamandır birbirlerini seven hatta bunu açılmalarına bile gerek olmadan bunu bilerek yaşayan iki aşık gibi geliyor bana. Meriç bilmediği için belki ilişkilerine bir isim koymadılar ama bence aralarındaki bağ hep arkadaşlıktan öteydi diye düşünüyorum. Ölmeden önce Meriç’in sözlerini de düşünecek olursak bu ilişkinin varlığı gayet ortadaydı ki o felaket yaşanmasa belki de evlilik yoluna bile girmiş olurlardı. Abisinin kaybının ardımdan Nisan Özgür’ ün de gitme kararıyla karşı karşıya kaldı ve içine bir acı, bir yalnızlık daha gömdü. Yine de bence Nisan’ın şu anda ekip ve Özgür’den başka kimsesi kalmadı. Ekiple de olan ilişkisi Özgür’le olan ilişkisinden biraz daha geriden geliyor diye düşünüyorum. Bu yüzden abisinin kaybından sonra, Kadir ve Özgür kaldı geriye ki günün sonunda sarıldığı, dayandığı bir tek Özgür kaldı.

Nisan için çok fazla bir şey diyemiyorum ama henüz duygularıyla yüzleşen biri olmadığını sanıyorum. Daha doğrusu acılarıyla yüzleşmedi bence. Abisini, sevdiği adamı kaybeden birine göre oldukça sakin tepkiler veriyor. Sanki mu durumu hep bekliyordu da olunca “Hoş geldin eski dostum yalnızlık” demiş gibi oldu bence. Nisan’ın şimdilik düzgün, sağlığı ilişki kurduğu Kadir vardı, onun da durumu muallak olduğu için sadece yapayalnız, içinde biriktirdiği duygularla hayatına devam ediyor gibi geldi bana ama daha net konuşmak için biraz daha zamana ihtiyacım var elbette.

Nisan, Özgür gibi tek tabanca yaşayan bir diğer kişi de Mert olarak karşımıza çıktı. Anladığım kadarıyla Mert’in bir ailesi yok. Onu Kadir büyütmüş, polis olmasını sağlamış diye  düşünüyorum. Yine de Özgür ve Nisan gibi bir burukluk yok üstünde, aksine fazla enerjik, eğlenceli bir insan görüntüsü çiziyor. Bu sebeple ben de onun ekipteki en yaralı insan olduğunu düşünüyorum. Mert Ferhat’ın şehit haberi verilirken, evin önünden Ferhat’ın çocuğuyla ayrılan ilk kişiydi. Sonra cenazede de ne ailenin, ne de Nisan’ın yakınında değildi. Bunun bilinçsiz yapıldığını düşünmüyorum. Mert’in belki de içindeki acılarla baş etme yöntemi bu olabilir. Kesin değil tabii ki ancak onun da Nisan gibi acı duygusuyla pek başarılı bir ilişkisi yok gibi duruyor. Bu da geçmişte özellikle Özgür’e anlattığı çocukluk kısmında da işin eğlencesine olduğunu düşünecek olursak şimdilik bu onun uyguladığı bir yöntem gibi geliyor bana ama herkesin bir bam teli vardır. Kadir onu sokaklardan kurtaran adamsa, o da onun babası gibidir. Olanları düşünecek olursak Mert’in bu eğlenceli, şen şakrak halinin ardından hepimizi derinden etkileyecek bir adam çıkacak gibi hissediyorum.

Ekipte biri siyah, diğeri beyaz iki karakterdi Mert ve Özgür. Biri ne kadar sakinse diğeri o kadar deli dolu, biri ne kadar patavatsızsa diğeri de o kadar ince ama bence bu kadar değil. İkisinin ev basması, muhbiri aldıkları sahneyi düşünecek olursak Özgür de en az Mert kadar deli biri sadece bunu gösterirken Mert kadar açık etmiyor o kadar. Kendini Özgür gibi belli etmeyen diğer bir kişi kimdi biliyor musunuz? Fatih Amir.

Fatih Amir ile ilk tanışınca “İşte dedim, aradığınız kötü adama ulaştınız!” ama öyle değil bence. Her kadar acımasız, dar görüşlü dursa da bence Fatih’te bundan fazlası var. Zira Kadir ile olan konuşmasında bir zamanlar onun da diğerleri gibi olduğu manasını çıkardım. Sonrasında eğer yanılmıyorsam çocuğuna bir şey oldu ve bu karşımıza çıkan kuralcı, risk almayan adama dönüşmüş. Yine de içinde bir yerlerde eski Fatih kalmış olacak ki ekibe yardım ederken oldukça sert, sınır tanımayan birine dönüştü. Yine de tamamen eskiye dönmesi zaman alacaktır.

Fatih, Mert ve Özgür’e şimdilik çatışma dolu bir ilk tanışma ve kaynaşma yaşasa da içimden bir his son zamanların en acar üçlüsü olacaklarını söylüyor. Özellikle de sıfırıncı gün operasyonun ardından eski kirli bir polis olduğu gerçeğini, adamın da acımasız kişiliği böyle ortadayken bu ekip bir arada kalmak zorunda yoksa Ejder’in son aldığı polis de Kadir olmayacak diye düşünüyorum.

Ejder ile son sahnede tanıştık ve daha ilk andan benim bir derdim var dedi. Ejder kötü olmak için kötü olan bir karakter değil gördüğüm kadarıyla, Kadir ile bir geçmişi olan, hatta onu babası gibi gören biri. Kadir için suça karışmış, Kadir mesleğine duyduğu aşkla bunu görmezden gelmeyip kendine bir düşman yaratmış. Önce Ferhat ile Meriç, şimdi de Kadir’in canını alan Ejder’i ekip bulacak mı ya da Ejder durmayı düşünüyor mu  bilmiyorum ama bu kedi fare oyunu yeni başladı diye düşünüyorum.

Şimdilik benden bu kadar. Bir kaç söylemek istediğim şey kaldı, onları da şurada hemen aktarayım istiyorum. Öncelikle tüm ekibi yürekten kutluyorum, çok iyi bir ilk bölüm kotarılmış. Hikayesi, çatışması araya atılan çengellerle merak uyandıran bir ilk bölümdü. İlk bölüm zaman zaman temposunu kaybetse de ben açıkçası keyifle izledim. Cast için de diyecek bir sözüm yok, gerçekten aksayan tek bir kişi bile yoktu. Herkes karakterlerini büyük bir özenle yaratarak ekrana taşıdı diye düşünüyorum ama bir iki kişiye parantez açmam gerekiyor. İlk olarak Engin Öztürk bence muazzam bir Özgür yaratmış. Sakin oyunculuğu, çok mimik kullanmadan, insanı yormadan her duyguyu ustalıkla geçirdi. Aybüke Pusat ile de iyi bir uyum yakaladılar diye düşünüyorum. Aybüke’yi Nisan ile çok fazla izleyemedik ama yine de başarılı bir karakter yaratmış. Nisan’ın kırgınlıklarını, acısını ekranın diğer yanından hissettim. Diğer yandan tabi ki ekranlarda uzun süredir görmediğimiz Berk Cankat’ı anmadan olmaz. Berk az gelir, öz gelir derim yıllardır ve bence yine öyle oldu. Mert ile o kadar enerjik, insanın yüzüne gülümseme yerleştiren bir karakter yaratmış ki daha ilk dakikadan ben Mert’i çok sevdim. Mert’in gizli yanlarını da görmek için sabırsızlanıyorum. Diğer oyunculara da fazla girmeye gerek yok, hepsi birbirinden başarılı isimler. Esra Ruşan’ı özellikle bir süredir görmediğim için ayrı özlediğimi söylemek zorundayım. Yiğit Özşener, Sarp Akkaya ve diğer üstatlar onları yorumlamak bana düşmez, muhteşemlerdi.

Son yıllarda ekranda görmediğimiz bir “bromance” görmeyince bir anda karşıma çıkınca bahsetmeden olmaz. Mert ve Özgür sahnelerini o kadar sevdim ki size anlatamam. Berk Cankat ve Engin Öztürk çok iyi duo olmuşlar. Bayıldım desem yalan olmaz. Uyumları, enerjileri harikaydı.

Yazımı burada son veriyorum. Bu yolculukta bize eşlik ederseniz çok seviniriz. Haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Ateş Hattında (Sipahi, 3.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye heyecan dolu bir sahne ile veda ettik. Habtor’un peşinde olduğu silahların ve planların peşine düşen Sipahileri beklenmedik bir sürpriz karşıladı : Canan Doğan bir anda operasyonun göbeğine düştü hem de doktor olarak. Korkut Ali ve arkadaşları için plan artık iki yönlü bir şeye dönüştü. Hem Habtor Bin Said’in planlarını öğrenecekler hem de Canan’ı girdiği cehennemden tek parça çıkaracaklar. Çünkü Sipahiler geride adam bırakmaz.

Canan bir anda kendini Suriye’de, aylardır hakkında istihbarat topladığı adamın yanı başında buldu. Açıkçası ben Canan’ın bu kadar dirayetli bir kadın olacağını ve de bu kadar korkusuz biri çıkacağını tahmin etmemiştim. Zira onun durumuna düşen herkes biraz da olsa korku emaresi gösterirdi ama Canan korkmak şöyle dursun içine girdiği vaziyetten kurtulmak için sürekli ataklar geliştirdi. Yakalansa derisini yüzerlerdi ama ekip arkadaşlarına durumunu haber vermek için Habtor’un karısının telefonunu kullanacak kadar da cesaretli çıktı. Canan’ın sıradan biri olmadığı geçen haftaki yazımda söylemiştim ama bu hafta durumu daha da ileri götürüyorum. Canan görev odaklı biri olsa da bu adamlara olan koyu nefreti görev aşkının yanında yaşanmışlıkları hatta kayıpları olduğu hissini uyandırdı bende. Habtor ile konuşurken çok net, çok keskindi. Bu sebeple ben de Habtor gibi baya şaşırdım ve hatta hayran oldum diyebilirim. Ancak yine de Habtor’un Canan’ın kılığına girdiği doktora olan ihtiyacı, çocuğunu alıp götürmemesi baya garibime gitti.

Habtor ve Canan sahneleri bu hafta dinamiği en güçlü, karşılıklı akıl oyunlarıyla bezeli güzel sahnelerdi. Ancak benim dikkatimi başka bir şey çekti. Canan olmasa Habtor’la ilgili böyle bir ihtimal aklımın ucuna bile gelmezdi. Şimdi sesli düşünelim mi? Habtor Bin Said gibi bağlantıları çok güçlü, dünyanın dört bir yanından silah ve muhimmat getirebilecek durumda olan biri neden kızının tedavisini Suriye’de yaptırmak için inat eder? Toplantılar için Avrupa ülkelerine giden, istediği an istediği yerde olan bir adam bunu neden yapmaz? Hadi Türkiye’ye giremiyor, anlıyorum ancak Canan’la yaptığı konuşmalardan başka çaresi olmadığı gün gibi ortada. Bu da bu teröristin sıradan biri olmadığı fikrini benim aklıma soktu şimdi ne yalan söyleyeyim?

Habtor Bin Said ile ilgili hala elimde çok veri yok ama ülkemiz ile ilgili korkunç planları olan bir terörist olduğunu anladık. Yok etmek, paramparça etmek istiyor. Bunun nedeni olmaz belki ama onu bu hale ne getirdi ben merak ediyorum açıkçası. Özellikle de kızını herkesten saklaması, Suriye’de tedavi ettirmek zorunda kalmasının sebebini düşündükçe aklıma bir tek şey geliyor. Habtor’un ailesinden kimsenin haberi yok. Yani onun bir ailesi, bir çocuğu var ama en yakın adamları dışında bence kimse bilmiyordu. Hatta ben bunu Yıldırım’ın bile bildiğinden şüpheliyim ancak Canan bu bilgiye ulaştı. Bir silah ticareti için yanına sızdıkları adamla ilgili büyük bir bilgiye eriştiler ve de bu bilgi, hastalık durumu işi çok başka boyutlara taşıdı. Sipahiler ve Habtor Bin Said arasındaki gizli mücadele artık gizli olmaktan çıktı ve sanırım bu oyun daha yeni başlıyor.

Sipahiler, Suriye’ys geldiklerinde Habtor ve yandaşlarının planlarını öğrenmeye odaklandılar. Özellikle de bu iş için savaş alanın göbeğinde Korkut Ali görev aldı. Yaptığı hamlelerle Habtor’un kendisine hayran bırakan Ali bu görevi başarıyla tamamlarken hem Habtor’un ailesini hem de büyük bir yıkımın peşinde olduklarını öğrendi. Bence bu büyük yıkım planın ta kendisi olmayabilir. Sanki daha da büyük bir amaç var ve bu amaç için silahlar sadece aracı olarak kullanılıyor. Yoksa planın kendisi olsa ne Ali ne de yanlış silah getiren adam hayatta kalmazdı diye düşünüyorum.

Korkut Ali gizli operasyona gönderildiğinde aklında sadece ona verilen görevi yapmak vardı ancak o hiç bir zaman bununla yetinmedi. İlk bölüm analizimde size liderlik vasıflarını taşıdığını söylemiştim. Bence Ali, olaylar karşısında planları esnetmesi ile de seçilmiş biri oldu diye düşünüyorum. Zira aslında ona sadece bilgi toplama üzerine bir görev verildi ancak o, hem bilgiyi getirdi, hem Canan’ı iki kez ölümden kurtardı hem de Yıldırım’ın ihtiyacı olan her şeyi ona altın tepside sundu. Bence Korkut Ali geleceğim Yıldırım Bozok’u, zaten onunla sürekli münakaşa etmesinin sebebi de bu. İkisi de aynı kandan olunca bir ipte iki cambaz oynamıyor.

Az önce ikisi aynı ipte oynamıyor dedim ya aslında durum o kadar basit değil. Bence Yıldırım da Ali’de kendisini görüyor. Görmese ona bu kadar güvenmezdi diye düşünüyorum. Görev boyunca ben Yıldırım’ın Ali’ye ne kadar güvendiğini de gördüm. Onun attığı hiç bir adımı kontrol etmedi, sorgulamadı ve söylediği her şeyi direkt kabul etti. Yani ona yeni yetme biri gibi davranmıyor. Aksi halde böyle bir operasyonun göbeğine onu tek başına yollamazdı. Ali ise kendisinden ötürü bunu hala fark etmiş değil. Hala Bozok’a yaşlı esprileri yapıyor ama en azılı teröristin bile adını duyunca korktuğunu görünce “Ah be Ali o kadar da değil sanki!” deyiverdim, ne yalan söyleyeyim.

Yıldım Bozok değişik bir adam, geçmişi sırlarla dolu ancak yavaş yavaş onu anlıyorum. Mesela onun hiç bir şeyi şahsi görmediğini düşünüyorum. Aslında önceleri karısının intikamı için böyle kin dolu olduğunu düşünüyordum ama bence Yıldırım bu kadar sığ biri değil. Bir kere vatan, bayrak onun için her şeyden önce geliyor. Zaten aksi olsa, elindeki imkanla o çiftliği basar, Habtor’un kafasına sıkıp dönerdi. Ancak o bekledi, araştırdı ve Habtor’un planının peşine düştü. Yıldırım Bozok sorgudayken de oldukça sakindi ancak o sorguda biz de çok şey öğrendik. Bozok basit bir istihbaratçı değil. Bence nam salmış, belki yüzlerce belki de daha fazla hayata kimsenin haberi olmadan dokunmuş biri ve Habtor’un da küçük bir şeyin peşinde olmadığını biliyor. Bu yüzden de hem planın ne olduğunu öğrenmek hem de bunu engellemek için kendini gözünü kırpmadan feda edeceğini görüyorum. Yine de kızına ne olduğu ve neden görüşmediği bende hala  muamma. Adını bile anmıyor. Konuşmalardan hala hayatta olduğunu öğrendim ama fazlasına ihtiyacım var.

Yıldırım her ne kadar büyük bir kahraman olsa da bu sefer tek başına değil. Arkasında koca bir ekip var. İnanmış bir grup insanla çok şey başaracaklarını düşünüyorum. Ayrıca bu hafta Yıldırım’ın Canan’ı geride bırakmamak için kendini Habtor’la göstermesini çok asil buldum. Aralarında gizliden götürülen bu kedi fare oyunu bir anda değişti. Canan tek başına kurtulacağını düşünürken kendisi için gelen bir sürü insan gördü karşısında. Özellikle içlerinden birinin kafayı taktığı güvenlik görevlisi olduğunu öğrendiğinde neler olacak merak ediyorum.

Sipahiler Canan’ı kurtardı ancak ona yüzlerini göstermek istemedi. İstihbarat teşkilatlarının gizlilik esaslarını biliyorum ama Canan Habtor’u kıskıvrak yakalamış biri, Korkut Ali ondan daha ne kadar saklanır işte onu zaman gösterecek. Şimdilik onu uyutarak kendilerini sakladılar ancak Canan Doğan onların bilmediği bilgiye bu kadar kolay ulaştı, acaba diğer bilgilere ulaşması ne kadar zamanını alır?

Canan’ı kurtarırken Habtor ve Yıldırım sonunda karşılaştılar. Yıldırım’ın yüzünde öfke, Habtor’unkinde ise korku vardı. Ben de olsam ailesini yok ettiğim birini gördüğümde hele ki beni öldürmeye ant içmiş birini gördüğümde korkardım ama o bakışmada bundan fazlası var. Zamanı geldiğinde göreceğiz ancak bu ikisinin geçmişi sandığımızdan daha karmaşık geliyor bana, bakak, görek artık.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

.

Beni Bırakma (Kızılcık Şerbeti, 9.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bu hayatta sizi en çok destekleyen kişi kim diye sorsalar hiç düşünmeden ablam derim sanırım. Onun bu güne gelmem için yaptığı fedakarlıklar, kendi hayatından verdiği ödünler benim bugün kendi ayaklarımın üstünde durmamı sağladı. Eğer bugün mesleği olan kendi hayatını kurmak için adımlar atan, verdiği kararların sorumluluğunu alan biriysem bu onun destek ve özverisi sayesinde olmuştur. İşte belki de Kıvılcım’a bu kadar saygı duymamın sebebi de budur. O da tıpkı ablam gibi evlatları kendi kanatlarıyla uçabilsin , kimsenin ne gölgesine, ne himayesine muhtaç olsun diye tüm çırpınışı.

Bence Kıvılcım’ın hayat görüşü bu, “Herkes kendi ayakları üstünde durabilmeli” bir tek Doğa yahut Çimen değil, etrafına tanıdığı tanımadığı herkes için aynı şeyi düşünüyor. Çünkü o görmüş, yaşamış ve bundan ders çıkarmış bir kadın. Bu yüzden yardım etti Kübra hanım ve oğlu Muhammed’e, bu yüzden hiç tanımadığı bir kadına yardıma koştu, sonrasında kocasından boşanması için desteğini esirgemedi, geçinemeyen personel ve mahalle halkı için kermes düzenledi. Çünkü onun düşünce yapısı böyle.

Aslında Kıvılcım çok ince düşünceli bir kadın bunu Doğa’yla Fatih ve Kayhan hakkında konuşurken bir kez daha ortaya çıkardı.Kıvılcım Doğa’ya “ Bu konuda Fatih’i de düşünmemiz lazım” dedi. Fatih’le her ne kadar fikir ayrılığı yaşıyor olsa da, yaptıklarının çoğunu onaylamıyor ve Doğa konusunda gerekirse her seferinde karşı karşıya gelecek olsa da ortaklık meselesinde onun duygu ve düşüncelerin de önemseyerek hareket etmeye özen gösterdi. Evet belki Doğa ve Çimen üzerinde fazla baskı uyguluyor ki sebebini artık biliyoruz, yine de artık Nursema dahi herkes çok iyi biliyor ki Doğa ne yaparsa yapsın Kıvılcım her an onun yanında olmak için hazır ve bunu hiç bir şey ve hiç kimse değiştiremez. Fakat sanırım ona bu konuda en güzel desteği veren kişi Ömer. O Kıvılcım’ın kalbini, içindeki nahif kişiliği gören ve ona göre hareket eden çok güzel bir adam.

Kıvılcım ve Ömer sahnelerini izlerken içim kıpır kıpır oluyor, kendimi tebessüm ederken yakalıyorum çoğu zaman. O gergin anların içinde bana nefes aldıran bir baha gibi geliyorlar adeta ve bence bunda Ömer’in büyük payı var.  Ömer Ünal; anlayışlı, olgun ve empati yeteneği oldukça gelişmiş biri. Üstelik her şeyden önce adaletli bir adam bana göre. Abisinin günlü olsun diye onu pışpışlamıyor, ayıp olur demeden Kayhan’ın fikrini yanlış bulduğu için kabul etmedi ve ona göz dağı vermekten geri kalmadı. Üstelik Kayhan’ın işinin doğru olmadığını bildiği halde abisine danışmadan onu reddetmedi. Fatih üzülmesin diye doğruları söylemekten çekinmedi, haksız olduğu konularda onu uyardı. Hepsine gerektiği gibi davrandı, bir kişi hariç; Kıvılcım.

Kıvılcım artık onun yanında ağlayabilecek kadar çok güveniyor ona. Onun yanında gerçek Kıvılcım olmaktan korkmuyor, çekinmiyor. Bu kolay kolay yaptığı bir şey değil ki altının çizmek istiyorum o annesinin, kardeşinin evlatlarının yanında zaaf göstermeyecek kadar dikkat eden biri. Fakat Ömer’in yanında bambaşka biri oluveriyor. Ama Ömer onun hayatına bu kadar dahil olmuşken ondan hayatının en büyük gerçeğini saklıyor; o hala evli bir adam ve bu yaptığı Kıvılcım’a çok büyük haksızlık bana göre. Evet belki bile isteye yapmıyor, belki bu evliliği kabul etmiyor, onun için bu evlilik sadece kağıt üstünde kalmış bir şey ama toplum önünde Ömer hala evli biri. Dahası Kıvılcım gibi çevresinde söylenenlere çok dikkat eden ve önemseyen biri için bu çok çok ağır bir durumken Ömer Kıvılcım’ın ona bu kadar güvenmesine izin verdi. Ama asıl kötü olan ne biliyor musun? Kıvılcım bu durumu öğrendiği zaman güveni ne kadar büyükse yaşayacağı hayal kırıklığı da o oranda büyük ve Ömer’e öreceği duvar da bir o kadar kalın olacaktır. Ömer bu durumu nasıl açıklar, kendini nasıl anlatır Kıvılcım’a bilmiyorum ama bunu bir an önce yapsa hiç de fana olmayacak. Zira Kıvılcım bu meseleyi Ömer dışından birinden öğrenecek olursa olacakları düşünmek bile istemiyorum. En azından Ömer’den duyarsa onun kendini açıklaması için bir fırsatı olur. Aslında Ömer ve Kıvılcım’ın ilişkisi Fatih ve Doğa gibi değil bu yüzden belki de korktuğum kadar çetin olmaz ne dersiniz?

 

Doğa ve Fatih neredeyse üç aydır evli ama evliliklerinde daha kavga etmedikleri, birbirlerine bağırmadıkları, birbirlerinin kalplerini kırmadıkları tek bir gün yok. Evet bu evlilik zor olacaktı ama ne yazık ki Fatih bilinçli yahut bilinçsiz Doğa için çekilmez bir hale getiriyor. Fatih köşeye sıkıştıkça Doğa’ya saldırıyor ve bu durum giderek daha da şiddetlenmeye başladı. Fotoğraf paylaşma meselesine bile ikisi çok farklı açıdan bakıyor. Doğa gururu kırıldığı için evden ayrılma kararı almışken Fatih saçma sapan şeyler diye nitelendiriyor. Fatih’in hiç bir kadın için ağıza alınmaması gereken sözcükleri Doğa’ya; sıradan bir insanı geçtim hayat arkadaşım dediği karısına karşı kullandı ve bunu bu şekilde nitelendirdi. Bu Hafta Doğa ve Fatih arasındaki bambaşka bir ayrımcılığı daha görmek beni hiç şaşırtmadı doğrusu. Düşünüyorum da eğer yemek yedikleri sırada içeriye iki yakışıklı erkek girseydi ve o çocuğun karısı Doğa’ya bir gün ikimiz tek gelelim buraya deyip o erkekleri işaret etseydi Fatih yine öyle gevrek gevrek sırıtacak yahut şaka yapıyor diye alttan alacak mıydı? Bu sorunun cevabını öğrenmek için bu durumun yaşanmasına gerek bile yok zira Fatih Doğa’nın grup çalışmasında erkek olmasını bile kaldıramayacak ve bu yüzden hesap soracak kafada. Böyle bir durumda orayı birbirine katar sanki Doğa söylemiş gibi ona o evi zindan ederdi, net. Ama bence Doğa da bunu artık gayet iyi biliyor, öyle ki gurupta erkek arkadaşları olduğunu dahi ona söylemedi.

Doğa grupta erkeklerin olacağını öğrendiği an telaşa kapıldı ve endişelenmeye başladı, bu yüzden okul olayında olduğu gibi yine söylememeyi tercih etti. Aslında düşünüyorum da Fatih’in bu davranışlarının sebebi ailesi ya da yetiştirilme tarzı değil onun kendi zihniyeti bana kalırsa. Çünkü Ömer de o ailede üstelik Abdullah beyin dediğine göre daha sert bir babayla yetiştirilmiş, fakat gayet düşünceli biri. Mustafa onun gibi egoist biri değil üstelik ona yapılanların farkında olmasına rağmen Nilay gibi birinin dolduruşuna gelmiyor. Ama Fatih iki cümleyle şirket basacak duruma geldi . Buradan anlamış oldum ki bu fevri tavırları bir tek Doğa’ya özgü değil herkese karşı böyle. Ömer çok doğru söyledi, Fatih sırf kendini Kayhan’a “Ben de o şirkette söz sahibiyim, benim de yetkilerin var demek için girdi bu işe. Üstelik sözde yalana tahammülü olmayan, sırf okula gittiğini söylemediği için kolundan sürükleyerek çıkardığı karısına yapmadığını bırakmayan dürüstlük abidesi Fatih bey kendi çıkarı söz konusu olunca hemen yalan söyleyebiliyor. Ömer’e o gece Kayhan para ödedi derken yalan söyledi, Doğa’ya yaptıklarını anlatmayıp doğrudan Kıvılcım’ı suçladı ama sorsan yalana tahammülü yok. Üstelik o istediği konuda istediği gibi davranırken Doğa aynı şeyler için eşitlik istediğinde mutlaka tartışma çıkıyor.

Doğa’nın Fatih’in doğum gününü kutlamak için verdiği mücadeleyi izleyince tek bir sonuç çıkardım. Doğa bu evlilikte o eve de içindekilere ve hatta Fatih’e rağmen ideallerini, hayallerini ve isteklerini bir şekilde gerçekleştirecek ben onda o çözümcü yani gördüm. Ünal ailesiyle ilgili sorunları var amenna ama Doğa’nın Fatih konusunda endişeleri ve güvensizlikleri de var gördüğün kadarıyla. Fakat maalesef ki bu durumun oluşmasının tek sebebi de Fatih ve onun yaptıkları. Mesela ilk başta annesine Fatih’i anlatırken “o beni hiç ezdirir mi, o çok anlayışlı, o bana çok aşık” gibi cümleler kurardı. Şimdiyse söylediği tek şey “O aslında çok iyi biri onu yanlış tanımanı istemem” demek oluyor. Annesine sürekli Fatih’in iyi biri olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ama aslında size bir şey söyleyeyim mi o buna kendini inandırmaya ve böyle olduğunu kabul etmeye çalışıyor farkında olmadan. Çünkü o da yaşayarak çok iyi öğrendi ki ; Fatih onu ailesine karşı ezer de ezdirir de. Dahası evlenmeden önce Fatih’i bir kadınının evine girerken görseydi “Bunun mutlaka bir mantıklı açılması vardır” deyip ona sorar ona göre hareket ederdi. Fakat şimdi hiç düşünmeden onu aldattığına kanaat getirdi. Şimdi nasıl bir yol izleyeceğini az çok tahmin ediyorum aslında ama yine de izleyip görelim.

Farkında mısınız Doğa annesinin kapılarının her zaman ona açık olduğunun, her zaman arkasında annesi gibi onu koruyacak biri olduğunu bilmenin rahatlığıyla yaşıyor. Bu bir kadın için hele de Nursema gibi kadınları düşününce ne kadar muhteşem bir şey öyle değil mi? Ama Nursema gibi sadece cinsiyeti farklı olduğu için evlendirilmek istenen biri için bunun tersinin oluğunu bilmek bir o kadar acı ve ağır bir şey. Düşünsenize Pembe sırf oğulları yanında kalsın diye analık hakkını,hastalıklarını öne sürüp ayılıp bayılırken Nursema’ya bir yük gibi davranıyor. Üstelik onun evlenme konusunda fikrini bildiği halde kocasını da arkasına alıp kıza danışmadan görücü çağırıyor. Her gün o evde çok sevgili oğullarıyla yaşamak için bin bir türlü gerginlik yaşarken kızının bir sergiye üç tane çizim vermesini evden gönderme sebebi olarak kullandı, inanılır gibi değil. Sanki üvey evlatmış gibi babasına şikâyet edip duruyor.

Pembe erkek çocuklarını “Paşam” diye seven, onlarla kıymetli olduğunu düşünen ve ben eminim ki onları doğurduğu için kendiyle gurur duyan bir kadın. Ona göre erkek her şeyi yapar eder ama sıra kız evladına yani Nursema’ya gelince; aman o evden çıkmasın, aman kimseyle görünmesin, yemek yapsın, çamaşır yıkasın, çeyizle uğraşsın. Fakat asla bir birey olup kendi ayakları üstünde olmasın düşüncesinde. Kendi kararları, kendi doğruları, kendi amaçları olmasın derdinde. sadece bir Sergi fikri bile kızını aşağılamaya yetti de arttı bile. Üstelik Pembe Nursema’yı bir tek aşağılamıyor aynı zamanda ona kendini önemsiz ve değersiz de hissettiriyor.

Düşünsenize Umut’un onun için bir şeyler yapmasını bile ona acımasına, yalnızlığına bağladı. Bu kadar önemsiz görüyor kendini, “Biri onu sevemez ya da önemseyemez sadece acır” kafasında bu ne da kadar ağır bir durum. Zira kimse onu Nursema sadece Nursema olduğu için değerli hissettirmemiş bu zamana kadar. Bu yüzden Umut’un yaptıklarını sevildiği yahut değerli olduğu için yapıldığı aklına bile gelmedi. Annesi Fatih ve Mustafa’ya yaptığının aksine ona destek olacağına ona hükmetmek ve günü geldiğinde tıpkı onun gibi olması için baskı uyguluyor. Pembe sürekli ama sürekli Nursema’ya kendini yetersiz hissettirip önüne engel koyuyor ve bunu bile isteye yaptığı halde hiçbir şey yapmamış gibi davranıyor. “Okuyacağım dedi okuttuk her istediğini yaptık” sözleri bunun açık bir göstergesi zaten, ben bu kurduğu cümleden sonra eminim ki pembe, Nursema mezun olup geri döndükten sonra çalışmaması için de böyle davranmıştır. Pembe hep diyor ya “Doğa bu eve geldikten sonra Nursema’ya bir haller oldu” diye evet Nursema hem Umut hem de Doğa sayesinde uyanıyor. Umarım o evdeki herkese rağmen kendi hayallerini gerçekleştirmeyi başarır.

Son sahneye diyecek bir şey bulamıyorum, umuyorum ki göz yanılması ya da bariz bir sebebi vardır. Hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Fatih’i gözümde zaten pek bir değeri kalmadı, bununla artık kendisini magmaya atar, keyfime bakarım. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

Farketmeden Senin Olmuşum (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 23.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Aşk tanımlanan, nedenleri olan bir duygu değildir bana göre. Sevginin, aşkın sebebi olmaz diye düşünenlerdenim. Biri size onu neden seviyorsun diye sorduğunda kafanızda bir sürü sebep belirmeye başlarsa oradaki sevgi değil de daha çok hayranlıktır. Tam tersi olursa, yani bu soru sorulduğunda “Seviyorum işte ama nedenini bilemiyorum” dediğinizde işte o gerçek sevgidir diye düşünüyorum. Planlayarak aşık olmaz insan bir anda düşersin, işin kötüsü o insanı kaybetme riski ortaya çıkana kadar fark etmemiş bile olursun. Sadi ve Songül birbirlerini neden sıralamadan, beklentisiz ve saf bir şekilde sevdi. Tüm hayatını yalnız geçiren iki insan için mucize değil de nedir bu? Plansız, beklentisiz buldular birbirlerini ve artık biri diğeri olmadan nefes almayı bile tahayyül edemeyecek hale geldi. Böylesine bir aşka insan birden düşer, tıpkı Payaslılar gibi…

Sadi ve Songül her şey bitti dedikleri anda yeniden birbirlerine kavuştular. Bu aşkın mucizesi, hayatın hediyesiydi onlara. Yalnızlığı kendine kimlik edinen bir kadın ve kendini asla sevilmeye layık görmeyen bir adamın aşkla iyileşen ruhlarının hikayesi bu, öyle özel, öyle anlamlı geldi hayat onlara… Vardır bir bildiği diyelim mi o zaman?

Sevilmeye layık görmeyen bir adam demiştik, oradan devam etmek istiyorum. Sadi Payaslı ya da Emin Güngören, hiç fark etmez… Onunla ilgili denecek ilk şey kendini asla sevmeyen bir adamdı. Sadi kendini hiç sevmedi ki bugüne kadar ne bir aile kurma isteği ne de baba olma arzusu vardı. Sadi karanlık bir çöplüğün ortasında, artık sadece fiziksel olarak varlığını sürdüren biriydi. Aşkla iyileşti tabiri bana da çok klişe gelir ama Sadi böyle iyileşti. Önce kendini sevmeyi öğrendi. Songül onun ruhunu severken, Sadi’ye de o ruhu gülüşüyle gösterdi. Songül, Sadi’nin ruhunu gördükçe güldü, o güldükçe Sadi kendini sevmeyi öğrendi. Şimdi tamamen kendi ruhuyla barıştı diyemem ama artık umudu var diyebilirim. Sadi yeni hayatına başladığında tek arzusu insanlara yardım ederek, geçmişin günahlarını temizlemek olacaktı. Sonra da ölüp gidecekti. Güzel bir hayata, aile kurmaya dair bir planı da yoktu ki Yaver ile vedalaşırken ona aile kurmasını öğütledi. Bu sebeple şimdi karşımdaki umut dolu adama baktıkça içimden “Ah aşk, sen nelere kadirsin?” diyorum. Songül, Sadi’nin içindeki o ölü adamı yavaş yavaş sevgisiyle, gülüşüyle tedavi ederken bunun farkına bile varmadı. Sadi’yi yüreğinden yakaladı, usul usul yaralarını sardı ve şimdi karşımızda duran, aile olmak isteyen, sevdiği kadına sürprizler hazırlayan o adama dönüştü.

Peki bu hikayede iyileşen bir tek Sadi mi? Elbette hayır. Nasıl ki Songül farkına bile varmadan Sadi’nin kendini sevilmeye layık görmeyen ruhunu yavaş yavaş tedavi etti. Sadi de Songğl’ün içindeki kırıklığı, kimsesizliği aldı. Songül, hayatını yapayalnız, tek başına geçiren, gülmeyi unutmuş bir kadındı. Songül yeniden mutlu olmayı, kahkaha atmayı Sadi ile hatırladı. Sadi ona kimsesizlğini unutturdu. Hatta öyle güzel yaptı ki bunu Songül canı yansa da ondan ayrılmadı. Sadi her ne kadar Songül’ün kimsesizliğini ondan alsa da, belki onu kaybetme belki de üzülmesi korkusuyla söylediği bir yalan Songül’ü perişan etti. Ruhunda, kalbinde derin yaralar açtı. Hayatında güvendiği, yalan söylemeyeceğine inandığı kocasının ömründeki en büyük yalanı söylemesini Songül unutmuş gibi gözükse de bence hala pek unutmuş sayılmaz. Aksine hala onun artçıllarını yaşıyor. Sadi’ye tamamen açamıyor kendini. Kocası ama geceleri başını onun omzuna koyarak uyuyamıyor, aralarındaki mesafeyi kaldıramıyor. Kırıldı ve güven yeniden kazanması en zor şeydir. Ancak Songül’ün olayı burada güven değil. Bugün sorsam, en çok kime güveniyorsun diye yine Sadi’ye diyecektir. O zaman derdi ne? Çok açık değil mi? Hem kocasıyla hiç yaşamadığı sevgili olma dönemini yaşamak, bu sevgiyi sindire sindire sindire ilerletmek istiyor hem de Sadi bir zamanlar elleri kanayarak topladığı can kırıklarını tedavi ederek toplasın istiyor. Ben bir kadın olarak Songül’ün bu halini çok nahif buluyorum.

Hatırlar mısınız? Songül, bir keresinde kendi kendine söylenirken “Sonra çok güzel gülüyorsun karıcım, artık laflarla değil hareketlerle gösterilecek, yeter” demişti. Sadi bugüne kadar sevgisini hep güzel sözlerle değil aslında kendisinden yaptığı fedakarlıklarla bize gösterdi ama Songül hiç hissedemiyordu ama artık o sevgiyi görüyor, hissediyor. Sadi sevgisini imgelerle değil doğrudan ona söylüyor, sürprizler hazırlayıp, onunla ilgili hayallerini içini şahıslar üzerinden değil doğrudan Songül’ün kendisine söylüyor. Zaten Songül’ün başından beri ondan istediği de tam olarak buydu. Kadınlar neden çiçeklere benzetilir biliyor musunuz? Çiçekler su verildikçe, kadınlar da sevildikçe açarlar. Kadının suyu sevgidir. Sadi Songül’ü sevdikçe, Songül çiçek açtı, herkesin içinde seni seviyorum demeye, kimseye bakmadan sevdiği insanın boynuna sarılır oldu. Zaten tek istediği buydu ki, sevilsin bunu hissetsin sonra da sevdiği insanla cenneti yaşamak istedi. Bunu da şu anda yaşıyor, hissediyor, gülüyor…

Sadi ve Songül’ün yaşadığı deprem ikisini de felakete sürüklemek üzereydi. Songül, sevdiği adam tarafından aldatıldığını, Sadi de zaten sevilmeyi hak etmeyen ruhunun gerçekten sevilmediğini düşünüyordu. Biz Songül’ün kırıklarını, acılarını gördük, yaşadık. Ancak Sadi de durum böyle olmadı. Tam aksine, Sadi önce Songül’ün yaralarını iyileştirmeye, onu geri kazanmaya odaklanınca onun yaralarını kendisi dahil kimse görmedi. Songül onun ellerini yeniden tutunca Sadi’nin içinde sakladığı yarası ortaya çıktı. Songül ile eskiyi konuşurken ayrıldıklarında Songül’ün beni içinden sök at demesini de Sadi unutmamış. Yemekte yüzlerine vurmasını ya da sonraki hareketlerini değil sadece o cümlesi yaralamış Sadi’nin kalbini. Bunun üzerine düşündüm biraz ben ve bulduğum sonuç kalbimi kırdı. Sadi, Songül’den gelen her şeye razı. Öfkesine, sinirine, sözlerine ama bir tek şeyi görmeye, duymaya katlanamıyor. O da Songül’ün onu sevmeme ihtimali olarak çıkıyor karşıma. Bir tek o gün Songül onu sevmediğini söylemişti. Songül nasıl ki tüm kırıklarını Sadi’ye gösterdi, Sadi de o bir kırgınlığı karısına söyleyiverdi. Burada Songül eğer “Aldatıldığımı düşünüyordum, öyle söyledim!” dese bile kabulüm olurdu ama o çok başka bir yerden baktı olaya. Sadi’nin kırıklığını, acısını gördü ve göz ardı etmedi. Burada tamamen haklı olan kendisi olmasına, öyle düşünmesi için binlerce sebebi olmasına rağmen Songül o anlarda öfkesinden böyle söylediğini söyleyerek Sadi’nin yaralarını sardı. Sadi aslında hep Songül’ün öfkesinden böyle söylediğini biliyordu ama yine de duymak istedi. Songül en öfkeli anlarında bile kocasını çok seviyordu ki burada gurur yapabilirdi ancak hiç bu yollara sapmadan doğrudan “Seni seviyorum” deyiverdi.

Sadi için cennet ne deseler herhalde, karısının defalarca kez ona sevdiğini söylediği, gösterdiği anları tarif ederdi diye düşünüyorum. Sadi, Songül’e hayatının sürprizini hazırladı. En sevdiği gruptan tutun da, boğazı Songül için hazırlamaya kadar ince ince düşündü. Bugüne kadar ona hep “Boğaz sana hazırlansın” deyip bunu gerçekleştirdi. Ancak asıl sürpriz ona ona yapıldı diye düşünüyorum. Songül sahneye çıktı, kocasının gözlerine bakarak şarkı söyledi ve defalarca kez aşkını ilan etmiş oldu. Belki Sadi aylardır hayalini kurdukları yere karısını getirdi ama Songül de aynısını içinden gelerek, plansızca yapmış oldu. Zira Sadi’nin beklediği tek şey buydu : Sevildiğini bilmek, hissetmek, duymak…

Sadi ve Songül ilişkilerindeki en büyük sınavlardan birini kanaya kanaya verdiler. Kimse onlara yardım etmeden, birlikte çıktılar o hengameden. O kadar zor oldu ki bu, şimdi her şeyin, her anın kıymetini biliyorlar. Yalnız bu durum bir şeyin daha habercisi, öyle büyük bir kırılmadan sonra aşklarını kurtardılar ki, artık onların ayrılması, sarsılması çok zor. Bu sebeple o evde barbunya artık sadece bir zeytinyağlı olarak yenecek gibi hissediyorum. Bir de unutmamak gerekir ki Sadi ve Songül sadece karı, koca değiller aynı zamanda iş ortağı da sayılırlar.

Sadi ve Songül yaralarını sardılar ama dışarıda hala onları özellikle de Songül’ün bekleyen büyük bir tehlike var. Yılan ekibiyle birlikte Serdar’ı kıskıvrak yakaladılar. Songül ailesinin katiline bir adım daha yaklaştı. Şimdi ne yapacağını pek bilmese de Serdar kolay lokma değil ve yılan ekibinin mücadelesi de daha yeni başlıyor. Songül için zor günlerin kapıda olduğunu hissediyorum. Bir yanda Sadi diğer yanda görevi, Serdar, Servet var. Devam etmek istediği hayatı varken bildiği ve bilmediği dolu düşmanı birikiyor. Üstüne üstlük bir de kocasının sürprizini anlatırken ona garip ve küçümseyen bir bakışla bakan Taylan meselesine hiç girmek bile istemiyorum.

Songül için Serdar ile yüzleşmek sandığından da ağır geçti. Zaten bu da çok garip değil zira Songül hayatını adadığı dosyanın faillerinden biriyle karşı karşıya geldi. Bana iki can borcun var dedi ya, eksikti biliyor musunuz? Bu adamların Songül’e iki can ve yalnız geçen bir ömür borcu var. Gülüşü solan, hayatı kararan bir çocuğun ahının bedeli üç beş yıl, müebbet hapis olamaz. Songül için bu olay çok ağır ve Taylan onun yanında olsa da görev dışında anlaşabilecekler mi göreceğiz? Taylan aşırı görev aşkıyla yanan biri ve Songül’ün özeliyle ilgili anlattığı ufacık mesele bile onun ” Şimdi konu bu mu?” bakışları atmasına sebep oluyor. Taylan tam olarak neyden rahatsız oldu bilmiyorum ama Songül hayatını,işini sadece görev bilinciyle değil insanlara yardım etme aşkıyla da yapıyor. Bunun en bariz örneğini de Mert meselesiyle verebiliriz.

Mert, hayatının en zor dönemini yaşıyor. Üzerine atılan alevleri bir kısım insan söndürmek için ellerini ateşe sokarken bir kişi tüm bu ateşi daha da harlamak için elinden geleni ardına koymadı. O kişi de Gizem’den başkası değil. Gözüyle görmediği, sadece travması yüzünden hissettiği bir sezi yüzünden Mert’i gözünü kırpmadan alevlerin içine attı, hayatıyla oynadı. Orada Mert’e o kadar üzüldüm ki anlatamam. En başından beri zaten bu içeriden çıkma meselesi en fazla Mert’in önüne fatura olarak konurken şimdi de yeniden yine aynı insan yüzünden başlangıç noktasına geri döndü. Şimdilik ayakta ve güçlü durmaya çalışıyor ancak ben Mert’in kimsesizliğine, anne babasızlığına, herkes için ayakta kalmaya çalışma çabasına çok üzüldüm. Derya’nın artık konuşması gerektiğini düşünüyorum. Evet bir yandan Sadi diğer yandan Songül her şeyi bırakıp onun için mücadele etseler de Mert hocası ve Songül ablasının yardım ettiğini sanıyor. Babasının olduğunu, onun yanında olduğunu bilmiyor.

Mert ve Sadi ilişkisi bugüne kadar hep baba, oğul ilişkisi gibi ilerledi. Mert ilk günden beri Sadi’yi benimsedi, Sadi de aynı şekilde davrandı. Mahkeme sonrası Sadi’ye sarıldığında ayakları titrerken, ondan dayanak alırken ihtiyacı olan şey tam olarak gözlerimin önündeydi diye düşünüyorum. Mert babasızlığı çok derin hissediyor ve bu yüzden Sadi’ye ondaki en derin boşluğu doldurduğu için bu kadar bağlı. Derya için tehlike çanları çalmaya başladı diye düşünüyorum zira Sadi bir şeyleri fark etmeye başladı diye hissediyorum. Bunu tam olarak ne zaman öğrenir bilmesem de Sadi’nin küçük ailesinde Mert’e de yer açacağından hiç şüphem yok.

Sadi aslında babalığı bilmiyor değil, Yaver ile bunu yaşamış diye düşünüyorum. Ben açıkçası aralarında biat kültürüne bağlı bir ilişki var sanıyordum ama bundan çok daha ötesi olduğunu gördüm. Yaver, Sadi’nin oğlu gibi bence. Sarhoş olunca onu yatırma şekli, eve kadar taşıması, yanında olması, karısına erkek sinek yaklaşsa deliren Sadi’nin Yaver sarılırken gülerek izlemesi falan hep bundan bence. Yaver’in oğlu gibi büyütmüş ve doğal olarak aşkıyla kurduğu yuvanın yaramaz çocuğu olarak Payaslı Ailesinin bir ferdi oldu.

Yaver, Sadi’nin sağ kolu, sol yanı ve bence en güvendiği iki insandan bir tanesi. Aralarında sır yok ve bence hiç olmamış da. Şimdi Serdar çekip onu vursa da Yaver’de çelik yelek, ambulansın içinde de Songül’ün olduğuna ben adım kadar eminim ama sizi bilmem.

Sadi Payaslı sevdiğine kavuştu, Yaver’i yanında, belki de ileride Busenaz’ını kucağına alacak… Bununla ilgili rüyalar görüyor, büyük bir aile, köklerini salmak istediği bir dünya hayali kuruyor. Buna nasıl vardın derseniz hemen açıklayayım. Sadi rüyasında hayatının kontrolünü tamamen Songül’ün ellerine bırakan bir adam görüntüsü verdi. Misal Songül’ün karşısında güçlü, ilişkilerini yönlendiren ve bunu yaparken de gayet mutlu olduğunu gördüm. Ayrıca Payaslı gecesi derken büyük bir aile hayali kuruyor diye düşünüyorum. Sadi’nin rüyası arzuları ve hayallerini barındırıyordu bence. Nasıl ki Songül’ün gözünde Sadi yıkılmaz bir adam ki bunu görmek için onu uyurken görmeme gerek bile yok, açıkça gösteriyor. Sadi için de büyük bir aile planı olsa da her şeyini Songül ile kurmak istiyor diye düşünüyorum. Sadi’nin rüyası onun aslında hayallerini görmemizi sağladı. Diğer yandan da gerçekte rüyalarının bir kısmına da kavuştu. Tamamen kavuşması da an meselesi… Şimdi onun cenneti gerçek oldu. Peki bu cennet bir kişiyi daha içine alabilir mi? Bakak, görek onu da…

Yazımı burada sonlandırıyorum, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

İz Peşinde (Sipahi,2.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye oldukça vurucu bir sahneyle veda ettik. Canan ve Korkut Ali’nin yolları vurucu bir şekilde kesişirken Habtor Bin Said ise planlarını bir sonraki aşamaya geçirmişti bile. Hem polis hem de Sipahiler sonu belli olmayan bir yola çıktılar. Düşmanları global bir yıkım planı üzerinde çalışırken özellikle de Korkut Ali ve arkadaşları bu ipin ucunu yakalamak zorunda ancak Ali’nin peşine düşen güzel komiser Canan ve onun Habtor planları Sipahilerin işini pek kolaylaştırmayacak, benden söylemesi.

Korkut Ali görev bilinciyle yaşayan, hatta hayatı görev olmuş bir adam . Bu sebeple attığı her adımı hesaplayarak yaşıyor. Çok dikkatli olması, hızlı hareket etmesi ve tabii ki ne olursa olsun kimliğinin açığa çıkmaması lazım. Şimdi buraya kadar her şey tamam ama neden stadda kendini açığa çıkarmadı? En azından Canan’a devlet görevlisi olduğunu söylese belki daha fazla insanın hayatını kurtarabilirdi ancak çok daha fazlasının hayatına mal olacağını bildiği için Canan karşısında sustu. Ali ve arkadaşları çok büyük bir örgüt planının ve teröristin peşinde ve kimlikleri deşifre olduğu anda hem Sipahi oluşumu hem de Habtor’u ellerinden kaçırma ihtimalleri var . Bu sebeple Ali geriye çekildi çünkü bu adamların neler yapabileceğini çok iyi ve yakından biliyor. Bu yüzden kişisel düşünemez, hata yapamaz ve duygusal davranamaz.

Size Korkut Ali Türkoğlu ile ilgili en önemli analizimi söyleyeyim mi? Duygularını kontrol etmede tam bir profesyonel. Korkusunu, heyecanını asla belli etmiyor. Canan’la karşı karşıya geldiği o anda arkadaki teröristi öldürmekte zerre tereddüt etmezken, Canan karşısında da asla tereddüt etmedi. Özellikle de sorgu sahnesinde Canan ne kadar üstüne gıderse gitsin, kendisini saklamayı başardı. Özel bir ajan olarak bu hususta yetenekli olmasını anlıyorum ancak Ali bunu gözbebeklerine kadar yansıtarak yapıyor. Orada bir donukluk, hissizlik var ve bence bunun sebebi Ali’nin hem fiziksel hem de duygusal yaraları diye düşünüyorum.

Ali’nin gözlerindeki duygu kıpırtısını gördüğüm iki ayrı zaman var : Biri annesinin yanında, diğeri de geceleri tek başına kaldığında fark edilir oluyor. Özellikle geceleri gözlerindeki acı, kabuk bağlayan yaraların kanamaya başladığı o anlarda belli oluyor. Korkut Ali hala ağır yaralandığı, ölümden döndüğü o günü atlatamamış. Geçen hafta Ali’nin iş egosunun meslek aşkından ileri geldiğini söylemiştim. Aslında meslek de diyemem daha çok vatan aşkı demek daha doğru olur diye düşünüyorum. Ali’deki bağlılık, görev bilinci ve arkadaşlarına bağlılık o kadar ileri derecede ki arkasından kurşunlar sıkılsa da yaralı arkadaşlarını hastaneye yetiştirip, kendi hayatını, acısını görmezden gelecek kadar kendini adamış biri. Bu yüzden attığı her adımı görevi, hedefleri ve ülkesine olan sevgisiyle atıyor. Bu şekilde kendini işine adayan biriyle daha tanıştık bu hafta : Canan Doğan!

Canan Doğan, sert, cesur, şüpheci ve kendini işine adamış bir polis olarak çıktı karşımıza. Onu ilk olarak Berlin’de kız kardeşinin yanında görmüştük, şimdi de terörle mücadele komiseri olduğunu ve hatta işinde de gayet iyi olduğunu öğrendim. Habtorla ilgili daha ekibin bile ulaşamadığı bilgilere ulaşacak, orada kendine muhbir bulacak kadar da başarılı bir polis olduğunu düşünüyorum. Canan’la ilgili tek görüşüm elbette görevdeki başarısı değil aynı zamanda çok sert bir kadın. Hep bir gerginlik var üstünde ve aynı zamanda da oldukça şüpheci biri. Bir insanın bir günde bu hale gelmeyeceğini düşünüyorum ben bu yüzden Canan geçmişte ne yaşadıysa bugün hala etkisinde diye düşünüyorum. Özellikle de nedense bu etkilenmenim babasıyla alakası olduğunu düşünmeye başladım. İki haftadır Canan’la ilgili dikkatimi çeken en önemli husus bu, babasıyla asla iletişim kurmuyor. Ne olursa olsun bunu yapmaması kafamda bir soru işaretine sebep oldu ancak bir kanıya varmak için çok erken. Canan’ın şüpheci olduğunu söylemiştim ve onun bu durumu Korkut Ali’yle de karşı karşıya gelmesine sebep oldu.