Maske (Yan Oda, 3.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Yaşamak mı savrulmak mı nedir bilmiyorum bu olanlara. Anlamlandırmak için kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım olmuyor bazen. Bazen öyle anlar oluyor, öyle şeylere şahitlik ediyoruz ki gerçeklik algımız tuzla buz oluyor. Muhtemelen çoğumuzun ara sıra kapıldığı bir his bu. Öyle garip, öyle saçma ya da öyle zalim şeylere tanıklık ediyoruz ki Allah’ım beni konumdan çıkar diye sessiz çığlıklar atıyoruz. Hatta bazen bazılarımız bir simülasyonun içinde olduğumuzu düşünüyor. Sanırım haklılarda. Yani tam anlamıyla bir simülasyon içinde olmasak da bir maskeli balonun tam ortasında olduğumuz kesin. Ama bu maskeler bir tane değil. Çıkardığımız her maskenin altından başka bir maske çıkıyor. Maske doğurdu mu dersiniz matruşka maskeler mi dersiniz bilemem ama gerçek bu. Ve hepimizin maskeleri var. Kim yok diyebilir ki. Şartlar gereği her zaman içimizden geldiği gibi davranamıyoruz. Birine ya da bir şeye çok sinirlensek dahi o an yüzümüze sorun yok maskemizi takıyoruz. Bunu da ya olay büyümesin diye yapıyoruz ya da bununla mı uğraşacağım diyerek yapıyoruz. Ama yapıyoruz hiç kimse hayat denen bu maskeli baloda çıplak değil. Ama asıl önemli olan bu maskenin en derinlerinde sakladığımız benliğimiz. Çünkü bazen o maskeleri benliğimizi koruyabilmek adına takarız. Şimdi gözlerimizi herkesin bu konuda oldukça uzman olduğu Alabey Konağına çevirelim. Zira bu konak adeta bir maske müzesi.

Heyecan ve gerilimin oldukça yüksek olduğu bir yerde buluyoruz kendimizi Sevgi ve Fikret’in düğününde öpüşen Taylan ve Şelaleyi gören Simten’in sesiyle de ana geri dönüyoruz. Simten’in açısından baktığımız zaman kendisi sonuna kadar haklı. Öncesinde ne konuşuldu, neler yaşandı bilmiyor. Üstüne üstlük bir iki gün önce sevgilisi haber bile vermeden Şelale ile ortadan kayboluyor. Ve en sonda ikisini dışarda öpüşürken buluyor. Düşündüğü şeyde haklı olsa da orada Şelale’nin Taylan’ı ittirdiğini de görmüş olacak kadar vardı. Haklı olsa da Şelale’nin saçlarına yapışarak, hakaret etmekte haksızdı. Şelale yanına durumu açıklamak için gitmişti zaten bir dinlemeliydi. Sonrasında istediği kararı verebilirdi. Ki Taylan kendisine her şeyin kendi suçu olduğunu söylüyor. Simten’i anlıyor ve hak veriyorum ama sonrasında akşam evde söyledikleri geliyor aklıma. Her şeyi hep görmezden gelip, sineye çektiğim için böyle oldu ama artık öyle olmayacak diye. Şimdi Simtencim sana sormazlar mı bu zamana kadar her şeyi sineye çektin de buna neden bu kadar kuruldun? Bakın haksız demiyorum Simten’e haklı ama diğer şeyleri takmazken Şelaleyi bu kadar büyüttü. Bence Simten bazı şeyleri hissetmeye başladı. Kadınlarda böyle bir içgüdü vardır çünkü tehlikeyi sezerler. Belki de Simten’i bu hale getiren Taylan’ın tavırlarıdır. Şelaleyi koruması, onun için kendisini tehdit eder şekilde uyarması. Diğer olaylar ne bilmiyorum ama Simten’i asıl tetikleyenin Taylan’ın tavırları olduğuna eminim. Ama bir konuda Simten’e hak veremiyorum maalesef o da Şelaleye söyledikleri. Bir kadın ne olursa olsun hemcinsine bu tarz laflar söylememeli. Söyledikleri Taylan’ı bile üzerken Şelaleyi ne hale getirir? Simten acısı ve öfkesiyle bir çığ başlattı ve işin sonunda o çığın altında kendi kalacak gibi görünüyor.

Şelale adındaki coşku gibi her duygusunu en tepede yaşayan bir kız. İçerisine girdiği bu dünyaya daha uyum sağlayamamışken Taylan’ın öpücüğü ile her şey daha da zor oldu artık onun için. Şelale minimalist ve basit kurallara dayanan bir yaşam kurmuş kendine. Ve hayatının öncelik merkezi anladığım kadarıyla hiçbir zaman kendisi olmamış. Annesinin ne düşüneceği ne hissedeceği, başkalarının ne düşüneceği. Bu yüzden belki de hayatında bu zamana kadar birçok istediğinden vazgeçti. Taylan ile olan olayda bile “annem duyarsa ne olur bir fikrin var mı? Dedi. Önce annesi sonra diğerleri en son kendi ne hissettiği. Bu yüzden Simten’in sözlerinden sonra darmaduman oldu. Çünkü o an anladı ki ne derse desin ne yapsa yapsın kendini açıklayamayacaktı. Ve biliyordu ki bu iş bu kadarla kapanmayacaktı. Kimseye anlatamazdı da derdini. Çünkü etrafında onu anlayacak kimse yok. Teyzesi başka bir boyutta, annesine içini açsa açtığına bin pişman olacak yine içine attı. Kim bilir bu zamana kadar neleri içine attı Şelale. Daha bu yaşında neleri sırtlandı tek başına. Birçoğumuz bu duygunun ne demek olduğunu biliriz çünkü hayatımızın bir kısmında mutlaka hepimiz Şelale gibi bir derdimizi tek başımıza sırtlandık. Şelale hassas olduğu kadar inatçı, iyi ve düşünceli bir kız. Tıpkı düğün boyu elinde tuttuğu Peru zambağı gibi. Her çiçeğin bir anlamı vardır bunu hepimiz biliyoruz. Bende geçen haftadan beri Şelalenin düğün boyunca elinde tuttuğu bu çiçeği araştırdım ve bir arkadaşımın yardımıyla da buldum. Şelalenin elinde tuttuğu çiçek Peru zambağı ve birliğin, istikrarın ve zorluklarla baş çıkmayı temsil ediyor. Tıpkı Şelale gibi. Şelale ne kadar kırgında olsa Taylan’ın kötü olduğunu hissedip onun yanında oldu. Çünkü biliyordu yalnız kalmak ona iyi gelmeyecekti. Şartlar ne olursa olsun onun yanında oldu belki de bu bazı şeylerin daha da anlamlı olmasını sağlayacak, kim bilir.

Bizim yakışıklı prensimiz Alabeylerden Taylan. Hayatı alaya alan, hiçbir şey ve hiç kimseyi önemsemeyen umursadığı tek şey kendi olan Taylan ya da en azından dışardan göstermeye çalıştığı kendisi bu. En başından beri söylüyorum Taylan yansıtmaya çalıştığı gibi biri değil. Tamam arızaları var ama yaşadığı travmayı düşünürsek oldukça normal. Kim ne derse desin Taylan’ın çocukken şahit olduğu olay kolay bir olay değil ve iz bırakmaması imkânsız. Taylan birilerine değer vermekten ve bağlanmaktan korkuyor bence. Bu da annesiyle babasının yaşadığı olaydan kaynaklı. Babasının başına gelenleri yaşamaktan korkuyor. Hal böyleyken de ciddi olan her şeyden kaçıyor. Ama ne kadarsa çabalasın göstermek istediği kişi olamıyor. Bunu çok net görüyoruz. Şelaleyi korumasından hem de. Söz konusu başkası olsa orada Simten’in elinden alır mıydı? Simten’i böyle durdurmaya çalışır mıydı? Bilmiyorum. Bunları yaparken de kendinden çok Şelalenin yaşayacaklarını tahmin etmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü Sevgiyi o gün gördü. Ortada hiçbir şey yokken Şelaleye nasıl davrandığını gördü ve duydu. Bu öpücüğü duyarsa neler yapacağını tahmin ediyor. Kendisi babasının öfkesine alışık nasılsa ama Çillisine bunu yapmak istemiyor. Bu yüzden Simten’e, babasına karşı düşünmeden önüne geçerek onu koruyor. Simten’in sözlerinden sonra peşinden gitmeye kalktı, bu yüzden Simten’ resti çekti. Belki kendisi de farkında değil, belki kabul etmek istemiyor ama Şelaleye değer vermeye başladı bile.

Şelale, Taylan’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Bunu da bize uçak motifi üzerinden gösterdiler. Taylan, annesinin ihanetini gördüğünde elindeki uçağını düşürüyor, kâğıttan uçak yapıp dilek diliyor. Ama havuzun karşısına geçiremiyor çünkü uçağı yanlış yapıyordu. Sonra yanına Şelale gelmiş ve yaptığı uçak karşı tarafa geçmişti. Ertesi günde Taylan “Uçağı nasıl yaptığını öğrendim artık dileklerim kabul olacak” demişti. Şelale gelene kadar yapamadığı uçağı artık yapabiliyordu. Bu da Taylan’ın gelişim sürecinin başlangıcının işareti bence. Bu yüzden sahne geçişinde uçak ve çiçeği farklı açılardan bize gösterdiler. Şelalenin desteği ile Taylan’ın değişeceğinin işaretiydi belki de. Bir diğer nokta ise Taylan’ın odasında odaklandığı resimdeki çiçekle, Şelale’nin elindeki çiçeğin benzer oluşu. Bunlar rastgele olan detaylar değil bana göre. Taylan ve Şelale ne kadar didişirse didişsin başları sıkıştığı andan birbirlerinin yanında oluyorlar. İlk önce Taylan, Sevgi’nin kulağına gitmesin diye uğraştı sonra Şelale, Fikret ile olanlardan sonra onun yanına gitti. Ve Taylan’ın çok da alışık olmadığı bir soru sordu, “İyi misin?” bu soruyu sorduğunda Taylan’ın gözlerini gördünüz mü? Ben gördüm şaşırdı çünkü alışık değil. Ama Şelalenin de söylediği gibi o evde birbirilerini en iyi ikisi anlar. Öyle de oldu Şelale yarasını sözleriyle sardı ve Taylan ona sığındı. Duygularını gizlemedi. Başını Cicisinin göğsüne dayadı ve acısını yaşadı. Ve farkında bile değildi belki ama elini tutuyordu. Her şeyin onlar için kolay olacağını söylemek isterdim ama tüm zorluklar şimdi başlıyor. Halası da onları görmüştü ve şimdi Nurcihan onları çağırıyordu. Alabey malikanesinde kötü günler bitmiş sırada daha kötü günler var.

Travmalar insanın hayatını yönetir bu yüzden başa çıkamadığı noktada insan destek almalıdır. Ve bu noktada baktığım zaman Fikret ve Sevgi geçmiş anılarının etkisi altında hala kalıyorlar. Birbirlerini çok seviyorlar ama hemen de şüpheleniyorlar. Sevgi, Fikret ’den bir tık daha haklı çünkü annesi duydu, kendi gördü. Ama Fikret o an kardeşini tersledi sonrasında içine düşen kurda yenik düştü. Ama onu suçlayamam duyduğu konuşmada Sevgi “Babanı ne düşüneceğim ben evliliğime zarar vermesinden, Fikret’in yanlış anlamasından korkuyorum” diyebilirdi. Aslında ikisi de birbirleriyle konuşsalardı işler bu noktaya gelmezdi. Ama işte şüphe böyledir. Mantığı devre dışı bırakır. Bakalım çiçeği burnunda çiftimizi neler bekliyor.

İki haftadır Fikret için diken üstünde bekliyordum dedim ya. Yanılmadım. Fikret çok normal bir adam değil. Göründüğü gibi değil. Bir kere ciddi bir öfke problemi var. Asla kontrol edemiyor. Bölüm başında ve sonrasında Taylan’a nasıl davrandığını, oğlunu dinlemeden tokadı nasıl yapıştırdığını hatırlayın. Bir bölümde iki kere oğlunu dinlemeden infaz etti, canını yaktı. Bir diğer nokta Sevgi ile eski eşi ile ilgili konuşurken “Bedel ödemediğini nereden biliyorsun?” dedi. Bu normal mi? Bence değil. Belki de Taylan’ı annesi terk etmedi, kendileri oğlundan uzak tuttu. Bu bir ihtimal. Hele ki Taylan’ın “Annem seni benim yüzümden aldatmadı. Bir kendine sor, ailene sor, annene sor” demesi de boşuna değildi. Bu aldatılma hikayesinin altından başka şeyler çıkabilir gibi geliyor.

Alabey ailesinin güç timsali Nurcihan göstermeye çalıştığı kadar da masum değilmiş. Hep derler ya nerede ahlak ve dürüstlük kumkumalığı yapan varsa altından bir şey çıkar kendisi de o hesap. Evin hizmetlisiyle beraber. Bunda bir sorun yok ama bu ilişkinin geçmişi beni düşündürüyor. Belki de eski gelini bu gördü, öğrendi ve aldatma oyunu kurdu. Sonuçta şu an Sevgiye yapmaya çalıştığı şeyde bu. Ben böyle bir şey beklerim kendisinden. Alabey malikanesinin her odası bir sır saklıyor. Bu sırlar elbet odaya çıkacak ve çıktığında göreceğiz seni Nurcihan Hanım.

Yazımın sonunda gelmeden önce değinmek istediğim bir husus var. Taylan, Şelale ve Simten’in konuşmak için buluştuğu yerdeki bazı detaylar dikkatimi çekti. Taylan ters maça sembolü ve papazın resminin olduğu bir koltukta oturuyordu. Yani Taylan maça papazında oturuyor. Maça papazı iyiliksever, yardımınıza koşacak erkek anlamına geliyormuş mesela, ters maçanın anlamı ise darbe, beklemediğimiz birinden tokat anlamına geliyor. Maçalar aynı zamanda keder, sadakatsizlik ve yaşamın zorluklarını da temsil eder. Manidar olmuş değil mi? Yanında ne Şelalenin ne de Simten’in oturmayıp Mihre’nin oturduğu koltukta sinek ve kız var. Sinek kartları yakın gelecekteki sizi bekleyen ve yakında meydana gelmesi beklenen olumlu şeyleri temsil eder. Kız ise destek veren, şefkatli kadın anlamına gelir. Mihre o koltukta otururken Taylan ona her şeyin yanlış olduğunu, aralarında bir şey olmadığını ve olamayacağını söyledi. Ne Mihre’ye ne Simten’e otur demedi ama Şelaleye otursana ne dikiliyorsun demişti. Bunlar belki tesadüftür belki de değildir bilemem ama benim dikkatimi çekti. Sizlerle de paylaşmak istedim. O yerdeki bir diğer dikkat çeken şeyse tabelanın birinde “Karma” yazısının altındaki sözdü. Türkçeye çevirdiğimde şöyle diyordu “İyi düşün, güzel şeyler söyle. Başkaları için iyilik yap. Her şey geri geliyor.” Oldukça anlamlı hele ki 1. Bölüm ve bu bölümde sadece arkasından gördüğümüz ve bizimkileri izleyen kişiyi düşününce.

Heyecanın ve gerilimin zrivede olduğu bir bölümün daha sonuna geldik. Bundan sonra Şelale – Taylan, Sevgi ve Fikret arasında dinamikler nasıl olacak beraber göreceğiz.
Haftaya görüşünceye dek hoşça kalın.

Tehlikeli Bölge (Yan Oda, 2.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

İnsanız hepimizin doğasında gizli bazı içgüdüler var. Genlerimizde saklı tüm şifrelerimiz. Ama bazı şeyler ise sadece insana özgü değil hayvanlarda da mevcut. Ki ilkokul öğretmenim insanın da düşünebilen bir hayvan olduğunu söylediğini düşünürsek şaşırtıcı gelmiyor. İnsan ya da hayvan fark etmeden hepimizin mücadelesinin en temelinde hayatta kalmak gelir. Sonrasında kişiliğe göre önceliklerde değişme olabilir ama en temelde hep hayatta kalmak vardır. Ama bazen bu öncelik değişebilir. Kendi canından bile çok sevdiğin bir evlada sahip olduğunda. Bu herkeste böyledir diyemem tabii istisnai bir şekilde anne-baba olmaktan bir haber insanlarda var. Ama genelde anne ve baba olduktan sonra her şeyin önüne geçer evlat. Kendi canından kendi mutluluğundan daha önde gelir evladının canı ve mutluluğu. Onu koruma içgüdü ile bazen hatalarda yaparlar bu yüzden. Onlara sorsanız istedikleri tek şey evlatlarının iyiliği ve güvenliğidir. Bunu yapmaya çalışırken çocukların ne hissettiklerini ya da ne duruma düştüklerine pek bakmazlar. İşte asıl mesele dengeyi sağlayabilmekte gizli. Şimdi önümüzde bulunan anne-baba profillerine bir baktım da. Hiçbiri bu dengeyi sağlayabilmiş durumda değil. Hepsi ayrı tellerden apayrı şeyler söylüyor ama asla sormuyorlar. Çocuklarınızın da birer birey olduğunu unutmasanız keşke. Benim durumum şu an biraz şey gibi oldu kızım sana söylüyorum gelinim sen anla.

Oldukça heyecanlı noktaladığımız birinci bölüme oldukça yüksek bir tansiyonda da başladık. Sevgi, kızını ve Taylan’ı aynı yatakta görünce resmen beyninden vurulmuşa döndü. Bir anne olarak yaşadığı şoku anlayabilirim ama sonrasından Sevgi’ye sinir olmadım desem, yalan söylemiş olurum. O sahnede Şelaleye vurmasını da söylediği sözleri de kabul edemiyorum. Bir anne evladına nasıl böyle sözler söyler ya, nasıl? Şimdi diyeceksiniz ki “o bir anne kızını korumaya çalışıyor” haklı da olabilirsiniz ama bunu kızını aşağılayarak, gururunu ve onurunu yerle bir ederek mi yapıyor. Bir anne kızını tanıyorsa neler yapıp neler yapamayacağını bilir. O durumda şoka girmiş olabilir ama kızı ona anlatmaya çalışırken dinlemeye tenezzül bile etmemesi, direkt kafasında yargılaması çok üzücü. Sevgi, Şelaleye böyle davranırken unuttuğu bir şey oldu ama. Onu kendisinin yetiştirdiği. Sevgi’nin o davranışlarından sonra içine sinmeyip annesinin karşısında durmasıyla ise gurur duydum. Kolay değil annenden o lafları, o tokadı yiyip de hala karşısında durabilmek. Sevgi kızının odasından çıktığı gibi Taylan’ın odasına girerek ona da hesap sordu. Aynı şeyleri ondan da duymasına rağmen öfkesi hala dinmedi. Tüm bunların şokunu atlatamadan bu sefer de annesi ve Nurcihan arasında yaşananları öğrendi. Sevgi için zor bir sabah olmuştu kabul ama Sevgi de kolay bir kadın değil en nihayetinde. Sevgi hayatı artık tamamen stratejik bir oyun, bir satranç gibi yaşıyor. Nerede, ne zaman ve nasıl davranacağını, kartlarını nasıl göstereceğini biliyor. Tüm bunların yanında da güzel bir manipülatif. Şelale ve Taylan olayını hissettirmeden tüm derdini Fikret’e anneleri arasında yaşanan sorundan kaynaklı olduğuna inandırdı. Şu an için Sevgi her şeyin kendi kontrolünde ve istediği gibi gittiğini sansın. Ama olaylar hem ondan hem Fikret’ten, Nurcihan ve Cevale’den çıkıyor hatta belki de çıktı bile, kim bilir.

Alabey Konağındaki ilk sabahı Şelale için hiç kolay başlamamıştı. Annesiyle yaşadıkları olaydan sonra soluğu Taylan’ın odasında aldı. Taylan’ın kötü bir niyetle yapmadığını en derinlerde kendisi de biliyordu ama şu durumda en son istediği şey annesiyle arasında gerginlik yaşamak. Taylan gözlerinin içine bakarak tüm gerçekleri ve amacının yardım etmek olduğunu anlattı. Ki gerçekten akşam Taylan etmese o halini tüm ev görecek annesiyle daha da büyük sorunlar yaşayacaktı belki de. O sahnede Taylan’a biraz haksızlık ettiğini düşünüyorum. İçinde bir yerlerde kendisi de bunu biliyor zaten. Şelale küçük yaşta yaşadıklarıyla kendisi için yalnızlığı tercih eden bir kız. Bunu siteyi gezerken söylediği sözlerden de anlayabiliyoruz. Kendini korumak için yalnızlık kabuğuna çekilmiş. Belki de çevresinde hiçbir zaman anlayacak birileri olmamış. O da kendini anlatmakla uğraşmak istememiş. Çünkü bazen bazı duyguları ne kadar anlatırsanız anlatın anlayamaz karşınızdaki. Sizde pes edersiniz. Kendi kendine huzurlu bir dünyası varken kendisini entrikalarla dolu bir dünyada buldu. Ve biliyor ki o evrene ait değil. Bu durumun ona kattığı avantaj ise gözlem yapabiliyor olması. Şu an Taylan’ı, Simten’i ve Mihre’yi gözlemliyor. Çözmeye çalışıyor ve çözecekte. Bazen sessiz kalıp dikkatle bakmak çoğu şeyi çözmenizi sağlar. Ve Şelale görmeye başladı. Bu görmeye başladığı şeyler yaşadıklarını anlamlandırma da bakış açısını değiştirir mi yoksa sadece yaşadıklarını mı dikkate alır onu birlikte göreceğiz.

Acı ve travmaların altında geçen bir çocukluğun ardından hayatı ciddiye almamayı tercih etmiş Alabeylerden Taylan. Bu da bir nevi kendini koruma kalkanıdır aslında. Hiçbir şeyi ciddiye almazsam canımda bir daha yanmaz düşüncesinin bir ürünüdür. Yanlıştır da diyemem aslında bu hayatta her şeyi ciddiye alacak olsa delirir insan. Babasının kuralları, babaannesinin şımartmaları ve diğer tarafta ona aşık iki kadınla hayatı yeterince karmaşık olan Taylan’ın hayatı giderek daha da karışıyor. Hayatına adeta eve düşen bir yıldırım misali giren Şelale dengesini bozuyor. Geçen hafta da söylediğim gibi Taylan kötü bir çocuk değil sadece yaralı. Bu yaraları göstermemek için asıl benliğini saklıyor ya da sakladığını sanıyor. Ama unuttuğu bir şey var yara yarayı tanır. Aynı yaralara sahip olduğu bu kıza karşı ne kadar tüm gıcıklığıyla karşısında dursa da yan yana geldiklerinde eğlenmekten keyif alıyor. Sadece farkında değil. Taylan ile ilgili bir diğer konu Simten ve Mihre meselesine. Ben Taylan’ın Simten’e çok fazla âşık olduğunu sanmıyorum. Seviyor, değer veriyor ama aşk çok iddialı olur. Simten’in olanları öğrenmesini istemiyor çünkü Mihre’ye bir şey hissetmiyor “biz” yok demesi de bundan bence. Mihre tek taraflı bir şey yaşıyor olabilir kendi içinde. Simten’in öğrenmemesini istememe sebebi öyle ya da böyle aldatıldığını öğrenmenin bir insanı nasıl dağıttığını bilmesinden kaynaklanıyor bence. Mihre’ye söylediklerini düşünün bir ya da kendinden uzak tutmak için yaptıklarını. Bu durum ortaya çıkarsa ve şu an göründüğü gibi masumsa bunu kimseye anlatamaz. Anlatsa da ikna edemez. O yüzden Şelaleyi sürekli susturmaya çalışması. İhanet yarasını başkalarına açmamak için.

İki otoriter figür, iki ihanet ve iki farklı ruh. Hayat onları aynı şeylerle ama farklı bahçelerde çiçek açtırmış. Biri yaralarıyla kendi kabuğuna çekilmiş, bir diğeri yaralarını zırh yapmış kendine. İkisine de gören gözlerle baktığınızda birbirlerini en iyi onların anlayacağını görebiliyorsunuz. Şelale’nin annesi için hissettiklerini, Taylan babası için hissediyor. İkisi de aynı korkuları yaşıyor. Şelale babasının ardından dağılan annesini görerek büyüdü, Taylan annesinden sonra dağılan babasıyla. İkisi de ebeveynlerinden aynı şeyi duydu “Güvenme”, “asla ama asla güvenme”, “duygularınla değil aklınla” ama kendileri bunları söylerken tam tersini de yaptılar. Hal böyleyken çocuklarda bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyorlar. E haklılarda kendi söylediklerine kendileri uymazken çocuklar ne diye uysun ki. Belki Fikret’in söylediği gibi insanlar değişir, onlarda değişip mutlu olmak istiyorlar, olabilir. Ama yıllarca çocuklarına kodladıkları bu duygular onlardan öyle hemen silinmez. Taylan ve Şelale yan yana geldikleri zaman birbirinden nefret eden iki kişiden ziyade çok iyi anlaşabilecek iki insan görüyorum. Ama önyargıları onları birbiriyle didişmeye itiyor. Yelkenlerini indirdiklerinde ise çok güzel sohbet ediyorlar. Geçen hafta Taylan Şelale’nin benliğini görmüştü, bu hafta da Şelale gördü. Taylan kötü değildi yaralı bir çocuktu. Bu gerçeği daha Taylan kendi kabul edemezken Şelale’den duymak isteyeceği son şeydi. Ama gerçek olan da buydu o yüzden düğünden kaçıp onun yanına gitti. Çünkü ne olursa olsun o an kendisini en iyi cicisi anlardı. Öyle de oldu. Hayatında belki de ilk kez birine en derinindeki yaradan, annesinden bahsetti ve karşısındakinin de yarasını gördü. Taylan’ın ben kötüyüm diretmesi bence biraz da Şelaleyi korumak için. Çünkü çevresindeki dünyayı ve insanları biliyor. Kendisini biliyor. Ve bugüne kadar gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bu kızı üzmek istemediğinden kendinden uzak tutmak istiyor. Hadi bakalım Taylan bunu başarabilecek misin yoksa gerçek seni gören Şelaleye kapılıp gidecek misin hep birlikte göreceğiz.

Alabeylerden Taylan hayatı ne kadar akışta ve rahat yaşıyorsa babası Fikret o kadar kontroller elinde yaşıyor. Fikret bu hikâyenin joker karakteri demiştim ya hala arkasındayım. Sevgi’den annesi Nurcihan’ın yaptıklarını duyunca masaya gidişi, bağırışı nasıldı ama. Evet Nurcihan’ın yaptığı hareket çok ama çok yanlıştı ama Fikret’in ani yükselişleri de bir o kadar garip bana göre. Geçen haftada ailesi ile konuşurken aniden yükselmişti, kahvaltı da öyle. Fikret’in öfkesi dikkat etmemiz gereken ilk unsur gibi geliyor. Bir diğer noktada ise Fikret ailesinin şifresini çözmüş. Annesi aile dağılmasın diye her şeyi istese de istemese de yapacağını biliyor ve onu buradan sıkıştırıyor sürekli. Ki fikrini bile sormadan tüm aile ve şirket yükünü onun üstüne attığını düşünürsek haksızda diyemeyiz. Nurcihan sürekli çocuklarının hayatını kontrol altında tutmak istemiş. Fikret’in ilk evliliğini de istememiş, o kadını da onaylamamış. Hal böyle olunca benim aklıma bir soru düşüyor. Fikret’in eski eşi acaba aldatmadı da sırf oğlundan ayırmak için Nurcihan mı planladı? Valla ben beklerim sonuçta şimdi de Sevgi’den ayırmak ve başkasıyla evlendirmek istiyor. Annesinin hareketlerine karşı atak göstermekten çekinmiyor artık Fikret ve açıkça belki de hayatımızı mahveden sensindir diye annesine söylüyor. Fikret ile ilgili bazı varsayımlarım var ama biraz daha delile ihtiyacım olduğu için şu an kendime saklıyorum. Gözüm üzerinde Fikret Alabey haberin olsun.

Bu haftaki bölümde nefeslerin tutulduğu bir noktada bitti. Taylan’ın Şelale’yi öptüğünü gören Simten neler yapacak merak konusu? Ya da bu öpücüğü gören tek kişi Simten mi? Bu hamleden sonra Taylan ve Şelale arasındaki dinamik nasıl şekil alacak. Hele ki hem Taylan hem de Şelale’nin arası Sevgi ile diken üzerindeyken. Bu soruların cevabını almak için haftaya ki bölümü iple çekiyorum.

Haftaya görüşünceye dek, heyecanla kalın.

DİKKAT! YÜKSEK GERİLİM HATTI (Yan Oda, 1.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu demiş William Shakespeare. Haksız da sayılmaz aslında. Tüm mesele burada gizli. Ama asıl belli olmayan şey bu olmak ya da olmamak kavramının neyi kapsadığı. İnsanın bu dünya üzerinde bulunup bulunmaması mı, sevgi mi, akıl mı yoksa mantık mı? Bu sorgulamamız böyle uzayıp gider. Olmak ya da olmamak felsefesinin temelini bizlerin dünyaya bakış açısı oluşturur. Kimine göre sevgi yoksa yoksun, kimine göre aklın, kimine göreyse paran yoksa bu dünyada yoksun. Varsan da yoksun. Bu algı yaşadığınız hayat ve o hayatın içinde yaşadığınız zorluklara göre değişir. Sevgi nedir bilmeyen biri sevgisizlikle yokluğu bir tutabilir, duygularından darbe üstüne darbe yiyen biri akılsızlığı yokluğa bağlayabilir. Önüne sürekli ekonomik zorluklar çıkan biri de paran yoksa yoksun diyebilir. VE hepsi de kendince haklıdır. Hayat bu biz var olmaya o bizi yok etmeye çalışır. Bu zorlukta dinlenebileceğimiz ilk yer ise ailemizdir. Ama bazen öyle olmuyor maalesef ki. İlk dinlenebileceğimiz yer bizi en çok yoran yer oluyor. Doğurmakla ve doğurtmakla ana-baba olunmuyor çünkü. Emek ve sevgi gerekiyor. İşte Yan Oda’yı izlerken bunun ne demek olduğunu çok iyi görüyorum. Özellikle de Cevale ve Nurcihan’da.

Cevale ve Nurcihan hem çok farklılar hem de çok aynılar bana göre. Cevale ilk izlenimlerime göre hastalık hastası, hiçbir şeyden memnun olmayan bir kadın. Kızı Sevgiye söylediği laflara inanamadım ben. Bir anne evladına nasıl böyle cümleler kurabilir aklım almıyor. Ama maalesef Cevale gibi anneler çok hayatta bu tür annelerden de iki tip çocuk çıkar biri Sevgi gibi biri de Selda gibi. Ki Sevginin annesine söylediklerini göz önüne aldığımızda aile geçmişleri benim kafamda soru işaretleri yakıyor. Cevale hep mi böyleydi bir şeyden sonra mı böyle oldu? Cevale böyle bir kenarda duradursun Nurcihan’da aile mi kurmuş holding mi yönetiyor belli değil. Bu ne ciddiyet bu ne kibir. Zengin olabilirsin, bir marka imajın olabilir ama bu nedir ya? Herkesin hayatına müdahale. Hayır yani sanki kraliyet ailesisiniz. Herkesi kontrol etmeye çalışıyor, her şey kontrolünde olsun istiyor. Ve en önemlisi herkesi kendi gibi yapmak istiyor. Bu mümkün değil ama Nurcihan’ın gözlerine ve yüzüne baktığınızda bu buzdan duvarların arkasında bazı sırlar olduğunu hissediyor musunuz bilmem ama bu iki anne çok kapalı kutu açıldıkça açılacaklar gibi geliyor.

Bir tarafta annesi Cevale bir tarafta ise kardeşi ve kızıyla hayatla mücadele eden bir kadın Sevgi. Çocuğunun babası, eşi tarafından da aldatılan bir kadın. Bu yaşadığı zaten zor bir olayken üstüne kızıyla bir başına kalmış. Buna ek bir de hastalık hastası bir anne ve sakin ha varlığı ha yokluğu bir kardeşle kalakalmış. Bunlara rağmen pes etmemiş mücadele etmeye devam etmiş. Boğuştuğu bunca sorunun arasında da duygularını yavaş yavaş gömüp mantığının yönetimi ele geçirmesine izin vermiş. Sevgi şu an için normalmiş gibi görünse de derinlerinde büyük sırlar gizli olma potansiyeli yüksek. Bir kere sorunlu bir anne figürü var. Annesine “Sende de düzgün anne olsaydın ben değil sen bana baksaydın o zaman” dedi. Bunu sadece şu an için söylediğini sanmıyorum. Annesiyle geçmişten gelen bir sorunu var. Bu da ona istese de istemese de bir imza atmıştır illaki. Yaşadıklarıyla öyle sertleşmiş ki kızını yetiştirirken ona hep güçlü olmayı ve pes etmemesi gerektiğini söylemiş. Şelaleye söylediği şey çok anlamlıydı “Sana ben öğretmesem de hayat öğretecek, öğreneceksin” dedi. Belki de zamanında kendisi de kızı gibi kalbiyle hareket eden biriydi ama yara ala ala sertleşti kalbi. Kızıyla konuşsa da onu korusa da aralarında böyle sıcak bir ilişki varmış gibi gelmedi bana. Sevgi kızını ne kadar severse sevsin göstermekle ilgili sıkıntısı var gibi geliyor. Eh annesi Cevale Hanımı düşünürsek sebebini bulmak çok da zor olmaz sanırım. Sevgi şu an yeni ve güzel bir hayata başladığını düşünse de işler onun için bile sürpriz olacak şekilde ilerleyebilir.

Annesi Sevgi, anneannesi Cevale ve teyzesi Selda ile bir evde babasız büyüyen kendi halinde bir kız aslında Şelale. Üniversite de okuyan hayalleri olan kendi küçük dünyasında mutlu. Sert bir anneanne ve baskın bir anneyle büyümüş. Bir tarafı da eksik babasıyla nasıl bir ilişkisi var bilmiyoruz henüz. Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen iyi ve güzel kalabilmeyi başarmış Şelale. Şartlar ne olursa olsun, sonunda ne yaşanacak olursa olsun sevdiklerini korumaktan çekinmeyecek kadar da cesur. Yeni gördüğü bir kadına yapılan saygısızlığa sessiz kalamayıp rahatsız olacak kadar da vicdanlı. Tüm bunlara ek neşeli, hayat dolu Şelale. Adı gibi birçok duygu çağlayarak akıyor ruhunun içinden. Kendimi onun yerine koyuyorum kaç yaşında olursanız olun annenizin ya da babanızın başkasıyla evlenip yeni hayat kurmasını kabullenmek çok kolay olmayabilir. Hele bir de böyle damdan düşer gibi olursa kabullenmek daha da zor olur. Tüm bu süreçte Şelaleyi üzen şeyin annesinin içine düştüğü durum olduğunu düşünüyorum. Çünkü Şelale herkesin tıpkı Taylan gibi düşündüğünü biliyor. Eski küçük hayatlarında gayet mutluyken şimdi annesini bu durumda görmek canını acıtıyor. Ne kadar kızsa da kırılsa da annesi sonuçta. Ki annesinin bu ani kararıyla hayatı baştan aşağı değişti. Hayata bakış açılarının tamamen farklı olduğu bir sürü insanla aynı evde yaşamaya başladı. Hem de onları istemediklerini bile bile. Üstüne üstlük yan odasında kalan ve adeta Edie ile Büdü olmaya aday olacakları Taylan varken. Kendi halinde küçük ama huzurlu olan hayatı bakalım ne kadar değişecek.

Dışarıdan bakıldığında muhteşem bir hayat yaşayan ama içinde birçok can kırığı barındıran Taylan’ın da hayatı en az Şelale kadar değişti. Bir kere o da babasının evlenmesini hiç beklemiyordu, üstüne üstlük o kadının ailesinin hepsiyle bir evde kalmayı hiç beklemiyordu. Taylan’ın sorunlu bir çocukluk geçirdiği aşikâr. Bir kere anne travması var. Annesi, babasını aldatıyor ve bu süreç sonrasında ne yaşandıysa babası bizzat oğluna yansıtıyor. Tüm bu süreci beraber atlatırlarken kendisini şımartan babaanne figürünü de unutmayalım. Taylan’ın çocukluğunda ihanet izi var.

Genelde geçmişlerinde böyle travmalar olan insanlar bu konuda çok hassas olurlar. Yani aldatmak onlar için son derece kritik bir noktadır. Ben Taylan’ın kız arkadaşını aldattığını sanmıyorum. Çünkü Mihre’yi uzaklaştırmaya çalışıp itiyordu. Ve Şelaleye de “Bazen her şey göründüğü gibi değildir” dedi. Mihre ile olan durumunda bir şeyler gizli bunu zamanla görürüz zaten. Taylan da aslında Şelale gibi aynı yerden yaralı. Birbirlerini anlayabilecekleri çok büyük bir yaraları var. Ama ikisi bambaşka hayatlarda bambaşka çiçekler olarak açmışlar. Şelale’nin sessizliğine inat Taylan tüm sessiyle var etmiş kendini. Babasına bile karşı gelebilecek ama babaannesini asla kıramayacak, onunla konuşurken küçük yaralı bir çocuğa dönüşecek kadar da hassas. Babasının sert ve güçlü oğlu, babaannesinin paşası. Belki de babasının yanında taktığı o dik mağrur hali değil de babaannesinin yanında gözleri dolan çocuktur Taylan. Hayat bu siyah dersin beyaz çıkar, beyaz dersin siyah çıkar.

Taylan ve Şelale çocuklukları ihanet darbesinin altında geçmiş iki genç. Biri baskın bir anne biri baskın bir baba ile büyümüş. İkisinin de çok normal ailelerde yaşadığı söylenemez. Bunlar ilk bakışta ortaya çıkan benzerlikler kim bilir derinlerde daha neler gizlidir. Bu ikilinin karşılaşması da oldukça olaylı oldu. Ee üvey kardeşliğin şanındandır. Gerçi normal bir şekilde tanışsalar da didişeceklerinden hiç şüphem yok. Taylan’ın her şeyi alaya alan görüntüsü, Şelale’nin yaşına göre dingin halleri. Aslında birbirlerinin bamteline basmasalar gayet güzel anlaştıklarını da gördük. Taylan’ın Sevgi ve Şelale’ye özel bir nefreti olduğunu düşünmüyorum. Sevgiden biraz şüpheleniyor olabilir o da babasının tekrar aynı şeyleri yaşamasından korkmasından kaynaklı. Ama sanırım babasına olan kırgınlığı ve kızgınlığı ister istemez onlara da yansıyor.

Taylan’da başka bir durum var ama evine gelen iki kadınla özelikle de Şelale ile bir sorunu yok bence. Yoksa Şelaleden gerçekten nefret etse sarhoş olduğunda bu kadar ilgilenir miydi? Kimse duymasın diye uğraşır mıydı? Kim duyarsa duysun, ben engel olmaya çalıştım ama içti der işin içinden çıkabilirdi. Ama yapmadı. Şelale’ye içine su doldurduğu şişeyi verdi, sessizce odasına götürdü ve yatırdı. Ve Şelalenin yanında ben Taylan’ın gerçekten mutlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun dünyasındaki gibi değil Şelale hesabı kitabı yok nasıl gelirse içinden. Şu an için sarhoş Şelale sayesinde Taylan bir tık daha önde gerçek benliği görmede ama zamanla Şelalede Taylan’ın asıl göründüğünden farklı olduğunu görmeye başlar bence. Ama bu iki taraf için iyi mi olur kötü mü bilemiyorum.

Her hikâyede tane joker gizlidir. İlk başlarda kim olduğunu anlamakta zorlandığınız ya da hakkında yanıldığınız. Nedense bu hikâyede beni sürekli tetikte olmaya iten karakter Fikret oldu. Fazla kusursuz hem de çok fazla. Yeni karısının kızını kendi oğlundan öte tutan, ailesini kendi ailesinden üstün tutan, karısını üzmemek için çabalayan. Tamam bunlar çok güzel şeyler ama bende biraz şüphe uyandırıyor. Sanki Fikrette bir şeyler var gibi. Kış bahçesinde annesi ve kardeşlerine nasıl yükseldiğini hatırlayın. O sinirini, Taylan kendisine diklendiğinde arkasından o bakışını. Belki yanılırım bilmiyorum ama ben Fikret Alabey’e karşı bir süre temkinli olacağım. Ne olur ne olmaz.

Yan Oda ilk bölümünü heyecanı oldukça yüksek bir yerde tamamlandı. Şelale ve Taylan’ı aynı yatakta uyurken gören Sevgi’nin ne yapacağını merak ediyor ve yeni bölümü heyecanla bekliyorum. İzlemesi keyifli bir bölümdü. Herkesin eline emeğine sağlık, yolu açık reytingi yüksek olsun.
Haftaya görüşünceye dek hoşça kalın.

HOŞÇAKALIN SOYKANLAR (Aile Final)

Yazar : Simay DEMİR

Hayat ileriye doğru akan bir nehir gibidir derlerdi bize çocukken. Geri dönüşü olmayan ama çok ders alınabilecek bir nehir. Bu nehirde yüzerken bazen çok ağır kayıplar verir, sanki altından hiç kalkamayacakmışız gibi hissettiğimiz yükler yüklenir, bazen nefes alamayacak konuma gelebiliriz. bazense çok büyük sevinçler yaşar, gözümüzden yaşlar akacak kadar mutluluk yaşarız. Fakat şu da bir gerçek ki verdiğimiz kararlar, attığınız adımlar bizi bu nehirde bir yerlere götürür. Nehrin akışında kaybolmak değil de o nehirde kendine yön bulmak bu hayatı yaşamaktır bana göre. Ben Devin’in de Aslan’ın da hayat nehrinde kendi yollarını bulup o nehre yön verdikleri ve sonunda hayal ettikleri hayatı yaşadıkları için çok mutluyum doğrusu.

Devin Akın Soykan bu ismi her duyduğumda aklıma ilk gelecek olan şeyin vazgeçmemenin ne kadar değerli olduğu. Direnmenin, mücadele etmenin er ya da geç insanı istediğine ulaştıracağının bir örneği benim için Devin. Düşünsenize o hayatı boyunca hayalini kurduğu aileye direne direne sahip oldu. Aslan onu ilk gördüğünde isminin anlamının devam etmek olduğunu söylemişti. Tüm bu zaman boyunca biz yerinde durmayan,vazgeçmeyen bir Devin izledik. Peki vazgeçse kim suçayabilirdi Devin’i? Babasının onca yaptıklarına rağmen, annesini ve kardeşini senelerce bıkmadan sırtında taşırken bir noktada durabilir, vazgeçebilirdi. Bu hayatta tek olduğuna, kimseden yardım istenmeyeceğine inanıyordu. Aslında tüm yazılar boyunca Devin’in Aslan’a kattıklarını söylesem de ,Aslan Devin’e çok önemli bir şeyi öğretti: Birlikte var oluruz. Devin’in yorgun olmasının, sürekli kaçmasının sebebinin aslında hayatındaki kimsenin sonsuz olmayacağını düşünmesiydi. Babası tarafından terk edilen o küçük kız çocuğu, kimseye güvenmemeyi yine babasından öğrenmişti. Aslan geldi ve Devin’in içindeki tüm o yıkık, döküklüğü, bir adamın karısını herkesten çok sevebileceğini, terk etmeden de bir arada kalarak da hayatta kalınabileceğini öğretti. Ve tüm bunları tek bir şekilde açıkladı: Biz bir aileyiz.

Devin aslında kendini hayat nehrine bırakmış durumdaydı ta ki Aslan’la tanışana dek. O Aslan’dan önce sevginin sadece üzüntü verici öldüren bir şey olduğuna inanıyordu zaten bu yüzden kapatmıştı tüm kapılarını sevgiyi kapsayan her şeye. Fakat Aslan’la tanıştıktan sonra aşkın ve sevginin aslında düşündüğü ve gördüğü gibi bir şey olmadığını fark etti. Sevgi öldüren bir şey değildi aksine sevgi ölü bir ruhu diriltebilecek tek şeydi. Sevgi insanı iyileştiren, büyüten, çoğaltan ve çoğalttıkça güzelleştiren tek şeydi. Bence bu yüzden ölme ihtimaline rağmen çocuğunu doğurmak istedi Devin, zira Aslan’a duyduğu sevgi ölüme duyduğu korkudan çok daha fazlaydı ve o bu sevgiye ,bu sevginin onu koruyacağından emindi. Devin’i hep kafasının dikine giden, doğru bildiğinden asla şaşmayan, mücadeleci biri olarak hatırlayacağım. Aslan da bu özelliklerine aşık olmadı mı zaten?

Ben Aslan’ı hayatın ona kabul ettirmeye çalıştıklarını reddedip yaşamak istedikleri için mücadele eden biri olarak anacağım. Aslan’ın kendi hayatını kazanmak için verdiği mücadeleyi, ailesine olan bağlılığı, Devin’e olan aşkı ve bunları izlemek çok büyük zevkti benim için. Aslan’ın Devin’e aşkı onun için bir milattı diye düşünüyorum. Çünkü Aslan Devin’den önce ne aile olmanın gerçek anlamını biliyordu ne de sevip sevilmenin. Nasıl ki Devin birlikte olmayı , kalmayı Aslan’dan öğrendi. Aslan da sevdiği insanları tek başına sırtında taşımaması gerektiğini, aile olmanın paylaşma olduğunu karısından öğrendi. İlk başta sadece kendisi ve efradına saçtığı tehlikeyi vurgulamak için aynasına yazdığı yazı Devin’le birlikte “Biz”e döndü ve bir aile vurgusu yapacak kıvama geldi. Tıpkı hayal ettiği gibi; “Mutlu bir aile.” En büyük korkusu babası Yusuf Soykan gibi olmakken şimdi çocuğuna her evladın isteyeceği bir baba, sevgi dolu bir eş oldu o. Aslan bu süreçte ailenin sadece kan bağıyla değil can bağıyla olacağını öğrendi. Kan bağı olan herkesle aile olunamayacağını, birine “Ailem” demek için arada sevgi ve sadakatin olmasının yeterli olacağını gördü. O bu süreçte abisini kaybetmiş olsa da ismini sonsuza dek kalbinde ve oğlunda yaşatacak. Böylece o aile ve oğlu mutlu oldukça Cihan’da mutlu ve hep yanlarında olacak.

Cihan benim için hep çok özel bir karakter olarak kalacak. O bugün Devin ve Aslan’ın aile olabilmesinin, mutlu olmasının temel taşlarından biri bana göre. Fedakarlığı, kardeşine olan sevgisi, ailesi için yaptıkları taktire şayandı benim için. Cihan ailenin ne demek olduğunu hiç aile hissi yaşamamış biri olarak çok iyi biliyordu. Çünkü o çok sevdiği ailesinden kovulmuş, annesinin yok saydığı, babasının ölümüyle kör kuyulara attığı biriydi. İstediği tek şeyse sevmek ve sevilmekti. Cihan’ın varlığı aileye kalkanken, ölümü ailenin birleştirici gücü oldu. Onun ve Seher babaannenin gidişi bir tek ailenin birleşmesini sağlamadı bir çok kişinin değişmesini de sağladı bana göre. Seher babaanneyle ailedeki zorunlu birliktelik, çıkar ilişkisi ortadan kalkarken Cihan’la gerçek bağlılık ortaya çıktı. Çünkü aile anladı ki sevdiklerinin kıymetini onlar hayattayken bilinmeli ve öyle yaşanmalıydı, tıpkı şu an yaptıkları gibi, tıpkı şu an Hülya’nın yapmaya çalıştığı gibi. Ben değişmeye çalışmaların başında kesinlikle Hülya’nın geldiğini düşünüyorum. Hülya tam buldum derken kaybetti Cihan’ı ve böylece sevdiklerine çok daha sıkı sarılması gerektiğini anladı.

Hülya karakter gelişimini en çok sevdiğim kişilerden biri oldu. O hiç bir zaman o ailenin bir parçası olmadı hep aileyi yöneten güç olmak istedi ya da öyle zannetti. Bu yüzden aile olmanın, aile için fedakarlık yapmanın ne demek olduğunu çok geç anladı. Ben bunun için onu suçlamıyorum aslında. Kocasının kokuşmuş karakteri, insanları harcaması, içinde oldukları dünyanın acımasızlığı Hülya’nın da canavara dönüşmesine sebep oldu. O canavar da en çok iki kişiye zarar verdi : Leyla ve Cihan!

Hülya’nın güç bağımlılığı onu müthiş kontrolcü birine dönüştürdü. Kendi bildiği doğru dışında doğru kabul etmedi ve bu yüzden kızının da çığlıklarını duymadı. Leyla’nın kendi hayatını kurmak isteyip, annesinden uzaklaşmak istemesi yani annesinin otoritesini yok sayması Hülya’nın kontrolden çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden de kızının hayatını cehenneme çevirdi. Hülya’nın gözünün açılmasında en büyük iki olay Leyla’nın zaferi ve Cihan’ın ölümü oldu. Leyla her şeye rağmen ayakta kalarak aslında bir anne olarak çocuklarına bağlılığını, kadının gücünün parasından, adamlarından değil kalbinden geldiğini gösterdi annesine. Hülya’nın kalbindeki o kalın tabakayı sevgiyle kaldırmak istedi ama olmadı. O katı kalbin yeniden atması için evlat acısı gibi kırılma lazımmış. Hülya oğlunu toprağa verdiğinde anne olduğunu hatırladı…

Hülya ‘nın Cihan’ın ölümüyle gözlerindeki o perde tamamen ortadan kalktı ve kendiyle yüzleşti. O güç aşığı, korkuyla yönetme bağımlısı biriyken aslında gerçek sevginin, huzurlu bir aile olmanın en büyük kazanç olduğunu anladığı ansa değişmeye ve iyileşmeye başladı. İyileşmeye ve güzelleşmeye başlayan tek kişi Hülya değil tabi ki, iyileştiğini aile kurduğunu görmekten çok mutlu olduğum biri daha var; Yağmur tabi ki.

Yağmur sevgiyle bir insan nasıl iyileşir, güzelleşir bunun en güzel örneği bana göre. O ölmek isterken ablasının sevgisiyle yeniden hayata tutundu. Bedri’nin sonsuz aşkıyla hep olmasını istediği büyük ve mutlu aileye kavuştu. Yağmur bir gün Ceylan’a “Yemek için değil bir aile sofrasında yemek yiyeceğim için heyecanlıyım” demişti. O işte bu kadar çok istemişti kalabalık mutlu bir ailesi olsun. Sonunda onu sevgiyle sarıp sarmalayan bir eşi , dünya tatlısı bir kayınvalidesi ve istemediği kadar büyük ve mutlu bir ailesi var. Hep mutlu olsun.

Aile evrenine veda etmek benim için gerçekten çok zor olacak. Öncelikle ekranlara seneler seneler sonra dönen iki isimle başlamak istiyorum. Öncelikle Kıvanç Tatlıtuğ’un yarattığı Aslan Soykan’ın yaşadığı sürece, acılarına ve tepeden tırnağa bugüne kadar oynadığı karakterlerin çok dışında bambaşka bir karakter görmenin keyfi bambaşkaydı. Ekranlara uzun süre ara vermemesini umuyoruz. Müthiş yolculuğumuzda iyi ki Aslan’a Kıvanç Tatlıtuğ nefes verdi.

Serenay Sarıkaya… Onunla bu yolculuğa çıkmak inanılmaz keyifliydi. Devin iç dünyası çok karışık bir karakter olmasına rağmen Serenay Sarıkaya ona harika bir şekilde can verdi diye düşünüyorum. Devin’in yolculuğunda her duygusuna eşlik ederken, Devin’le ağladık, Devin’le güldük. İyi ki yollarımız kesişti.

Serenay Sarıkaya ve Kıvanç Tatlıtuğ’um ekranda da müthiş bir uyum yakaladığını düşünüyorum. Haftalar boyunca ekranda müthiş bir partnerlik izledim. Her anıyla çok özel bir aşka tanıklık ettim, umarım yeniden onları izleyebiliriz.

Burada tüm castı sayfalarca anlatabilirim çünkü “Bu cast da oturmamış dediğim tek bir kişi bile yoktu.” Özellikle de Nejat İşler, Nur Sürer gibi duayen oyuncularla muhteşem bir oyunculuk resitali izledik. Bu sebeple dizinin cast direktörlerine ayrı teşekkür etmek istiyorum.

Şimdi gelelim esas meseleye… Dizimizi bu kadar sevmemizin sebebi her karakterin ayrı bir hikayesi ve derinliği olmasıydı diye düşünüyorum. Açıkçası ilk bölümlerde 15’ten sonra bu dizinin devamı sıkıntılı olur dediğimiz noktada Hakan Bonomo’nun kaleminin gücü ve inceliği bizi karşıladı. Dar alana kısa paslaşmalarla hikayeyi öyle güzel açtı ki izlerken bir süre sonra ağzımızı hiç kapatamadık. Bu sebeple de teşekkürün en büyüğünü kendisine sakladım. Muhteşem bir hikaye, aile kavramına özgün bir bakış açısıyla geçmişlerinden yaralı, geleceklerini göremeyen insanların bir araya gelme mücadelesini bize o kadar güzel anlattı ki, son sahnede göz yaşlarımızı tutamadık. Hocamıza ve onun nazarında tüm ekibin emeğine sağlık, iyi ki yollarımız kesişti.

Bir yolculuğumuz da böylelikle sona erdi. Mutlu sonlara bayılırım ve aksi olsaydı 2 paragraf isyan okuyacaktınız. Neyse ki olmadı…Daha güzel bir evrende yeniden buluşmak dileğiyle, hoşçakalın Soykanlar…Sizi asla unutmayacağım.

Yolun Sonu (Kara, 5.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Dünya üzerinde bulunan her şeyin bir sonu var. Hayat başlamak ve sona ulaşmak zaten. Bu süreç çok uzun ya da çok kısa olabilir. Ama asıl mesele hiçbir zaman çok uzun ya da kısa olması değil. Ne kadar iz bırakarak yaşadığımızdadır asıl mesela. Hayatta iz bırakmak deyince hepimiz hep olumlu ve güzel şeyler geliyor. Ama iz bırakmak her zaman öyle olmuyor. Ki kötü iz bırakanlar genelde daha fazla oluyor. Böyle söylediğim zamanlarda size karamsar görünüyor olabilirim. Ama aslında değilim sadece yaşadığım coğrafyayı ve onun içinde yaşanan olayları biliyor, unutmuyorum. Çocukluğumdan beri elimden geldiğince haberleri gazeteden, televizyondan takip ettim. Geçmişle ilgili okudum, izledim. Ama bunların önemli olmasını sağlayan şey yaşanılanları, söylenilenleri unutmamam. Unutmak bazen nimet olabilir ama bazı şeylerin unutulmaması gerekir. Bazen unutmak en büyük ihanettir. Ve bu ihanet kendinize yapılan bir ihanettir. Ki en büyük ihanet kişinin kendine yaptığı ihanettir. Ben ne yaşanılanları ne de kendi yaşadıklarımı asla unutmam. Sizde unutmayın olur mu? Çünkü hayata bir kere geliyoruz. Ve bizden çalınan her güzel şeyin bir bedeli olmalı. Herkes bir gün soldurduğu gülüşlerin bedelini ödemeli. Tabii bunu Kara gibi organize suç çetesine dönüşerek yapın demiyorum. Çünkü bu durumda yine sizin başınızın ağrıması çok muhtemel. Unutmayın her şeyi gören ve duyan, gücü her ye yeten biri var. O kimsenin ahını kimsede bırakmaz sadece biraz sabır biraz zaman.

Kara, kafamızda birçok soru işaretleri ve yarım kalmışlıklarla hayatımızdan gitti. Onun ve ailesinin hayatıyla ilgili merak ettiğim, cevap alamadığım o kadar çok şey var ki. Kara’nın mahallede nasıl bu kadar sevilen ve saygı duyulan biri olduğunu öğrenemedik mesela. Yaptığı işleri yakalanmadan nasıl bu kadar profesyonel olduğunu öğrenemedik. Babasıyla ilgili gerçek bilgileri nereden, nasıl ve ne zaman öğrendi bilmiyoruz. Öğrenemeyeceğiz de. Neden bu kadar büyük bir yükü sırtlandığını da. Gerçek Kara’yı bile bilmiyoruz ki bunları bilelim öyle değil mi? Diziyi genel olarak ele aldığımızda muhteşem güçlü bir oyuncu kadrosu ve güzel bir hikâye ile çıktı karşımıza. Ama bana göre bazı hatalarda mevcuttu. Mesela olaylar çok sürmeden hızlı ilerliyordu bu çok güzel ama tansiyonu çok düşüktü. Olaylar akıyor ama nabız düşük bir heyecanlanma belirtisi olmuyor izlerken insanda. Bu da dizinin izlenmesine etki etti. Bir diğer durum ise soruların uzun süre cevapsız kalmasıydı. Evet Rauf masum değildi, evet Kara’nın babası o eve girdi, hapiste bu adama ne oldu? Rauf kendi evine kendisi soktuğu adamın ailesinin peşine neden düştü? Bunların cevabını final olmasına rağmen tam olarak alamadık bana göre. Evet eve onları Rauf’un neden soktuğu öğrendik Elif onu ihbar edeceği için. Ama nasıl öğrendi Elif kocasının gerçek yüzünü? İşte bunlar hep bize elimizde kalan şeyler oldu. Ki buraya yazmadığım sorularda mevcut. Mesela ilk bölüme gidelim. Kara cezaevindeydi yanına yüzünü dahi görmediğimiz biri geliyordu. Kara her şeyi anlatmaya başlıyordu.

Mesela final bölümüne bakarsak Kara’nın ilk bölümde neden cezaevinde olduğunu anlamlandıramıyoruz. İlk bölümle son bölüm arasında kopuk olan çok nokta kaldı maalesef ki. Kara’nın ilk bölüm söylediklerini düşünüyorum da bu hikâye pek mutlu sonla bitecek gibi görünmüyordu. Olayların gidişatı bile daha farklı olacaktı sanki. Ama bunlar sadece artık bir tahmin olarak kaldı. Bu bölümün de son yarım saatine kadar pek bir final havası yoktu zaten. Her şey normal akışla gidiyordu. Ama bu konuda bir şey demek de pek doğru gelmiyor bana. Senaryoyu revize etmek, çekmek ve bu süre içinde yetiştirmek çok mümkün olmamış olabilir. Tüm güzellikleriyle ve eksikleriyle bir Kara geçti hayatımızdan. Özleyeceğiz.

Kara son ana kadar hamlelerini ince eleyip sık dokudu. Hiçbir şeyi ya da kimseyi riske atmadı. Kendisine söylenilenleri göz ardı etmedi. Yıllarca ortaya çıkarmak için çalıştığı gerçekleri ortaya çıkarırken hatalara hatalar eklemedi. Sırf babasının intikamı için hayatına planlı bir şekilde dahil olduğu Zeynep’e bile tüm gerçekleri anlattıktan sonra “özür dilerim” dedi. Kendi çocukluğunu özgürlüğe kavuştururken Zeynep’in bunca yıldır inandığı her şeyi yerle bir ederken elinden başka bir şey de gelmezdi. Çünkü onları birbirine bağlayan hayat başka bir seçenek sunmamıştı. Kara Yolun sonuna gelindiğinde Rauf’u yakalatmış, Zeynep’e gerçekleri söylemişti. Onun hayattaki amacı artık tamamlanmıştı.

Kara için her şey tamamdı belki ama bizler için ve Zeynep için öyle değil.
Zeynep belki de hayatının en büyük ikinci travmasını yaşadı bu bölümde. Annesinin ölümünden sonra babasını da yaşarken kaybetti. Bunca zamandır izlediğimiz Zeynep babasının suçlarını öğrendikten sonra ona babam diye sarılabileceğini pek sanmıyorum. Gerçekleri görmeye ve dinlemeye bile katlanamadı çünkü. Bundan sonraki hayatında tutunabileceği iki şey kaldı Rüzgar ve Kara. Hayatının en büyük sınavına en azından adım adım hazırlanma fırsatı bulmuştu. Akay Talan’ın varlığı, eline ulaşan ve sahte olduğunu bilmediği bir mektup ve bulduğu mezar. Bu taşların altından güzel bir son çıkmayacağını biliyordu zaten Zeynep. Öğrendikleri onu yıksa da bir yandan da hazırdı buna. Bu yüzden Kara yanından çıkıp gittikten sonra kendinde peşinden gidecek cesareti ve gücü bulabildi. Çünkü artık hayata daha fazla geç kalmak istemiyordu bu hayatta. Rauf Çınar’ın kızı Zeynep değil sadece Zeynep olma şansı vardı artık. Ve bu şansı elinden kaçırmayacaktı.

Zeynep ve Kara babalarının hatalarının bedelini ödeyen iki çocuk. Babalarının onlara miras bıraktığı bu karanlık hayatta debelenip durdu Kara ve Zeynep. Öyle ya da böyle hayat onlara ikinci bir şans verdi. El ele mutlu olabilmek, geçmişi geride bırakmak için. Çünkü bazen ailelerden miras olarak para değil dert kalır. Bu ikilide de durum maalesef ki böyleydi. Çünkü hayatımız anne ve babamızla başlasa da bize ait. Ailelerimizin günahlarının bedelini biz sırtlanmamalıyız. Kara bu günahı sırtlandı ve savaştığı kötülükler ona Zeynep’i getirdi. Babasının ona sağladıkları imkanlarla güzel bir hayat süren Zeynep’e ise hayat derdin vücut bulmuş hali Kara’yı getirdi. Sanırım aşk böyle bir şeydi birbirini dengelemek ve tamamlamak. Kara ve Zeynep şu an geçmiş yüklerini bir kenara bırakarak yeni bir hayata el ele yürümeye başladılar ve bizde onları bu yolda bilinmezliğe teslim ettik. İkisi de ailelerinin birbirine yaşattıklarını tamamen arkada bırakıp bembeyaz sayfayı cidden açabilirler mi bilemiyorum. Ama umarım artık bu hayatta ikisi de sadece kendileri için yaşamayı öğrenebilirler. Ve tüm acılarını, hayal kırıklıklarını kahkahalarıyla sarabilirler. Hayat bundan sonra size sadece güzellikler sunsun Zeynep ve Kara. Sizi özleyeceğiz.

Yazımın sonuna gelmeden önce değinmek istediğim bir husus var. O da Öykü Karayel’in oyunculuğu. Ben Öykü’nün can verdiği Zeynep’e bayıldım. Adeta Zeynep oldu, yaşadı. Gözlerinde Zeynep’in acısını da hayal kırıklığını da öfkesini de mutluluğunu da gördük. Ekranlarda onu izlemeyi cidden çok özlemişim. En kısa zamanda güzel

işlerle tekrar izlemek üzere Öykü Karayel. Bir diğer konu İlker Kaleli yokluğunu ekranlarda hissettiğimiz bir kişi kendisi. İzlemesi çok keyif veren bir oyuncu. Kara’yı çok iyi benimsediği, adeta İlker’i unutup sadece Kara olduğu bir işti. Onu izlemeyi cidden çok özlemişim. En kısa sürede tekrardan izlemek dileğiyle.

Hep birlikte bir yolculuğun daha sonuna geldik. Yeni hikayelerde görüşmek üzere.
Hoşça kal KARA
Ela Erdoğru

Son Perde (Kara, 4.bölüm)

Yazar : A. Ela Erdoğdu

Dünyaya geldiğimiz andan itibaren beynimize bir şeyler kaydetmeye başlarız. Kimi önemlidir kimi önemsiz ama saklarız onları. Bir gün bir yerde mutlaka ihtiyacımız olur. Biriktirdiğimiz bu şeyleri paylaşmak isteriz bazen işte bu noktada devreye konuşma ihtiyacımız girer. Bilimsel olarak baktığımızda insan gelişiminin bir parçası olan bu durum başka bir açıdan baktığınız zaman paylaşma ihtiyacından doğar. İnsanız, paylaşmak doğamızda var. Bu paylaşımı da sadece maddi düşünmeyin bazen duyguları paylaşmak çok daha iyi gelir maddi paylaşımdan. Öte yandan maddi şeyler genellikle paylaştıkça azalır ama duygular genellikle paylaştıkça çoğalır. Kötü olan tüm duygular da bakış açına göre değişen bir durumdadır. Kötü duygularımızı anlattığımızda bizi seven insanlarda üzüleceği için çoğalmış olarak da değerlendirebiliriz. Anlatıp ferahladığımız için azalıyor da diyebiliriz. Sanırım tüm bu olup bitene hangi pencereden baktığınız ile alakalı her şey. Ki bence konuşmak, konuşabilmek hayattaki en büyük ihtiyaçlardan, temel ihtiyaçlardan birisi. Ya da ben konuşkan bir insan olduğum için öyle geliyor bilemiyorum. Uzun süre konuşmadan durabilirim ama bu süre arttıkça kendimi bu dünyada yalnızmışım gibi hissetmeye başlarım. Kendimle kalmayı severim ama arkadaşlarım olmadan da yapamam. Hayat böyle bir şey sanırım. Konuşmayı çok seven bir insanda olsanız ya da hiç konuşmayan bir insan da olsanız bazen kelimeler düğümleniverir. Bu durumda şarkılar koşar imdadımıza. Hayat şarkısı çalmaya başlar arkada. Hayat bir senfoni orkestrası gibidir zaten bir ekip işidir. Ve zaman zaman bizim için çaldığı şarkıları bizde duyarız. Bir rüzgâr olur gelir kulağımıza, bir dalga sesi olur ya da sevdiğimiz birinin gülüşü. Ama bu konser hiçbir zaman bitmez. Ama maalesef ki hayat senfonisi her zaman güzel şarkılar fısıldamaz kulağımıza bazen de sevdiklerimizin çığlıkları, acı bir siren sesi oluverir. İşte çoğu zaman unuttuğumuz güzel şarkılardan ziyade bu kötü şarkıları kazırız zihnimize tıpkı Kara ve Zeynep gibi.

Zeynep benim bu hikâyede yerini ve benliğini tam olarak bir yere oturtamadığım bir karakter. Bazen ne yapmaya çalıştığını, neden yaptığını ya da yapamadığını anlamıyorum. Bazen çok kararlı ve otoriter, bazen çok sakin ve yönlendirilebilir. Tabii ki hepimiz her zaman tek bir kişilikte olmuyoruz ama genelde var olan bir benliğimiz vardır. Kaçırılma olayından sonra açıkçası ben Zeynep’ den çok başka tepkiler bekliyordum. O ise bambaşka tepkiler verdi. Babasına sokulmasını, sığınmasını, kardeşine sıkıca sarılmasını çok iyi anlıyorum. Olayı sorgulamasını bir cevap aramasını da ama bir şeye çok şaşırdım açıkçası. Şimdi tamam Mete’yi sevmiyoruz, aşık değiliz ve üstüne üstlük bizi aldatmış bir adam Mete. Hepsinde hemfikiriz. Ama kaçırıldığını duyunca hemen gelen, merak eden bulunup eve geldiğinde normal bir şekilde “Bizi çok korkuttun, iyi misin?” sorusuna verdiği tepki benim çok garibime gitmişti. Kendimi sorguladım benim de bir tanıdığım benzer olayı yaşasa bende aynı cümleyi kurardım Mete ile. Anormal bir cümle değil ama Zeynep’in tepkisi bana normal gelmiyor. Tamam kaçırılma stresi, korkusu var diyelim ama herkese normalken Mete verdiği tepki bilemiyorum. Belki de ona verdiği bu tepki damlamak üzere olan bardağın son damlalarıydı. Zeynep hayatı boyunca kendi istekleriyle babasının istekleri arasında bir parametre içinde bir o yana bir bu yana yürümüş. Ve kaçırıldığında tüm olanları babasına bağladı. Neden polis yok demedi? Neden kaçırıldım demedi? “Baba neler oluyor, kim bunlar, ne istiyorlar benden?” dedi. İlk etapta baktığınızda çok makul sorular ama biraz düşündüğünüzde eksiklik olan sorular. Daha geçtiğimiz gün hazırladığı haber konusundan uyarılan bir gazeteci olsam, babamı da sıradan bir üniversite hocası bilsem durum böyle olmaz. Ben başıma gelen bu olayı hazırladığım haberden rahatsız olan kesime bağlarım. Ama Zeynep’in aklına bu gelmedi bile. Tüm soruların cevabını babasında aradı. Babasıyla gelen silahlı adamlardan ilk görüşte korktu ama sonrasında “baba bunlar kim, sen nereden buldun?” demedi. Bir üniversite hocası profesyonel silahlı adamlarla kızını kurtarmaya geliyor. Ve bunu Rüzgâr dışında da kimse sorgulamıyor. Meltem biliyor, Baykal zaten elebaşlarından biri. Zeynep niye sorgulamadı? Rauf neden Akay Talan’ın varlığından bu kadar rahatsız olup Zeynep’i kaçırmaya kalktı. Sanırım bir cevap bulamıyoruz tıpkı Zeynep’in yıllardır babası ve kardeşi arasındaki gerginliğe bir cevap bulamadığı gibi. Zeynep bir insan olarak içinde çok büyük boşluklar barındırıyor bence. Bugününde mücadele ettiği her şey geçmişinden geliyor. Babası ve kardeşi arasındaki sorunlar bile.

Annesinin ölümü Zeynep’i çok yaralasa da o gece orada olan Rüzgâr kadar yaralayamaz. Ki zaten yaş olarak da oldukça küçükmüş. Bir de tüm bu yaşadıklarına rağmen Rauf kızını yanına alıp oğlunu babaannesine bırakıp yurt dışına gitmiş. Küçükken bu duruma müdahale edemese de büyüdüğünde bunu babasına sordu mu? Çözmeye çalıştı mı? Hangi kefeye koydu acaba Zeynep? Babasına kardeşi ile ne derdi olduğunu sordu mu? Yoksa sadece onları bir araya getirmeye çalışıp iyi anlaşmaları için bekledi mi? Bence ikinci gibi ve sonunda sabrı taştı ve patladı. Yıllardır içinde barındırdığı tüm kırgınlıkları, kızgınlıkları, ukdeleri kustu babasıyla kardeşine. Onun bu itirafları neyi ne ölçüde ne kadar değiştirir bilemem. Ya da babasında bir şeyleri değiştirir mi? Ama Zeynep’in halkalardan birini geçte olsa kopardığını söyleyebilirim. Artık ipleri eline alıyor. Büyüyor Zeynep. Bugüne kadar başkaları için yaşadığı hayatı artık kendi için yaşıyor. Bunu ne kadar ne ölçüde yapabileceği meçhul olsa da önemli olan başlamaktır.

Rauf’un bu hayatta en kıymetlisi, kaybetmekten korktuğu tek işi Zeynep. Bu hayatlarının her alanında aynı olmuş. Kızıyla arasında çok güzel ama pamuk ipliğine bağlı bir bağ var. Ve o pamuk ipliği şu an sallanıyor. Zeynep kaçırılma olayının araştırılmasının peşine kendi düştü babasına bırakmadı. Gazeteci kimliğiyle ele aldı kendi olayını ve en büyük ipucu altın tepside bir mesajla sunuldu ona. Bir mesajla. Babasının kaçırılmasını araştırdığını biliyorken onunla bu bilgiyi paylaşmaması çok garip mesela. Ve şu düşünceyi sokuyor aklıma. Evet babasına çok düşkün, çok seviyor ama ona güvenmiyor. Çünkü elindeki doğru parçalarla bir araya geldiğinde büyük bir anahtar olabilecek bir bilgi. Ki Kara’da ona bu bilgiyi o yüzden gönderdi. Verdiği ismi araştıra araştıra o geceyi deşelemesini istedi. O geceyi eşmesini ve babasının gerçeklerini kendi görmesini istedi belki bilmiyorum. Zeynep’in aklı da kalbi de karışırken Rauf’u ise yıllar sonra ilk kez çok ama çok zor günler bekliyordu.

Rauf geçmişiyle beraber karanlığın vücut bulmuş hali. Hakkında sorduğum hiçbir soruya cevap bulamıyorum. Hiçbir konuda hem de. Yaptığı evlat ayrımcılığını bile bir sebebe oturtamıyorum. Sevgisiz kötü bir baba değil ama sanki oğlundan nefret ediyor. Asla umurunda değil ve onu arkasında bırakıp yurt dışına bile gidebilmiş bu adam. Rauf’un sütten çıkma olmadığı gayet açık ama hep sorduğum bir soru var. Bu yola bilinçli mi girdi girmeye mecbur mu kaldı? Basit bir üniversite hocasıyken mi böyle bir adama dönüştü. Böyle bir adam olduğu için mi böyle yüksek mertebelere gelebildi? Elif’den bunları neden sakladı? Gerçek taraflarını neden en yakınlarından saklıyor? Gözlemlerime göre Rauf etrafındaki herkesi bir şekilde kendine bağlamış. Bir polis memuru olan Baykal neden böyle bir adamın yanındaki mesela? Kardeşi Mete yüzünden mi acaba? Rauf’un kurduğu bu korku imparatorluğunun sınırları ne durumda? Ve neden bu işleri yapıyor olmasına rağmen ailesi bilmesin diye uğraşıyor. Tam bir labirent Rauf Çınar. Ama her labirentin bir çıkışı vardır. Er ya da geç o çıkışı buluruz.

Büyük balığın küçük balığı her daim yediği bu dünyada bunca zamandır hiç kimseden korktuğuna şahit olmadığımız Rauf’u önüne araba çıkararak yanına çağıran bu gizemli adamda mı saklı acaba tüm mesele? Çünkü onun adını duyunca Baykal’da Rauf’da gerildiler. Büyük ihtimalle büyük patron gerilim yaratan bu zat. Kaçırılıp eritilen silahlar hakkında konuşmak istiyor olabilir. Belki de her şeyi biliyor ve o gece onun bile parmağı var. İşte hayat bu Rauf kendi altındakileri hep ezip yok ederken ondan büyük halkaları unutuyor. Unutma Rauf Çınar devran elbet bir gün döner. Ve sınadığın her şeyle sınanırken bulursun kendini.

Çınar ailesinin en masum ve en hassas kişisi belki de Rüzgâr. Annesinden sonra sığındığı bir ablası kalmış hayatında. Ki babası ondan bile sürekli ayırmış ondan. Sürekli yalnızlığa itilmiş. Bir köşede unutulup yokmuş gibi davranılmış. Zeynep’e sevgisini vererek yaptığı babalığı Rüzgar’da sadece cebine para koyarak yapmış. İşte bu yüzden bu kadar öfkeli babasına. Ablasını nasıl sevdiğini görüp de kendine neden böyle davrandığını çözemediği için. Ama içindeki öfke onu bitirmemiş. Kendi halinde, içine kapanık, zararsız bir çocuk Rüzgâr. Tek istediği sevilmek, sarılıp sarmalanmak. Yosun’un söylediği onca laftan sonra bile sadece kendisini suçlayan, kendinde hata arayan biri. Ama affetmeyi de biliyor. Ablasının gidişi, Yosun tepkisiyle dibe vurmuşken yine Yosun onu o düştüğü yerden kaldırdı. Ve Rüzgâr kin gütmeden onunla açıkça konuşup içini dökebildi. Basit görünebilir ama o kadar da basit değildir kalbini kıran birini hemen affedip içini dökebilmek. Tüm bu güzelliklerine rağmen özellikle babasının yanında ortaya çıkan da bir öfkeye sahip. Ki bu öfke içinde kimse onu suçlayamaz. En azından ben suçlamam. Ablasının kaçırılmasından sonra polisin yokluğunu sorgulayan tek insan olarak kurduğu bir cümlede oldukça ilgi çekiciydi. “Yine hangi suçunu bizimle kapatıyorsun?” acaba Rüzgâr babasının gizlediği tarafından şüpheleniyor da o yüzden mi Rauf ona karşı böyle? Yoksa Rüzgâr bunu bir şeyleri cidden bilerek mi söyledi? Sanırım bu sorunun cevabını yakında alacağız, umarım.

Her ailede şanslı ve şanssızlar vardır. Hepimiz farklı kulvarlarda yarışmak için geliyoruz bu hayata. Bana soracak olursanız Talan ailesinin şanslı kişisi Zehra yani Yosun olmuş. Babası hapse gitmiş, kardeşlerinden ayrı kalmış ama okumuş ve eline mesleğini alabilmiş. Başka bir isimle olsa da düzgün bir hayat kurabilmiş kendisine. Amcası o gün onu o yatıla okula bırakmasa belki bambaşka bir hayat onunla olacaktı. Bunu bilemeyiz. Şanslı sayıyorum onu çünkü yaraları olsa da aydınlık bir hayatta. Okul kapısından girdikten sonra amcasının uyarıları üzerine mi bağlantıyı tamamen kopardı, kendi kararı mıydı bilemem ama daha kendisi de çocuk olan Kara’ya karşı olan tavrı biraz şaşırtıcı. En nihayetinde onu kardeşlerinden ayıran amcasıydı, amcasının yanında eve de dönebilirdi. Okula girip yeni hayatını seçen kendiydi. O zaman ailesine olan bu öfkesinin sebebi ne? Neden kendini kurtardıktan sonra onlara el uzatmamış? Yosun açısından geçmişi bu kadar korkunç kılan ne? Okulda mı bir şeyler yaşadı? Bilmiyoruz. Ama Kara’nın bildiği şeyleri bilmediğine eminim. Onun için Çınar ailesi kendi babalarının zarar verdiği bir aile. O aileyi onlar mahvetti o yüzden Kara uzak dur demesine rağmen o gider gitmez Rüzgar’ı arayıp ondan özür diledi. Bunu sırf Kara’ya inat olsun diye yaptığını da sanmıyorum. Babasının yaptıklarından dolayı yaşadığı bir vicdan azabının da etkisi var bana kalırsa.

Zehra bir şekilde yepyeni bir dünyada bulurken kendini en zor olanlardan bir rol düşmüş Sedat’a. Annesiz, babasız bir kardeşleri ve babaannesi varken yalan yanlış sebeplerle küçücük yaşında koparılmış kalan son ailesinden. Yetimhanede ağabeyinde kalan son oyuncak bile elinden alınmış. Tam düşerken ağabeyi uçurtmayla kapısına gelip ona güç ve moral vermiş. Ama ne yaparsa yapsın kardeşini yetimhaneden alamamış sanırım Kara. Sözünü tutmadığı içinde bu kadar öfkeli Sedat ona. Yetimhanede bir başına kalmış çünkü ama bilmediği belki de unuttuğu bir şey var ki ağabeyi onu korumaktan hiç vazgeçmemiş. Rauf’un ona saldıracağını bildiğinden kaçırdı hemen kardeşini, düzgünce anlattı ama işte Sedat bu. Yine gitti burnunun dikine ve yine ağabeyinin önüne geldi. Bu sefer her şeyi olduğu gibi anlattı Kara ve Sedat fark etti. Ağabeyi hep oradaydı sadece o göremiyordu. Açıkçası ben Kara’yı satacağını düşünmüştüm ama satmamış. En nihayetinde onu kaçırdılar diye başına neler gelir diye korkan Sedat bu. Öfkesinin ardında büyük özlem ve sevgi saklayan bir çocuk. Aslında hala o yetimhanede ağabeyini bekleyen çocuk.

Hayatın tüm yükünü kardeşleri gibi bir çocukken sırtına almış Kara. Kimsede ona sen daha çocuksun dememiş. Babaanneleri bile alttan alta yükü koymuş omuzlarına. Kara tüm yaşanılanlara, acılara, ihanetlere rağmen özünde bir şeyleri koruyor. Sevgiyi, aileyi, insanlığı. Aslıyı sahiplenmesi, Yağmur’a olan saygısı ve hepsine verdiği değer. Düşmanının kalbine giden yoldaki Zeynep bile hatta. Masum birine zarar verme düşüncesi bile onu mahvederken o bu uğurda Zeynep’i kandırmak zorunda. Tek başına tüm cephelerde en önde savaşmak zorunda. Ama yorgunda bir soluklanması gerekiyor. Ama yapamıyor çünkü Rauf’u bitirmeden aldığı her nefes zehir onun için. Duygularını yönetmeyi bilen aklını ise oldukça verimli kullanabilen bir adam. Her planı büyük bir ustalık ve özveriyle koruyor. Soğukkanlılığını ise elden hiç bırakmıyor. Kara olarak Akay’a verdiği sözü tutmak için elinden geleni yapıyor. Hiç fire vermeden, soluklanmadan düşmanına saldırmaya devam ediyor. Tüm bu yaptıklarını kendini hedef haline getirmeden de yapabilirdi. Ama o düşmanı tarafından bilinmek istiyor. Onun hamlelerini çok iyi okuyor. Şimdilik de bir adım önde gidiyor. Tek bir soru var ki o da varlığını dahi inkâr ettiği, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını iddia ettiği şey. Kalbi. Kara’nın Zeynep’e yaptıklarından sonra nasıl kötü olduğu ortada. Ki gün boyu onunla iletişime geçmemek için bir savaş verdi. Ve o savaşı kazandı. O değil Zeynep onu aradı.

Kara, Rauf’u bitirmeden rahat bir nefes alamasa da soluklanmıyor değil. Bu soluklanmayı da Zeynep’in yanında yaşıyor. İkisi de birbirlerinde dinleniyorlar. Zeynep içindeki kelebeklerin farkında, Kara ise sonuna kadar inkâr. Çünkü Kara’nın yaşadığı hayat duygulardan doğacak hatalara yer vermez. Tüm bunların yanında Zeynep düşmanının kızı. Onun babasına ne kadar düşkün olduğunun farkında. VE babasını bitirmeye and içmiş durumda. Bu durumda Zeynep’i üzeceğinin gayet bilincinde belki de bu yüzden bu kadar net. Önemseyip, merak etmediği Zeynep’i gitmeden evine sürpriz yaparak gidecek kadar da deli. E Kara Efendi sormazlar mı sana habersiz kızın evine neden gidiyorsun diye. Zeynep gideceği ve ne zaman döneceği belli olmadığı için bir şey söylemiyor, Kara hissettiği mahcubiyet ve intikam arzusuyla susuyor. Şu an ikisi de birbirlerine sadece susuyorlar. Ama bazen susmak konuşmaktan çok daha fazla şey anlatır. Sessizliğin içinde de duyulmaya muhtaç çığlıklar vardır ve tüm mesele özünde onları bulabilmektir.

Kara bu bölümü de heyecanı oldukça yüksek bir şekilde bitirdi. Zeynep’in ansızın Kara’nın karşısında belirip Akay Talan’dan bahsetmesi üzerine Kara ne yapacak, Rauf’u neler bekliyor hep birlikte izleyip göreceğiz.

 

Sen Benim Dünyamsın (Aile, 29.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bazen düşünüyorum da sevmek sevilmek bu dünyada biz fanilere sunulan en güzel lütuf. Yalnızlığı, mutluluğu yahut mutsuzluğu, hatta savaşmayı bile yanında seni gerçekten sevdiğine inandığın biri varsa katlanabilir bana göre. Kastettiğim şey kesinlikle sosyal çevre, mecburi bağlılık değil; sadakate bağlı, kalpten gelen bir şey. Koşulsuz ya da her koşulda yanında olan “Ben düşersem beni kaldırır” güvencesine sahip olmak benim kastettiğim. Devin mesela kapalı bir kutu içinde büyüttü kendini, en yakınım dediği İlkay ve diğerleri bile ilk engelde yalnız bırakıp gittiler onu. Aslan desem sevgi adı altında çıkarcı ve bencilce sevilip, büyütüldü. Tüm arkadaşları onu teker teker yalnız bırakırken aileden yana da yanlış sevilen bir kişi olarak çıktı karşımıza. Bu listeyi Yağmur, Neşe, Hülya Leyla diye sonsuza kadar çoğaltabilirim sanırım. Yani uzun lafın kısası; sevilmek mühim değil azizim doğru ve gerçek manada sevilmek mühim olanı. Cihan mesela bu hayatta sevildiğini hiç hissedemedi bence.

Ah Cihan ah, Aile evreninde sevildiğini, mutlu olduğunu görmeyi en çok istediğim kişilerden biriydi. Cihan yazarken de izlerken de çok zevk aldığım ve çok fazla çözmekte zorlandığım karakterlerin başında geliyordu desem abartmış olmam herhalde. Ruh halini çözmek, bir sonraki adımını tahmin etmeye çalışmak, yaptıklarıyla bıraktığı kırıntıları toplayıp amacını öğrenmek puzzle çözmek gibiydi. Cihan’a uzaktan bakıldığında sanki hiç bir şey onu etkileyemez, duvarlarını yıkamaz ve ona zarar vermez gibi görünüyor. Çünkü dışardan bakınca acımasız , kardeş düşmanı imajı üstüne yapışmış adeta. Fakat onun derinlerine birazcık baktığımda merhametli, ufacık bir sevgi kırıntısıyla küçücük masum bir çocuğa dönüştüğünü görebiliyorum. Onun tek istediği gerçekten sadece Cihan olduğu için sevilmekti.

Cihan ailesinin göz bebeği değildi, hayatının hiç bir evresinde de olmamıştı, belki de bu yüzden içten içe çevresindeki herkese bu kadar bağlı ve bu kadar çok seviyordu onları. Düşünsenize Aslan zarar görmesin diye ona düşman gibi gösterdi kendisini, İlyas’ın planlarını, Aslan’a yapacaklarını ekarte etmek için aylarca düşman gibi davrandı ona. Aslan’ın nefretiyle yaşadı ve aile bildiği herkesin ondan nefret etmesini göze alarak yaptı tüm bunları. Sonunda sevdiği kadını kaybetmiş olsa da ailesini ve kardeşini geri kazandı. Çünkü Cihan’ın onlara duyduğu sevgi gerçek sevgiydi ve hiç bir engel buna mani olamazdı.

Bence Cihan her zaman Soykanlar için bir koruma kalkanıydı, bu o eve girebildiği zaman da giremediği zaman da bu şekildeydi. Her zaman Aslan ve gerçekler arasında tampon görevi gördü. Aslan’ın babasının gerçek yüzünü görüp , annesinin gaddarlığının sonuçlarını hep Cihan yaşadı. O kendisine temiz bir hayat yaşamak isterken ve babası ölene kadar da seçtiği bu hayatı yaşarken Cihan onun aksine ailenin en kötü, en karanlık ve pis işlerini yapan yine de sonucunda kötü olan kişi olarak lense edildi hep. Yanlış anlaşılmasın burada Aslan’ı yargılamak ya da bunları sebebi olarak göstermek değil amacım. Sadece aile arasında iki kardeşin konumuna değinmek istedim. Cihan ailede hep hor görülen buna rağmen bunu ailesi için hep kabul eden taraf oldu. Aile bildikleri onu silmiş olsa bile o onlar için fedakarlık yapmaya devam eden kişiydi. Cihan kendini Aslan ve ailesi için kurşunların önüne atlarken bir an bile tereddüt etmedi ve bence bir kez daha olsa yine aynı şeyi yapardı, çünkü o böyle saf ve karşılıksız seven biriydi. Şimdi Aslan için belki de hayatını verdi.

Aslan sevginin bir çok formunu yaşamış biri. Parası için onu sevdiğini söyleyen, gücü için, itibari, soyadı için seven çok kişiye tanık olmuş bu zamana kadar. Annesi bile gücü elinde tutabilmek için sevmiş onu yıllarca. Fakat Devin’e kadar gerçek sevgiyi, koşulsuz sevilmeyi asla bilememiş biri o. Devin’in hayatına girmesiyle tabiri caizse sevgiyle iyileşen, güzelleşen biri oldu o. Üstelik Devin bir tek onun kalbine değil; Cihan’ın, Nedret halanın ve hatta Hülya’nın kalbime dokunup iyileştirdi. Çevresindeki herkesin en saf sevgisini görmesini sağladı Devin ve aileyi her şeyin üstünde tutan Aslan için bundan daha önemli bir şey yok. Zira Aslan’ın hayat felsefesi “Aile olabilirsek, bir arada kalabilirsek güçlüyüz” üzerine kurulu.

Aslan belki bu zamana kadar gerçek sevgiyi tatmamış biri ama o da küçükken örnek aldığı abisi gibi sevmekten de asla vazgeçmemiş, özellikle ailesini. Şimdi kendine yepyeni bir aile kurmuşken görüyorum ben sevgisinin en saf en güzel halini sunmaya çalışıyor karısı ve doğacak evladına. Bu yüzden en önceliği elini bir daha kirletmemek. Çünkü o da biliyor ancak bu yolla ailesiyle mutlu olabilir ancak bu şekilde evladına iyi, doğru bir baba olabilir. Düşünsenize istese hala o alemde bir itibari var, bu kadar yükselmişken, İlyas Koruzade ölmüş, Arnavut’u yerin dibine sokmuşken yine devam edebilirdi ama yapmadı. Çünkü kendi yaşadığını çocuğu yaşamasın, karısı yeni bir Hülya Soykan olmasın diye tüm uğraşı. Hayal ettiği hayatı yaşaması dileğiyle.

Aslan Yusuf Soykan’ın gerçek yüzünü gördükten sonra en büyük amacı onun gibi biri olmamaktı. Üstelik ilk zamanlar en büyük korkusu da Devin’in güç zehirlenmesi yaşayıp Hülya gibi biri olmasıydı. Bu yüzden evlendiklerinde Devin’in hiç bir şekilde aile işlerine müdahil olmasını istemedi. Fakat görüyorum ki Devin onun hayat şartlarına uyum sağlamış olsa da bence o hayata devam etselerdi bile Hülya gibi biri olmayacaktı. Bu bölüm Devin’in Aslan istememesine rağmen Çeyrek’in yakalanması ve yok edilmesi için nasıl atağa geçtiğini görünce aklıma ilk zamanlar Devin’in geldi. Devin İlyas Koruzade’nin oğlunun yaptıklarına rağmen polise vermek istemiş ve adaleti böyle sağlayacağına inanan biriydi. Ben eminim hala böyle düşünüyordur fakat bu dünyanın bazı kuralları var ve Devin onlara göre hareket etmesi gerektiğini çok çabuk öğrenmiş biri. Bu yüzden Çeyrek’in yakalanması için yaptıklarını, yakalandıktan sonra ona terapi uygulayıp zaaflarını öğrenmesini yargılamadım açıkçası. Herkes gibi o da değişti yaşadıklarının etkisiyle. Sevdiği adamı kaybetme korkusu yaşadı bu süreçte, çocuğunu kaybetti, neredeyse ölüyordu ve şu an hayatta en çok korumak istediği bebeğini karnında taşıyor ve onu korumak zorunda hissediyor kendini. Bu yüzden ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor kendince. Devin babası tarafından sevilmemiş annesi tarafından görülmemiş kardeşiyle birbirlerini büyütmek zorunda kalmış bir kadın bu yüzden sevgisizliği iliklerine kadar hissetmiş ve bunu çok iyi bilen biri. Şimdi canından çok sevdiği eşi ve uğruna ölmeyi bile göze alabileceği bir evladı var. Onları kaybetmemek için her şeyi yapabilir. Tıpkı Hülya gibi ama çok büyük bir farkla o saf sevgiyle bağlı ailesine Hülya ise bir zamanlar güç için kaybetmek istemiyordu ailesini .

Çok klasik bir laf vardır; bırak hayatın alt üst olsun, altının üstünden daha iyi olmadığını bilemezsin. Sanırım bu söz tam da Hülya için söylenebilecek bir söz. O hayatı değişecek, elindeki gücü kaybedecek diye o kadar çok korkuyordu ki etrafına sürekli ateş püsküren, onları korku ile yönetmeye çalışan biri haline gelmişti. Onun için güç her şey demekti. Fakat gün geldi ve elindeki her şeyi kaybetti, güç dengeleri değişti ve hayati bir anda alt üst oldu. Fakat bu süreçte bir şey oldu Hülya sevmemin sevilmenin ne demek olduğunu keşfetti, bunun para yahut güçle bir ilgisinin olmadığının farkına vardı. İşte o gün aslında yaşamaya başladı Hülya. Önce Devin’le sonra Nedretle arasını düzeltti. Şimdi ise Cihan’ı kazanmak istedi. Ben Cihan ile gerçekten anne oğul olduklarını görmeyi o kadar çok isterdim ki sanırım içimde çok büyük bir uhde olarak kalacak. Belki Cihan bu hayatta mutlu olamadı ama umarım ona hep benzettiğim Yağmur’un çok mutlu olup hak ettiği sevgiyi yaşadığına şahit olurum.

Yağmur benim için hep çok özel bir karakter oldu. Acısı, yaşadıkları, sevilmediği için yaşadığı psikolojik sorunlar benim için hep çok gerçekçiydi. Ama Yağmur benim için en çok neyi temsil ediyor biliyor musunuz? Umudu. Biz Yağmurla bir hastane odasında tanışmıştık, ablasının dikkatini çekmek, babasına varlığını hatırlatmak için hastanelik olacak kadar çaresiz durumdaydı o zamanlar. Hatta artık bu hayattan bir beklentisi kalmadığı için intihar etmişti Yağmur. Halbuki istediği tek şey koşulsuz sevilmekti hepsi bu. Fakat Yağmur tüm yaşadıklarına, çektiği acılara rağmen aynı zamanda hayatı seven ve mücadele edebilen biriydi.Yağmur hayatı boyunca istenmediğini hissetti. Babası, annesi hatta bazen ablasına bile yük olduğunu düşünüyordu. Şimdiki halini ona söylesek kendince söverdi ama işte hayat hiç beklenmedik şekilde Yağmur için bir kapı açtı. Yağmur aşık olmanın ötesinde sevilmek, büyük bir aileye sahip olmak istiyordu.Şimdi hepsine sahip. Sevdiği adam ona kaybettiği her şeyi altın tepside sundu. Bu gerçek bir mucize değil mi?

Yağmur tüm bunlara birden sahip olmadı. Tam bir savaşçıydı, o. Babasının hiç sevmediği, aşık olduğu adamın ilk tercihi bile olmadığı halde pes etmeyip kendine yepyeni bir hayat kurdu o. Hastalığına, yaşadığı hayata rağmen o direnmeyi ve değişmeyi seçti. Üstelik yaşadığı onca kötü deneyime rağmen bir erkeğe güvenip onunla hayatını birleştirmeyi seçti Yağmur. Ben de en az onun kadar doğru bir seçim yaptığına inanıyorum. Sevdiği adamla hak ettiği şekilde sevilmesi dileğiyle.

Hayat karanlık ve acımasız maalesef, bu yüzden ben sevdiklerimize sımsıkı sarılmamız gerektiğini ve sevgimizi gösterebildiğimiz kadar çok göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Cihan’ın da dediği gibi hayat çok kısa.

Aile için artık sona geldik. Önümüzdeki hafta son kez ekran karşısına geçeceğiz ve ben çok üzülüyorum. Hakan Bonomo bize muhteşem bir evren yarattı ve aile olmakla olamamak arasındaki ince çizgiyi verirken temelde verdiği mesaj hep birlikte var olunacağı önündeydi. Finalde bizi ne bekliyor bilmiyorum ama umarım Soykanlar kendi mutlu sonlarına ulaşırlar… Her şeye rağmen hem de…

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

Akıl Oyunları (Kara, 3.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Bu hayatta insanı cezbeden birçok etken vardır. Sevilmek, sevmek, para, güç ve aşk. Herkesin her daim bir zaafı vardır. Bunca giydiğimiz zırhın içinde mutlaka bir yumuşak nokta bulunur. İşte bu yumuşak nokta dediğimiz yer bize çoğunlukla insan olduğumuzu hatırlatan şeydir. Kişiden kişiye değişen bu noktalar bize uğruna savaşacağımız amacı verir. Yalan söyleyemem beni güç cezbeder çünkü bunca yıldır gördüğüm tek bir şey var. Haklıdan çok güçlü olanın kazandığı. İstisnai durumlar elbette var. Bazen gerçekten de haklı olan kazanıyor ama bu anlara o kadar az şahit oluyoruz ki belleğimizde kayboluyorlar. İşte Kara’yı izlerken tam olarak bunu hissediyorum. Kara’nın yaşadıkları o kadar tanıdık ki sanki bir gazete sayfasından fırlamış gibi. Tek fark ise okumak yerine izliyor oluşumuz. Kara benim, Kara sensin, Kara sizsiniz. Hepimiz hayatımızın belli bir döneminde böyle bir savaşa girdik çünkü. Kaybettiğimizde oldu kazandığımızda. Ama asıl mesele hiçbir zaman kazanmak ya da kaybetmek olmadı. Çünkü o savaşı kazansak dahi ruhumuzda açılan savaş yaraları hiçbir zaman kaybolmadı. Kazansak da sızlamaya orada olduğunu hatırlatmaya devam etti. Tek fark kazandığınız zaman hissettiğiniz sızı kaybettiğiniz de hissettiğiniz sızıdan çok ama çok daha az oluyor.

İnsanız bu dünyadaki her şeyle imtihan edilmek üzere var olduk. Ve bu imtihanları da hep en sevdiklerimizden veriyoruz. Tıpkı Kara gibi. Kara için bu hayattaki en önemli şey babası ve ailesiydi. Ve onun sınavı hep bunun üzerinden oldu. Dünyanın her yerinde ne olursanız olun içine doğduğunuz aileyi seçemiyorsunuz. Kara da seçemedi. Belki seçme şansı olsa daha sakin ve huzurlu bir aileye doğmak isterdi. Ama o yokluğun, acının, mücadelenin içinde hayat buldu. Hayatının ilk anından bir mücadele içine atıldı ve sonra o hayatta yaşayıp kendine bir kimlik edindi. Akay olarak doğdu ama sonra hayat onu Kara’ya çevirdi. Şu an Kara kendisinin bir daha tam olarak Akay olabileceğine hiç ama hiç ihtimal vermiyor. Ama hayat bu büyük konuşmamak lazım. Çünkü bize ne zaman ne getirir bilemeyiz.

Geçen hafta Rauf’un silahlarını ondan kaçırarak ona büyük bir darbe vurduğunu düşündüğü gibi. Tüm hazırlıkları, çalışmaları bu yönde olsa da Rauf bu işten nerdeyse sıfır zararla kurtuldu. İşte bu Kara’nın düşmanını daha da iyi tanımasına vesile oldu. Rauf, kamyona göz işareti çizerek “beni izlediğini biliyorum ama beni aldatamazsın” dedi. Tanımadığı, bilmediği bir düşmana açık bir savaş ilanı yaptı. Çünkü düşmanının yıllardır onu alt etmek için hazırlık yaptığını bilmiyordu. Tüm bu yaşananlardan sonra daha iyi gördü Kara, Rauf’u alt etmek sandıkları kadar kolay ve kısa bir sürede olmayacaktı. Kara içine doğduğu aileyi zamanla tamamen kaybetmiş son kalan babaannesinin ölümüyle iyice yalnız kaldı. Çünkü seçtiği ikinci ailesinin yanında Kara o ama asıl ailesinin yanında ya da varlığında Akay kimliği de gizli. Kara ile ilgili bilmediğimiz çok şey var. Gölgesini bile göremiyoruz adeta. Mesela benim merak ettiğim şeylerden biri Akay Talan mı daha tehlikeli yoksa Kara mı? Sanırım Akay daha tehlikeli çünkü Rauf’un mesajını gördükten sonra “Akay Talan ile tanışma zamanın geldi” dedi. Bu da bana göre Akay’ın Kara’dan daha tehlikeli olduğu izlenimini veriyor. Ki ikinci yaptığı planı göz önüne alırsak da öyle zaten. Akay düşmanının direkt kalbini hedef alıyor, Kara ise gücüne saldırdı ilk. Akay’ın kalbe olan saldırısı kendi içindeki birçok şeyi de harekete geçirdi. Hayat artık eskisinden daha zor olacak.

Hayat Kara için giderek zorlaşırken Zeynep için de kolaylaşmıyordu tabii ki. Çocukluğundan beri yaşadıklarını tam olarak aşamamış ve gölgesinde kalmış bir kız çünkü. Güvenli alan olarak tanımladığı çemberinin içinden çıkmaktan Zeynep olarak zorlanıyor ama Gazeteci Zeynep olduğunda her türlü sınırı aşmaktan korkmuyor. Önüne set çekenlerin karşısına dikilip hesap sorabiliyor. Belki de kendi hayatında çıkaramadığı sesi başka insanlar için çıkarmak daha kolay geldiğindendir. Zeynep için fanusta büyümüş demek çok mantıklı gelmiyor çünkü dünyada neler olduğunun gayet farkında ve yazılarında da bunlara değinmekten çekinmiyor. Hatta sırf bunlara değindiği için yazısı bile yayınlanmıyor. Korkuyorlar çünkü okuyanlar bir şeyleri fark eder diye. Ama Zeynep şu an için kararlı yazısını yayınlamakta. Tabii bu kaçırılma olayının başına yazısı yüzünden geldiğini düşünmezse. Zeynep’in pes etmeyip mücadele eden, çoğu zaman temkinli ve kararlı hâlini anlayıp hak versem de kendisinde beni rahatsız eden bir şey var. O da şu. Kara sürekli hayatın zorluklarından, yaşadığı zorluklardan bahsettiği zaman ama mutluymuşsun demesi ya da o sokakta beraber yürürken gördükleri sokaktaki insanlara olumlu yönden bakması. Yoksulluğu hayatın zorluğunu romantize etmesi. Ya da mahalleye geldiğinde insanların yaşadığı şartları sıcak ama huzurlu görmesi. Oradaki insanlar onun zihninde canlandığı gibi mutlu değil çünkü savaşıyorlar. Babasının sağladığı sınırsız imkanlarla güzel bir hayat yaşayıp sonra hayata kenarından tutunmaya çalışan insanların o zor hayatlarına iyi yönlerinden bakması. Kısacası yıllardır süre gelen fakir ama mutlu klişesine inanması. İşi gereği bu insanlarla iç içe olup da özel hayatında böyle düşünmesi bana garip geliyor. Bir diğer nokta ise babası ve kardeşini zorla bir arada ve iyi görmek istemesi. Annesini kaybettikten sonra yaşadığı aile kalabilme arzusunu anlıyorum. Hak da veriyorum ama aradan kaç yıl geçmiş be Zeyno bu kadar zorlamasan mı artık. Baba- oğul olmaları mükemmel anlaşacakları anlamına gelmiyor. İkisini de bir arada tutmaya zorlama bırak kendi sorunlarını kendileri çözsünler.

Zeynep ve Kara bir şekilde birbirlerine dolanıyorlar. Hayat onları öyle de olsa böyle de olsa birbirine çekmek için tüm yolları kurmuş. Kara, Zeynep ile ilgili birçok bilgiye fazlasıyla sahipken Zeynep ancak Kara’nın izin verdiği kadarını görüyor. Kara, Zeynep ile hiçbir şartta olamayacaklarına inanırken çoktan ona çekilmeye başladı bile. Onun için bunu kabullenmekte itiraf etmekte kolay değil. Henüz tam anlamıyla bir aşktan bahsedemesek de bir şeyler filizleniyor. Kara, Zeynep’e değer veriyor. Onu kaçırdığında karşısında o görmese bile o kadar kötü hissetmesi, içinin sıkışması bu yüzden. Çünkü biliyor ki o masum bir suçu yok günah babasının. Bu uğurda onu kullanmak rahatsız ediyor çünkü babası gibi Zeynep’de masum. Ama bu yolda ne olursa olsun Kara için mübah, en azından o şu an böyle düşünüyor. Zeynep ise açık açık kapıldı gidiyor Kara’nın rüzgarına. Çünkü o alışageldiği bu hayatın içindeki insanlardan çok farklı. Mete gibi değil mesela. Ama aynı zamanda güvenli alanının dışında dikkatli olması gereken bir noktada. Kaçsa kaçamıyor, kalsa kalamıyor. Hayatına yeni birini almak, onu tanımaya çalışmak korkutuyor onu. Ama yine de Kara kadar kesin ve net konuşmuyor. Ama tahminimce tam ikisi de birbirine karışmaya hazır olduğunda büyük yüzleşme olacak. Zeynep, babasının gerçeklerini öğrendiğinde Kara’ya sığınmak istese bile yapamaz gibi geliyor. Ama Kara ve Zeynep için mutluluk maalesef şu an çok uzakta görünüyor.

Talan ve Çınar ailesinin kaderi öyle bir yerden bağlanmış ki birbirine insan şaşıp kalıyor. İlk bölümdeki cenazeden sonra amcası ve Kara arasında geçen konuşma sonrasında ben bir şüphelenmiştim. Amcanın tepkilerinde beni huzursuz eden bir şeyler vardı. O gece ile ilgili bir şeyler saklıyordu. Yanılmadım o eve ağabeyini bilerek göndermişti ama evde yaşananlar ona da sürpriz olmuş gibi. Geçen hafta da söylemiştim o olayda Rauf’un göründüğü kadar masum olmadığını ki öyle de çıktı. Kendi evine bile isteye hırsız sokmuştu.

Asıl soru ise şuydu yaşanan cinayet planlı mıydı yoksa bir tesadüf mü? Elif’i, Rauf mu öldürtmüştü yoksa başkası mı? Rauf’un Baykal ile Halim’in ayağına gitmesine sebep olacak kadar neler biliyor Halim? Kara, Yosun ve Sedat’ın peşine geçmişte neden düştü? Rauf, bu aileden ne istiyor? Tüm bu sorular cevabını beklerken bir diğer cephede Rüzgâr ve Yosun birbirine kapılmaya başladılar bile. Yosun şu an Rüzgar’dan büyük oluşunu ve iş yapıyor olmalarını bahane etse de derinlerde çok daha farklı şeyler var. Birine bağlanmak korkutuyor onu belki kaybetmekten korktuğundandır belki de yalanlarla inşa ettiği hayatının yıkılmasından korktuğundan bunu net olarak söyleyemem. Ama Rüzgar’a çekilmeye başladığı gerçeğini değiştirmiyor bu. Rüzgar’ın da Yosun’a olan bu hisleri okuduğu kitapların yazarına duyduğu hayranlıkla mı yoksa gerçekten Yosun’u sevmesinden mi kaynaklanıyor bilemem. Cevabını hep birlikte göreceğiz.

Yosun ve Rüzgâr tesadüfen birbirlerinin hayatına karışırken bir diğer tarafta Rauf’un Baykal aracılığıyla neden Sedat’a avukat gönderdiğini hâlâ çözemiyorum. Neden böyle bir hamle yaptı? Sedat neden hapse girdi? Neden ağabeyine bu kadar öfkeli? Neden onu korumadığını, onu yalnız bıraktığını düşünüyor? Geçmişte ne oldu da o küçük çocuk bu hâle geldi? Birbirinden güç alan, hayata sımsıkı tutunan bu kardeşleri ne darmaduman etti. Yosun ve Sedat, Kara’nın onlardan uzak olduğunu düşünse de Karanın gölgesi hep üstlerinde olmuş. Sedat’a bunu açıkça söyledi. Büyük ihtimalle Yosun’u da kolladı. Ama bir cümle dikkatimi çekti “ben kimin için çocukluğumu feda ettim” dedi Sedat’a. Buradaki feda etmekteki kasıt ne? Sedat’a saldıran adamları başka bir hapishaneye göndertecek kadar bağlantısı nasıl var Kara’nın? Sedat neden yeni bir hayat kazanmak istemiyor?

Aklımızdaki birçok soruyla Kara ve Rauf’un karşılıklı satranç oynamasını izliyoruz adeta. Bir o hamle yapıyor bir diğeri. Rauf’un inanılmaz bir gücü olduğuna eminim çünkü kimse bir kamyon silahı kaybettikten sonra zorlanmadan o kadar kısa süre içinde bir kamyon silahı şak diye ayarlayamaz. Ama Rauf gayet sakince bu durumu halletti. İşinde gayet başarılı olan bu adam neden böyle kirli işlere bulaştı? Nasıl bulaştı? Rauf’u bu karanlığa kim çekti? Yoksa hep böyle karanlıkta bir adam mıydı? Sanırım Elif gibi bu sorunun cevabını bizde ya öğreneceğiz ya da öğrenemeyeceğiz. Silahların kaçırılması Rauf’u belirsiz bir düşmanla karşı karşıya getirirken Zeynep’in kaçırılması ile Rauf düşmanını tanıdı. İki olay arasında herhangi bir bağlantı kurar mı? Bana kalırsa kurar. Rauf gibi bir adam tesadüfe inanmaz çünkü. Asıl mesela hayatlarını kararttığı bu aileden ne istediği? Akay Talan ismini duyunca neden bu kadar gerildiği. Kara ve Rauf arasında akıl oyunları oldukça hızlı başladı. İkisi de zekalarının onlara sağladığı tüm avantajları kullanıyorlar. Rauf’un kaybetmekten korktuğu tek şey Zeynep iken Kara kaybetmekten korktuğu hiçbir şey olmadığına inanıyor? Peki gerçekten yok mu Kara?

Haftaya tekrardan görüşmek üzere.

 

Yaralı Şifacı (Aile, 28.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Yunan mitolojisinde çok sevdiğim bir hikaye var. İnsanlar eskiden çift halinde ve birbirine yapışık şekilde doğar yaşar ve ölürlermiş. Ölümlüler kendi ruh eşleriyle birlikte ve çok mutlu yaşarlarmış. Fakat o kadar mutlularmış ki tanrıya şükretmeyi ve minnetlerini sunmayı tamamen unutmuşlar. Zeus bu duruma çok sinirlenmiş ve insanları bu konuda uyarmış. Buna rağmen ölümlüler onu dinlemeyip bildikleri gibi yaşamaya devam etmişler. Bunun üzerine Zeus ölümlüleri cezalandırmak ve yeniden kendine bağlamak için onları ruhlarıyla birlikte ikiye ayırmış ve dünyanın dört bir yanında dağıtmış. Derler ki o günden sonra insanoğlunun yaptığı tek şey yeniden mutlu olmak için ruh eşini aramak olmuş. İşte ruh eşini bulabilen insan mutluluğu da, huzuru da bu şekilde bulur olmuş. Çünkü o zaman tam anlamıyla ruhundaki boşluğu doldurmuş olur, işte o zaman yaşadığının, yaşamak istediğinin farkında varırmış. Devin ve Aslan’a baktığımda ruh eşini ömrünce arayıp sorunda bulmuş iki kişi görüyorum ben.

Aslan ve Devin’i ilk tanıdığımızda ikisi de kalplerini ve ruhlarını kendilerinin bile bulamayacağı bir sandığa hapsedip sadece etrafında ki insanları korumak için yaşıyorlardı. İkisi de mutsuzluklarını gizlemek için agresif, saldırgan, güvensiz ve umursamaz davranıyordu. Yaptıkları tek şey sevdikleri için ayakta kalmaktı, zaten gerisi de onları için çok önemli değildi. Fakat bir gün bir şey oldu; ikisinin de ruhundaki o koca boşluk bir anda birbirleriyle dolmaya başladı ve ikisinin de ağzından dökülen sözlere bakacak olursak ne kadar direnirlerse dirensinler buna engel olamamışlar. Çünkü onlar birbirlerinin suretlerini tanımıyor olsa da, ruhları birbirini çok iyi tanıyordu.

Devin’i tanıdığımdan beri ikinci kez kendi için bir şey istediğine şahit oluyorum. O tüm karmaşaya, yaşayacağı tehlikeye, başına gelebilecek onca şeye rağmen sırf aşık olduğu için Aslan’la bir gelecek kurdu. Sonrasında yaptığı her şey yine ailesi ve Aslan içindi. Şimdi bir kez daha annesinin itirazlarına, Aslan’ın asla istememesine ve ucunda ölüm riski olmasına rağmen evladını doğurmak istiyor. Ben açıkçası başta yine bebeği için ve Aslan’ın bir çocuğu olsun diye kendini feda ederek doğurmak istiyor zannetmiştim ama Devin’i dinledikçe gerçekten bebeğine de onun kendisine iyi geleceğine gerçekten inandığına şahit oldum. Devin’in karnındaki bebek onun bu hayata sımsıkı tutunma, köklerinin oluşması ve iyileşmesi için ona bahşedilen bir mucize onun için. O buna tüm kalbiyle inanıyor ve öyle hissediyor.

Devin çok korkunç, çok kötü şeyler yaşadı fakat belki bu son yaşanan onun için en ağır, en kötü olanıydı. Çünkü ona sunulan seçenekte sevdiği adamla en büyük hayalinin en güzel parçasını kendi elleriyle yok etmesi gerekecekti. Devin zaten paramparça olmuş bir ruha sahipti, bir de kendi elleriyle ilk defa istediği bir şeyi yok etmek istemedi. O hamile kaldığını öğrendiğimden beri düşündüğü tek şey bebeğini kucağına alırken hissedeceği mutluluk, bunu bir tek kendi için değil Aslan’ın gözlerindeki mutluluğu da görmek için istiyor. Devin bir tek anne olmak istemiyor ki sevdiği adam da aynı zamanda baba olsun istiyor işte bu yüzden hayati riski olmasına rağmen çok sevdiği eşini dinlemedi. Burada yine kendinden ödün veriyormuş, yine sevdiği birileri için kendinden vazgeçiyormuş gibi görünüyor olabilir ama daha önceden de bahsettiğim gibi o buna gerçekten inandığı ve ona iyi geleceğini bildiği için istiyor yani kendisi için istiyor bana göre. Devin belki de hayatında ilk kez böyle hissediyorken ve bu hissi ruhunun diğer yarısıyla yaşamak istiyorken ben zannetmiyorum ki bebeğinden bir an olsun vazgeçsin. Aslına bakacak olursanız Devin Aslan’ı çok iyi anlıyor çünkü o, Aslan’dan önce sevdiği insanı kaybetmekle yüz yüze gelmenin ne demek olduğunu öğrenmiş biri. Bu yüzden bu konuda asla bağırıp çağırmadı, her zaman ki gibi Aslan’ın karşısında öylece durup diklenmedi. Ona saygı duyup bu çerçevede ona kendini anlatarak ikna etti. Zaten Aslan’ın amacı Devin’e ters gitmek değil onu kaybetmemek.

Aslan Devin’i tanıdığı andan itibaren ilk tercihi hep o oldu karşısında kim olursa olsun. Hatırlarsınız Devin bir daha anne olamayacağını ona söylediğinde de yine istediği tek şey Devin’le beraber olmaktı. Bu yüzden dünyada en çok baba olmak istese de, kurduğu hayallerde çocuklarıyla birlikte olsa da o gerçekte çocukları olmasa bile Devin yanında olsun tercihinde olur. Çünkü devin onun hayat ağacı, yaşama sebebi, sevinci her şeyi. Bu yüzden ben Aslan’ın çocuğunu aldırmak istemesini de , Devin’in yaşatmak istemesini de anlayabiliyorum. Ben Aslan Devin’e ve çevresine belli etmemeye çalışsa da Eko’nun verdiği hediyeye bakarken nasıl içinin gittiğini, aslında onun da en az Devin kadar bebeğinin istediğini görebiliyorum. Fakat bazen bir taraf gerçekçi olup ona göre davranmak zorundadır ya hani bu olayda bu rolü üstlenen kişi Aslandı. Fakat Devin gibi Aslan da yaşadıklarının etkisiyle değişti. Bu yüzden Devin’in inancına ortak olduğu anda kararına da saygı duyup destek oldu. Değişim demişken sizce de Hülya çok güzel olmadı mı?

Hülya’nın Cihan’a, Devin’e Nedret’e karşı olan değişimini samimi bulduğum anda bu durum o kadar hoşuma gitti ki açıkçası bu ilişkileri çok daha uzun süre izlemek isterdim. Hülya korkuyla değil de sevgiyle bir ilişki bağı kurulduğunda bunun paradan, güçten çok daha kuvvetli bir şey olduğunu anladığından beri çok değişti. Düşünsenize varlığının ve gücünün kaynağı olarak gördüğü çiftlik arazisini Serap adına yurt yapmak istedi hem de ortada hiç bir baskı yokken. Daha önce koşa koşa ballandıra ballandıra Eko’nun ailesine Yağmur’un durumunu anlatmışken şimdi sessiz kalıp bozmamaya çalıştı. Hülya’da çok değişim oldu kabul ediyorum ama bence bu en güzellerinden biri buydu. Çünkü Hülya da tıpkı Aslan gibi, Devin gibi ruhundaki boşluğu doldurmanın bir yolunu buldu. Sevip sevilerek de insan güçlü olup bir arada kalabiliyormuş öğrenmiş oldu. Bu konuda en çok mutlu olduğum kişilerden biri Yağmur açıkçası. Yağmur belki de yıllardır ilk kez gerçekten sevildiğini hissediyor.

Yağmur’un bizim yaşadıklarını gördüğümüz kadarından çok daha fazla görmediğimiz acıları da var ruhunda. Bu yüzden asla gerçek anlamda sevilmeyeceğini düşünüyordu. Ama tüm yaşadıklarına, geçmişine, hatalarına rağmen artık onun elinden sımsıkı tutup asla bırakmayacak biri var hayatında. Üstelik ona bir anne sevgisi ve şefkatiyle yaklaşan kalbi güzel Nedret hala da hep arkasında olacak onu korumak için. Bu yüzden Yağmur adına gerçekten çok mutluyum sonunda o da yıllardır aradığı sevgiye kavuşmuş oldu. Hep mutlu olması dileğiyle. Sanırım benim bu konuda hep aynısını dinleyeceğim bir kişi daha var, tabi ki Cihan.

Cihan, Cihan, Cihan… Ben onunda Yağmur’un da hep benzer şeyler yaşadığını düşündüm. İkisi de huzurlu bir aile, koşulsuz sevgi istedi sadece ama yıllarca dilendikleri sevgiyi asla alamadı aile bildiklerinden. Maalesef ki Cihan tam bir ailem oldu dediği anda eşini, hayat arkadaşını kaybetti. Yağmur’un bunu asla yaşamamasını temenni ederim.

Aile’de artık takke düştü, kel göründü. Bütün aileyi bir arada tutan, aslında bir nevi onların hayal kutusu olan Seher’e veda ettik.Ben evrenin bir denge üzerine kurulduğuna inanırım bir yerde kaybediyorsak bambaşka o bir yerde o kayıp yerine konuyor. Haksızlığa uğruyorsak er ya da geç ortaya çıkıyor yapılanlar. Bunun ölüm ve doğum içinde böyle olduğunu düşünüyorum. Dünyanın bir yerlerinde birileri ölüm için göz yaşı dökerken birileri yeni bir yaşama merhaba dediği için mutluluk çığlıkları atıyor. Evet belki bu dengeye çoğunlukla şahit olamıyorum ama bu inanmayacağım anlamına da gelmiyor. Bence bu denge kavramı Seher babaanne için de geçerli; Seher Soykanlar için her zaman en önemli denge unsuruydu bana göre. Cihan ile aralarındaki bağı dengeliyordu, Hülya ile Devin arasındaki farkı, masumiyet ile günahı dengeliyordu o evde. Seher zamanında Hülya’nın çocuklarını onun kucağından alarak çocuklarına hasret yaşamasına sebep oldu. Hülya da aynı şeyi yapıp onu kızından kırk yıl ayrı kalmasıyla cezalandırdı onu. Aynı şekilde oğlunun gelinine yaptığı tüm zalimliklere gözünü ve kulağını kapadı. Müdahale etmedi, yokmuş gibi davrandı evrense bunun tam tersi bir ceza verdi kendisine “Her şeyi unut ama geçmişi asla.” Şimdi Seher’in ölümünü de aynı dengeye bağlıyorum ; onun ölümü Devin’in evladının yaşama selam demesinin sebebi olacak. Seher babaanne bu hayata en güzel anılarıyla, geride mutlu bir aile bırakarak veda etti. Bu hayatta istediği her şeyi yapabilmiş olmanın huzuruyla kavuştu sevdiğine. Unutulmayacaksın babaanne.

İşin daha da acısı Seher’in varlığıyla çizilen o hayal balonu patladı, saklanacak yer kalmadı. Aslan, Cihan ve herkes artık gerçek dünyayla baş başalar ve yanlarında aile olmanın güzelliğinin timsali babaanneleri yok. Soykan Ailesi’nin koca çınarı giderken yanında Aslan’ın çocukluğunu, Cihan’ın masum sevgisini ve en önemlisi de Devin’in ruhunu akıttığı dayanağını götürdü.

Cihan kendi elleriyle Aslan’a ve ailesine bir düşman kazandırmış oldu. Aslan her ne kadar elini kirletmek istemese de yine kendini bir savaşın içinde buldu. Soykan ailesi yeni bir hayat kurup değişmek istese de sanırım evren bir süre daha buna müsaade etmeyecek. Finale adım adım giderken bakalım neler olacak izleyip göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Garip Çıkmazı (Kara, 2.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Gözlerimizi açtığımız andan itibaren bir savaşın içine dahil oluyoruz. Bu istesek de istemesek de içinde bulunacağımız ve savaşacağımız bir akış. Çünkü mecburuz bunu yapmaya yaşamanın temeli bu savaşta yatıyor. Hayatımızın her anında bir şey uğruna mücadele ediyoruz. Farkında olsak da olmasak da. Bazen bilerek bazen bilmeyerek ama mutlaka. Herkesin sahip olduğu şartlara, imkanlara sahip olmak için. Sadece mal ve mülk anlamında da değil bu. Duygusal olarak da malum hayat pek adil ilerlemiyor. Bunu kimimiz çok erken görüyoruz kimimiz çok geç görüyoruz kimimiz de görmemek için büyük bir uğraş veriyoruz. Ama hayat kuralları kendi koymayı, bizleri yönetmeyi sever. Önünüze öyle olaylar zinciri yığar ki adaleti kendiniz için sağlamak için savaşırken bulursunuz. Yani ister seve seve ister döve döve hayat sizi adalet savaşına sokar. Çünkü siz o savaşa katılana kadar sizi öyle bir ezer öyle çok canınızı yakar ki avuçlarınızın arasında yanan kalbinizle kalakalırsınız. İşte tam o an sizin dönüm noktanız olur. Ya tüm bunlara boyun eğmeyi seçersiniz ya da bu haksızlığı bitirip adaleti sağlamaya yemin ederseniz. Bu noktada ise başka bir soru gündeme gelir. Adalet ve eşitlik aynı şey midir? Adil olan her şey eşitliği sağlar mı? Eşit olan her şey adil mi? Bu soruya kimse gerçek bir cevap veremez. Size vereceği her cevap kendi yaşadıklarından ve dünyaya bakış açısından izler taşır. O izleri takip ederek gerçek ona ulaşabilirsiniz. Ama asıl soru gerçek ona ulaştığımızda ne hissedeceğimizdir. Tıpkı Kara’nın kendilerine yapılan haksızlığın bedelini ödettikten sonra tam olarak ne hissedeceğini bilemediği gibi.

Kara şu an için bu hikâyede en büyük bedelleri ödeyen kişi gibi görünüyor. Bir gece ansızın babasını kaybetti, kardeşleriyle bir başına babaannesiyle kaldı. Babasına gitti babası kovdu onu. Ve neden, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde kardeşleriyle farklı hayatlara savruldu ve düşman gibiler. Kara bedenen o akşamdan çoktan uzaklaşsa da aklının büyük bir kısmı hâlâ o gecede. Çünkü o gece ondan kapanması mümkün olmayan yaralar bırakmış. Hayat tokadını suratına öyle bir geçirmiş ki izinin yüzünde kaldığı gibi acısı da hâlâ yanağında. Şartlar böyleyken kimse onu geçmişe takılı kalmakla suçlayamaz. En azından ben suçlamam çünkü haksızlığa uğramak nasıl bir his bilirim. Elindekilerin alınmasının nasıl bir his olduğunu da. Hepsini geçin hangimizin bu hayata karşı bir öfkesi yok ki? Hepimiz bir yerde bir haksızlığı uğradığımızı bilerek bunun öfkesi ile yaşamıyor muyuz? Hakkımızı yiyenlerin bedel ödediğini görmeyi içten içe beklemiyor muyuz? Tek fark kimimiz o günü sadece bekliyoruz kimimiz de o günün gelmesi için Kara gibi uğraşıyoruz. Kara kendisinin söylediği gibi hayat üniversitesinden mezun bir adam. O yüzden hayatın akışını çok iyi, kaçırmadan takip ediyor. Her detayı çok net görüyor, pratik düşünüyor ve risk almaktan korkmuyor. Anında organize edip, planını kuruyor. Bunlar çok harika özellikler, bir insanı hayatta hep bir adım öne taşır. Kara bu özelliklerini şu an intikamı için kullanıyor.

İntikamına oldukça odaklı ama şöyle bir detayda var ki tüm bunlarla uğraşırken içindeki insanlığını unutmamış durumda Kara. Zeynep’e yaklaşmasının, onun karşısına çıkmasının sebebi babasına yaklaşabilmek, onun hakkında daha çok bilgiye ulaşabilmek hatta daha fazlası da olabilir. Ama Zeynep evine hırsız girdiğini düşündüğünde ilk onu aradı ve Kara hemen gitti. Eve girenin kendi arkadaşı olduğunu bile bilmiyordu. Yine de Zeynep’in yardım teklifini reddetmemiş ve yanında olmuştu. Bu da Kara’nın ilerde düşeceği ikilemlerin temelini oluşturacak gibi. Kara girdiği bu yolda sadece Rauf değil Zeynep hatta belki de ailesiyle savaşacak. Yolun daha çok başındayız ve yolumuz oldukça dik.

Herkesin duruşu yaşadıklarıyla şekilleniyor şüphesiz. Benzer şeyleri yaşıyor ama bambaşka ruhlara bürünüyoruz adeta. Parmak izlerimiz gibi ruhlarımızda özelleşiyor. Kara yaşadıkları zorluklarla savaşarak mücadele ederken Zeynep kendine duvarlar örmüş bana göre. Hem o duvarların içinden çıkıp özgür olmak istiyor hem de konfor alanı olarak nitelendirdiğimiz alandan çıkamıyor. Çünkü korkuları isteklerini bastırıyor. Geç kalma korkusu, yetememe korkusu, babasını kaybetme korkusu kalbinin sesini bastırmış durumda. Bunun en büyük kanıtı da yıllardır yaşadığı ilişki. Mete’ye hiç âşık olmamış mesela ama beraber büyüdük birbirimizi tanıyoruz diye sevmediği bir ilişkiyi ihaneti öğrenene kadar da devam ettirmiş. Bu devam ettirmenin bir diğer sebebi de belki içten içe babasının gözünde başarısız bir ilişkiyi bile yürütemeyen biri gibi görünmemektir. Zeynep her ne kadar kendisine kabuklar da örse, net sınırları da olsa geçilmesine müsaade etmediği noktalar var. Zeynep hayatına saygı duyulmasını istiyor. Özeline saygı duyulmasını ve müdahale edilmemesini istiyor. Haklı da belki de aynı şehirde babasını bu kadar severken ondan ayrı yaşamasının sebebi de budur. Her ne kadar çok severse sevsin babasının onun sınırlarına saygı duymayışında yatıyordur belki. Yaşadığı bir olayı anlatır anlatmaz evine gizli kamera taktıran, fark etmese Zeynep’e asla söylemeyecek bir adam Rauf. Hâl böyle olunca da Zeynep’in bu kadar tezatı hayatında taşıması çok normal oluyor. Zeynep hayatı boyunca yarı tutsak yarı özgür olmuş. Bazı prangaları olduğunun farkında sadece bundan nasıl kurtulacağını bilmiyor. Biliyor da olabilir kim bilir? Ama Zeynep artık büyük bir oyunun içindeki en önemli taşı temsil ediyor. Birinin hayatındaki en değerli şey birinin de düşmanına karşı kullanabileceği en büyük silah. Zeynep şu an bu oyunda oldukça pasif görünse de belki bir gün tüm dengeleri değiştiren isim olur kim bilir?

Kara ve Zeynep aynı hayatın içinde farklı yollarda yürüyen ama bazen aynı kavşaklarda rastlaşan iki beden. Aynı geceye aynı olaya ait farklı yaralar var yüreklerinde. Zeynep o gece zamanın önemini anlarken Kara hayatı öğrendi. O evden sedyeden cansız olarak sadece Zeynep ve Kara’nın çocuklukları da o evden cansız olarak ayrıldı. Zeynep farkında olmadan kardeşine annesizliği hissettirmemek için kendi duygularını bastırmış bunu geçen hafta söylediği “benim de annem öldü” isyanından görebiliyoruz. Kara ise babasının masumluğunu kanıtlamak için kendi ömrünü harcamış. Ama buna rağmen ikisi de bir şekilde hayattan keyif almayı, gülümsemeyi, insan kalabilmeyi başarmışlar. Küçük şeylerle mutlu olabilmeyi biliyorlar mesela. Zeynep’in etrafında onu çok seven bir babası var ama Kara’nın küçük bir notla kapısına astığı simitlerle çok mutlu oluyor. Ya da Kara ile iyi kötü herhangi bir duyguyu, anıyı düşüncesini paylaşınca da mutlu oluyor Zeynep. Çünkü özünde Kara gibi o da çok yalnız. En yakın arkadaşı var sözde Zeynep’in ama ona karşı bile çoğu şeyi anlatmıyor. Kara’nın da çevresinde canı olarak gördüğü bir ailesi var ama o da onlarla hiçbir duygusunu paylaşmıyor. Şu an Zeynep’e plan için yaklaşsa da Kara bu durum zaman içinde değişecek gibi geliyor. Bu ikili birbirlerine yalnızlıkları ve acılarından tutunacaklar. O garip çıkmazı dediğimiz sokaktan el ele ayrılırlar belki kim bilir.

Bu hikâyede tam anlamıyla bir masum yok bence. Herkes ucundan kıyısından bir şeylerin içinde ama siyaha en yakın noktada görünen kişi şu an için Rauf. İlk bölümden bir şeyler belliydi. Bir üniversite hocası belli imkanlara sahip olabilir evet ama bu kadar korkulması, herkesin önünde el pençe durması garipti. Ki sebebini de gördük zaten silah kaçakçısı adam. Rauf bir maske takmış yüzüne kime ne lazımsa onu gösteriyor. Benim asıl merak ettiğim bu yola nasıl girdi? Karısının ölümünün girdiği bu yolla bir bağlantısı var mı? Ailesinden de gizliyordu da eşi bunu öğrendiği için ölümünde Rauf’un da bir parmağı mı var? Bilmiyoruz. Rauf ile ilgili birçok soru var ortada ve yine bu soruların cevabı onda gizli. Mesela bir diğer soru işareti de karısının öldüğü gün olay yerine gelen polisin şu an sağ kolu olması. Bu normal ya da sıradan bir durum değil bence. Rauf’un ve Kara’nın hayatları bir noktada öyle bir düğüm olmuş ki birbirine karşılıklı açmak ancak işe yarar.

Kara planı için Zeynep’in karşısına çıkıp hayatına yer etse de her şeyi kontrol edemiyor. Onun bilgisi haricinde çok fazla şey oluyor. Kendisi planlı çıksa da Yosun ve Rüzgâr plansız aniden karşılaştı. Rüzgar’ın Yosun’a olan hayranlığı ve yetenekli çizimleri ikiliyi bir araya getirdi. Şu an Rüzgâr, Yosun’un “çalma problemini” tam olarak bilmese de gördü. Bu ikilinin tesadüfen bir araya geldiğini düşünmüyorum yan yana gelmelerinin bir sebebi olmalı. Şu an bu sebep Rüzgar’ın çizimlerinin Yosun’a ilham vermesi gibi görünüyor olsa da durum derinleşecek gibi hissediyorum. Bir diğer tarafta Kara’nın tabiriyle “ceza hukukunda” yüksek lisans yapan Sedat’a Rauf’un sağ kolunun isteğiyle Zeynep’in en yakın arkadaşı avukat olarak gönderiliyor. Ve burada da öğreniyoruz ki Sedat daha önce farklı bir kimlikle de hapse girmiş. Buradaki soru ise Baykal’ın neden Sedat’a avukat olarak gönderdiği? Ki sahneden aldığım enerjiye göre de avukat kızımız Rauf’un karanlık tarafından da haberdar gibi. Baykal ile konuşmaları öyle bir önsezi uyandırdı ama bilemem tabi bu bir tahmin sadece. Rauf ve Kara’nın ailesi farkında olmadan birbirine dolaşmaya başladı bile. Hem de ikisinin de haberi olmadan.

Kara çok heyecanlı bir bölüm sonu yaptı. Kara ince eledi sık dokudu ve Rauf’a ilk darbeyi indirdi. Silahlarını ustaca bir oyunla elinden aldı. Böyle bir hamleye ise hazırlıksız yakalanan Rauf kendi eliyle Kara’nın inini gitti. Ama o gittiği yerde ikisini de büyük sürprizler bekliyor olacak. İkili arasındaki savaşın fitili artık ateşlendi, gözümüz aydın.

 

 

 

 

 

 

 

 

KORKU (Aile, 27.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Korku bana göre yaşadığımız en gerçek duygulardan biridir. O duygu insanın sürekli tetikte olmasına, asla huzur duymamasına neden olur. Ayrıca endişe, belirsizlik ve daha bir çok düşüncenin beyne hücum etmesine sebep olur. Bu duygunun seviyesinin yüksek olması hayatı zindan etmesine yeter de artar bile. Aslan mesela Neslihan hanıma son anlattıklarıyla aslında bu duyguyu nasıl iliklerine kadar hissettiğini çok güzel ifade etti.

Aslan Devin’in aksine yaşadığı her şeyi öyle canlı hissediyordu ki kaçmaya çalıştığı hayal dünyasında bile Devin tekrar ve tekrar vuruluyor ve Devin acılar içinde onun kollarına düşüyordu. Bu döngü onun canını öyle acıtıyordu ki yaşamak bile ona ağır geliyordu. Sevdiği kadın bebeğiyle birlikte soğuk bir hastane odasında canıyla sınanırken hala ona bunu yapanların nefes alıyor olması ona bıçak gibi saplanıyordu. Güçlü durmak, ağlamamak zorunda hissediyordu kendisini. Çünkü yas evresine geçerse Devin’in gideceğini kabul edeceğini ve böylece Devin’in sonsuza dek gideceğini düşünüyordu. Bu yüzden kendine bile o ihtimalin varlığını hatırlatmıyor, unutturuyordu. Bu yüzden onunla kurduğu hayalleri sanki ona hiçbir şey olmamış gibi sürdürdü. Rüyası ne kadar korktuğunu gösterse de hayalinde yaşattığı gibi çocuk kitabı alıp ona ve bebeğine okuması umudunu hiç yitirmediğini de gösteriyordu bana göre.

Aslan için Devin’in vurulmasıyla Devin’in deyimiyle “Hayat bitti.” Ona ve evladına bir şey olacak korkusunu iliklerine kadar hissediyorken yaşamak onun için oksijen israfından başka bir şey değildi. Onun yaşadığı bir tek kaybetme korkusu değildi; onları koruyamamış olmanın verdiği vicdan azabı, sevdiği kadını kendi dünyasına sırf onu sevdiği için çekmiş olduğu gerçeği ve belki de bu yüzden ölecek olması onu yakıp kavuruyordu. Tüm bunları kendine bile itiraf edemiyorken bir şekilde Devin’i yanında hissetmesi gerekiyordu çünkü ona iyi gelebilecek başka hiç kimse yoktu. Devin onun nefesiydi ve Aslan nefes alamayacak haldeydi. İşte bu yüzden ilk başlarda deli gibi kaçtığı, sırf Devin’in gönlü olsun diye zorla gittiği psikoloğa bu sefer kendi iradesiyle, tek başına gitti. Bazı kapıların kapısını sadece o kapıdan anlayan ustalar açabilir, işte bana göre zihnin ve ruhun ustaları da psikologlar. Neslihan hanım Aslan’ın ruhunu ve kalbini öyle şeffaf görüyor ki tek bir şey bile söylemesine gerek kalmadan Aslan’ın dilinin bağını çözdü. Onun kendisine dahi itiraf edemediği her şeyi dilinden dökülmesinin sağladı. Aslan gözyaşlarıyla birlikte yüklerini de bıraktı o terapi odasında.

 Ben aslında Aile evrenindeki terapi sahnelerini gerçekten çok seviyorum. Böyle her birinin geçmişini, korkularını, sevinçlerini onların gözünden görmek, hissetmek bambaşka bir tat veriyor bana. Bu sayede onlar hakkındaki düşüncelerimi teyit etmiş oluyorum bir anlamda. Aslan’ın, Cihan’ın ve hatta Hülya’nın iç dünyasını anlamak, empati yapmak yaptıklarının nedenini kendilerinden duymak çok keyifli oluyor benim için. Ayrıca o zaman kafamda oturmayan bir çok şey de anlam kazanmış oluyor. İşte o zaman onlar benim için tiplemeden çıkıp karakter oluyorlar. Aslan’ın mesela dışarıdan çok kızgın olduğu için kurşunların üzerine gittiğini düşünülürken aslında onun Devin’siz yaşamaktan korktuğu için bunu yaptığını ondan duymak çok daha can alıcıydı. Hayatı boyunca nasıl bir baskı altında büyümüş olduğunu, neden bu hayatı hiç tercih etmediğini teyit etmiş oldum bu sayede. Devin’in ve ondan doğacak evlatlarının neden Soykan ismiyle alakası olmamasını, en başından beri istemediğini birinci ağızdan duymuş oldum. Çünkü ona dayatılan hayat çok acımasızdı, sürekli diken üstünde yaşaması ve ondan istenileni başarması gerekiyordu. Babasının sevgisizliği, annesinin onu sadece bir projeden ibaret görmesi içinde bulundukları hayatın farkında oluşu onu bir zincir gibi sarmış ve sıkıştırmış. Bu yüzden bu kadar umursamaz ve korkusuz görünüyor. Çünkü ancak kendini böyle koruyabiliyor zira deli gibi korkuyor sevdiklerini ve ailesini koruyamamaktan. Korkusu ve endişesi belli olmasın diye de umursamaz, her ortamda şaka yapabilen, asla ciddi duramayan bir kişi gibi davranıyor. Halbuki yaptığı tek şey karşısındakine ne kadar endişeli olduğunu fark ettirmemeye çalışmak. Zira fark etmişsinizdir Aslan bunu neredeyse kaçmak istediği her an yapıyor , bu sayede aynı zamanda heyecanını da gizlemiş oluyor. Bu yüzden terapi sahneleri bana çok samimi geliyor açıkçası. Bunu bir tek Aslan için düşünmüyorum Hülya için de böyle bana göre.

 Hülya’nın Soykan olmak için ne bedeller ödediğini, o hayatta ayakta kalmak için nasıl masumiyetini ve vicdanını kapının dışında bıraktığına şahit olmak inanılmazdı. Öyle ki çoğunlukla ona kızsam da bazen ona hak vermeden duramadım. Üstelik Hülya gibi çıkarları için her şeyi yapabilecek bir kadının içinde neler yaşadığını ve dışına nasıl aktardığını işitmek çok farklı geliyor bana. Çünkü bazen söylediği şeye güvensem mi yoksa yine bir şeylerin mi peşinde anlamak çok güç oluyor benim için. Hülya güçsüz olursam yaşayamam korkusunu yendiğinden beri çok daha mutlu bir insan oldu gördüğüm kadarıyla. Devin’e kızım diyecek, Nedret halayla hain arayacak kadar güven konusunda geliştirdi kendisini. Sanırım içimde uhde kalacak şeylerden biri de Cihan ile aralarının düzelmiş olduğunu ve ona oğlum diye sımsıkı sarıldığını görmemiş olmam. Zira Cihan’ın bir kez olsun iliklerine kadar mutluluğu hissettiğini görmeyi çok istiyorum ve bence ne kadar düşman gibi görünse de o hala Hülya’yı çok seviyor.

Cihan dışarıdan duygusuz, katil kılıklı, hiçbir şeye acıması olmayan, kardeş düşmanı biri gibi görünüyor. Halbuki ona biraz daha yaklaştığımızda içinde fırtınalar kopan, nahif, merhametli sevdikleri için çekinmeden canını verebilecek kadar güzel seven birini görebiliriz. Belki de en zayıf yönü de budur Cihan’ın ; sevdiklerine asla kıyamıyor, merhameti karşısındakini de kendi gibi görmesine sebep oluyor. Bu yüzden insanlar onun bu özelliğinden faydalanabiliyor. Çeyrek mesela onun en zayıf noktasına oynadı ve karısıyla vurdu onu. Bu sayede hem iyi biri olduğuna inandırdı kendisini hem de kendi hayatını kurtarmış oldu. Cihan her ne kadar karısının hatırına onun hayatını bağışlamış olsa da korkarım bu yaptığının bedelini kendi hayatıyla ödeyecek. Nedense ben Cihan’ın sonunun Çeyreğin elinden olacağını düşünüyorum. Çünkü Cihan ikisini birbirine benzetse de ikisi asla aynı değil ve Cihan bunu belki de en acı şekilde öğrenecek.

Devin gözlerini açtı, bebekleri iyi ve Aslan onlar için güvenli bir dünya yarattığına emin. Fakat bilmedikleri kocaman bir ayrıntı var ve belki de hepsinin hayatını kökünden değiştirecek. Cihan Aslan’a yalan söyledi ve Çeyrek çoktan intikam yemini etti bile. Bakalım Aslan varlığından dahi haberi olmayan bu yeni düşman karşısında ne yapacak?

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KABUS (Aile, 26.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bazen kendimizi hiç bitmeyecek bir döngünün içinde gibi hissederiz. Korku, endişe, belirsizlik insanı en ummadığı anda en hazırlıksız yerinden yakalar. Sanki bir kabusun içindeymişiz de çıkışı hiç bulamayacakmışız gibi oluruz. Kaçmak istesek kaçamıyor, koşmak istesek takat yok bacaklarda hatta nefes alacak alan bile olamayabiliyor bazı zamanlarda. İşte bence Aslan kendini tam olarak böyle bir durumun içinde hissediyor. Kimseye anlatamıyor, Devin’e hissettirmemek için kırk takla atıyor ama asla saklayamıyor duyduğu korkuyu.

Aslan hayalini kurduğu yuvaya kavuşmak için her adım attığında sanki tüm evren birleşiyor ve Aslan’ı doğduğu pisliğin içinde boğulsun diye onu ayaklarından sımsıkı tutup çekiyor. Bu yüzden ne baba olmanın sevincini yaşayabiliyor tam olarak ne de eşini korkutmamak adına bu endişelerinden bahsedebiliyor o. Daha önce hiç bir seansta duygularını saklayan taraf Aslan olmamıştı ama bu defa endişesi o kadar büyük korkusu o kadar yoğun ki bırakın bunu Neslihan hanıma anlatmayı kendine bile itiraf edemedi.

Aslan’ın bu zamana kadar kimseden çekindiğini, kendisine veya ailesine tehdit unsuru saydığını hiç görmedim. Üstelik kendisi daha önce İlyas Koruzade’nin oğlunu da öldürmüştü ve ailesinin hiçbir ferdi için kabuslarına girecek kadar korkmamıştı. Çünkü ne ondan ne de diğerlerinden çekinecek hiçbir şeyi yoktu, ailesini koruyacağına emindi. Fakat bu sefer farklıydı, bu defa söz konusu olan daha doğmamış minicik evladı ve çok sevdiği eşiydi hedefte olan. Bu yüzden korkusunu da karısını korumak istemesini de çok iyi anlayabiliyorum. O da Devin de ilk bebeklerini Soykan lanetine kurban vermişken ikicisine özellikle Devin dayanamazdı ve Aslan bunu çok iyi biliyor.

Aslan; mert, adil ve merhametli bir adam, Serap’ın yaşadıklarını sindirebilecek, buna sessiz kalabilecek bir adam değil. Annesine resti, Yusuf Soykan’dan gelen tüm her şeyi yakıp yok etmesi ve Serap gibi böyle bir şeye maruz kalıp sessiz kalmak zorunda kalan kadınlar için Yusuf Soykan’ın yaptıklarını ifşa etmesi taktire şayandı bana göre. Çünkü o da biliyor evet onun elinde olmadan bir can ailesinin kirli geçmişi yüzünden yok olup gitti ama Serap’a olanları anlatarak, Yusuf Soykan’ı ifşa ederek belki de susmak zorunda kalan binlerce kadın ses çıkarmaya cesaret edecekti. Yusuf Soykan bu sayede lanetle anılacak ve Serap’ın ruhu bir nebze olsun rahat edecekti. Ruhu şad olsun.

Serap, Yağmur, Leyla, Devin ve belki de adını sanını bilmediğimiz milyonlarca kadın sevgisiz büyüdüğü, sığınabilecekleri bir liman olmadığı için yıllarca sessiz çığlıklar attılar sesleri duyulabilsin diye. Serap maalesef ki sesini duyuramadan koptu hayattan, Leyla zincirlerini kırıp özgürlüğünü ilan edene kadar çekmediği eziyet kalmadı. Yağmur kaç kere ölümden döndü babası onu bir kez olsun görsün diye, sevdiği adam bile arkasında durmadı. Devin önce eline silah almak zorunda kaldı, bebeğini kaybetti, anne olamayacağını düşündü aylarca. Sevdiği adam ölümle burun buruna geldi ve tam ikinci kez evrenin ona bir armağan verdiğini düşünürken belki de bir kez daha kucağına alamadığı, öpüp koklayamadığı bebeğine veda etmek zorunda kalacak. Ve tüm bunlar ne onun ne de eşinin suçu. Onlar sadece çekirdek ailesiyle küçücük bir aile restoranında mutlu olmak isteyen bir çiftti. Devin bebeğini kaybedecek olursa bürüneceği ruh halini düşünmek bile istemiyorum.

Bu hayatın en acımasız davrandığı kişilerin kadınlar olduğunu düşünüyorum. Yeri geliyor töre denilerek öldürülüyor, yeri geliyor zorla evlendiriliyor. Okuma ve hatta özgürlük hakkı elinden alınabiliyor, şiddet görüyor tacize, tecavüze uğruyor ve yine ceremesini onlar çekiyor. Serap on altı sene boyunca ona yapılan bu iğrençlikle yaşamak zorunda kalan, zorla susturulan, konuşabilmek için etrafındaki hiç kimseden cesaret bulamayan milyonlarca kadından sadece bir tanesiydi. Suskunluğu onun cehennemi, bu suskunluğa sebep olan Hülya Soykan ise onun zebanisi oldu bunca sene. Serap ve onun gibi milyonlarca çaresiz kadın bu yüzden canlarından olurken onların bu durumuna sessiz kalanların da en az onlara bu iğrençliği yapan kadar suçlu olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden Aslan’la Devin Hülya’yı affetmiş olsa da kendisi bana hala samimi gelmiyor maalesef.

Yusuf, İbrahim ve Hülya Soykan bir tek Serap’ı, Cihan’ı onun ailesinin değil kendi öz torunlarının da katilleri aynı zamanda. Onların kanlı elleri en masumların bile kirlenmesine, daha hayata gözlerini açmadan yitip gitmesine neden oldu. İbrahim ve Yusuf Soykan kendi elleriyle verdiler kendilerine cezalarını ve ben nedense başından beri Hülya’nın sonunun da onlar gibi olacağını düşünüyorum. Bakalım Hülya yaptıklarının bedelini nasıl ödeyecek? Şimdi bana diyebilirsiniz ama Hülya pişman oldu, iyileşmek istiyor, ona da şans vermek gerekmez mi diye? Sizi anlıyorum ama Hülya kredilerini çoktan tüketmedi mi sizce de?

Belki Hülya üzerini örtmek yerine başka bir çözüm bulmak için uğraşsaydı bugün yaşayan, psikolojik olarak sağlıklı bir kadın ve Yusuf Soykan’ın bıraktığı yükle ezilen çocukları olmayacaktı. Fakat gerçek şu ki Hülya’nın yaptığı tercih bir tek psikolojik olarak değil fiziksel olarak da zarar veriyor evlatlarına. Tamam kabul ediyorum Hülya belki de gerçekten çocuklarını düşünerek hareket etti ama size bir sır vereyim mi ben bunu da hiç samimi bulmuyorum açıkçası. Hülya bugün nasıl aile adı kirlenmesin, elindeki güç yok olmasın istiyorsa o gün de aynı şekilde hareket etti bana göre. Eğer düşündüğü evlatları olsaydı başkasının evladına böyle sessiz kalamazdı. Bunca zaman evlatlarına dahi bunca acıyı reva görmezdi. Cihan da onun büyüttüğü bir evladıydı ve bugün onun yüzünden cehennem ateşinde yanıyor.

Ah Cihan ah en çok yaşamak istediği anda kayıp gitti ellerinin arasında en sevdiği. Onu tutamamış olmanın verdiği vicdan azabı, anlayamamış olmanın verdiği ağır yük ve yaşamak için hiç bir sebebinin kalmamış olması onu nefes alamaz bir hale getiriyor. Sadece sevdiği kadına kavuştuğunda huzur bulacağına inanıyor. Ben başından beri Cihan’ın merhametine, her şeye rağmen ailesine olan sevgisine, Aslan’a olan şefkatine çok saygı duydum. Cihan benim için bambaşka biriydi açıkçası; o kötü görünen çok iyi bir adam, ruhu ikiye bölünmüş, bir yanı intikam isterken diğer yani kardeşlerine zarar gelmesin diye kötü olmayı, kötü bilinmeyi kabul etmiş biri o. Yaşadığı sevgisizlik öyle ağır ki herhangi birinin ona gülümsemesi bile onun için çok değerli. Bana göre Cihan bu hikayenin en masumlarından biri umarım sonunda çok çok mutlu olur. Tabi Soykan laneti izin verirse.

İstedikleri tek şey basit bir yaşam olan Aslan ve Devin şimdi yepyeni bir kâbusun tam ortasındalar. Devin vuruldu, belki de bebeklerini sonsuza dek kaybedecekler. Eğer böyle bir şey olursa bu saatten sonra kimse Aslan’ı zapt edemez. Neler olacağını aşırı merak ediyorum doğrusu.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

3 2 1… Başlıyoruz! (Arak, 1.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

İnsanlık var olduğu andan itibaren sürekli bir şeyler ile savaş hâlinde. Bunun sebebi DNA da mı saklı yoksa yaşadıkça deneyim ederek mi aktardık nesilden nesle bilmiyorum. Bu savaşımız bir hayvana bir insana ya da bir yaratıcıya karşı oldu bazen. Bazen haksızdık bazen haklı bazen haddimizi bilemedik belki de. Her türlü savaşın sonunda zararı en çok kendimiz görüyorduk halbuki. Bahsettiğim bu savaşlar sadece 2 farklı kişi ile olmaz bazen insan en büyük savaşını kendine karşı verir. Bana kalırsa da savaşların en ağır ve en büyüğü de bu savaş. Kendiniz dışında bir şeyle savaşmak her zaman daha kolaydır ama benliğimizle savaşmak en zor olanıdır. Çünkü bir başkasını kandırmak çok kolaydır ne kadar zor bir insan olsa da ama kendi benliğimiz öyle değil. Çünkü içimizde, benliğimizin en derinlerinde asıl gerçeği her zaman biliriz. Bu gerçeği bile bile de kendimizi kandırmak çok zor olur. Bu konuda da oldukça iyi olan kişiler var, bu da bir yetenektir belki kim bilir?

İnsanın en büyük savaşı kendi benliğindeki duygularıyla olur. Geçmişinden bugününe getirdiği duygularla özellikle. Geçmişin yükü ağırdır hem de çok. Ve geçmişi sürekli bugününde yaşayarak hayatına devam etmek savaşların en sert olanı. Geçmişten bugüne ya acılar gelir ya da mutluluklar. Ama mutluluklar o kadar ön planda olmaz. Acılar her zaman bir tık daha göz önündedir. Çünkü hiçbir insanın gücü yarım kalmışlıkla mücadele etmeye yetmez. Yaşanamayanlar ya da yaşanamamışlarla. Bu yarım kalmışlığın sebebinin ne olduğuna da bağlı tabii. Ayrılık mı? İhanet mi? Yoksa ölüm mü? Yarım kalmışlığın aşılması en zoru ölüm bence özellikle ani ve beklenmeyen ölüm. Ölüm hiçbir zaman insanlığın baş edebileceği bir kavram olmadı. Çünkü karşısında çözüm üretemediği çaresiz kaldığı tek şey ölüm oldu. Hiçbir insanın ölümü yakını için beklenilen bir şey olmaz. Hasta değilse eğer ki hasta olan bir yakınımızı kaybetmek bile kendimizi asla hazırlayamacağımız bir şey. Ama sevdiğini kaybetmenin en ağır şekli belki de onun öldürülmesi ve birden hayatınızdan bir kelebek misali çıkıp gitmesinde gizlidir. Ama bir cinayetin iki tarafı vardır her zaman. Bir maktul bir de fail. Failin yakınlarının açısından bakarsanız onlar da mağdurdur kader mahkûmu, maktulün yakınları için ise o bu ölümü hiç hakketmemiştir. Terazinin iki kefesi onlar için her zaman eşittir kendilerince. Ama gerçek öyle olmaz. Sadece bir haklı vardır ve onu da görmek her zaman o kadar kolay değildir. Bazen suçlu kendini öyle bir gizler ki suçsuz olan suçsuzluğunu asla ispat edemez. Ya da en azından kendisi öyle sanar. Unuttuğu bir şey vardır ama hiç kimsenin ahı hiç kimsede sonsuza kadar kalmaz.

İşte Kara’nın çocukluğundan beri omuzlarında taşıdığı bu yarım kalmışlığın, haksızlığın yükü onu hayata karşı savaşçı bir hale getirmiş. Çünkü onun için babası suçsuz, babasının hakkı yendi onlar da yarım kalmaya mahkûm edildi. Kara’nın içindeki öfkeyi de intikam hırsını da çok iyi anlıyorum. Hayatta sahip oldukları tek şeyleri babaları ve bir gece ansızın onlardan koparılıyor. Bir çocuk için babasının kim olduğunun önemi yoktur çünkü. Bir mühendis de olsa bir hırsız da olsa babadır onlar için. Kara ve ailesi şu an baktığımız pencereden çok da masum gibi durmuyorlar. Geçimlerini hırsızlıkla sağlayan ve en sonunda girdikleri evde babaları cinayet işleyen bir aile. Bizler için bakıldığında hırsızlık yaptıkları için her türlü onlar suçlu çünkü yaptıkları şey kötü bir olay. Ama onlara sorarsanız da keyiflerinden hırsızlık yapmıyorlar hayat onları buna mecbur kılıyor. Babalarına sorsanız o da düzgün bir işte çalışıp çocuklarına iyi bir hayat sağlayabilmek istediğini ama hayatın onu bu yola savurduğunu söyler büyük ihtimalle. Hâl böyle olunca da sadece tanık oluyoruz olan bitene. Tıpkı Kara’nın babasının ellerinin arasından kayıp gitmesi gibi. O gece babalarının sözünü dinleyip o evden gitselerdi babalarının gidişini izlemeyeceklerdi. Belki de o gece babasının elinde o gece o bıçağı görmese böyle bir insana dönüşmeyecekti. Babasının gidişiyle tüm yükü kendi sırtlarına almış en başta da kardeşlerine sahip çıkma sorumluluğunu. Ki kendi de bir çocuk o zamanlar ve şahit olduğu olay hiç de kolay bir adam değil. İlk bölümde gördüğümüz kadarıyla babaları suçlu görünüyor. Cinayeti işleyenin o olduğu ama bence o gece o evde olan hiçbir şey o kadar da basit değil. O gece o evdeki sürprizin Zeynep’in annesinin olması ve onun ölümü değildi sadece. Çocukların o evde olması da bir sürprizdi. Ve onların o gün orada olması tüm hikâyeyi etkileyecek. Kara içinde babasızlığı, haksızlığı, sorumlulukları kendiyle büyüterek bugüne kadar gelmiş. Kara o gece hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmadığının farkında ama bunu kanıtlayamamış. Kanıtlamaya kararlı ama ve bu uğurda ne yapması gerekirse yapmaya da hazır. Çünkü o gece ne olduysan ailesinden geleceklerini çaldı.

Tüm bu yaşadıklarına, hayat mücadelesine ve yalnızlığına rağmen iyi bir insan olmaktan da vazgeçmemiş bir adam. Çocukları uyuşturucudan kurtarmak için uğraşan, tedavi masraflarını karşılayan ve onları zehirleyenleri polise verecek kadar da mücadeleci. Kara’nın tüm planları oldukça zekice planlanmış durumda. En başta bir gerdanlık hırsızlığı olarak gördüğümüz olay aslında bir uyuşturucu tacirini yakalatmak için kurulmuş. Bir taşta iki kuş vurmak deyiminin vücut bulmuş hâli. Hırsızlık yapıyor ama eline geçen parayla yoksullara yemek dağıtıyor, ihtiyacı olanların yanında oluyor. Kara’nın çelişkisi hayatının her alanına yerleşmiş durumda. Bu kadar çelişkiyi içinde barındırırken aklıma Kara’nın o cümlesi geliyor istemsizce “Cebinizden paranızı çalan mı hırsız yoksa yıllarınızı çalanlar mı?” Kara adeta çetin bir ceviz dışarıdan çok sert bir kabuğu var duygularını gizlemeyi çok güzel öğrenmiş. Kimsenin yanında asıl duygusunu belli etmiyor. Babaannesi gözlerinin önünde intihar ettiğinde bile duvar gibi bir suratla kardeşlerinin yanına gitti. İşte hikâyenin ikinci düğümü de burada çıktı karşımıza. Bu kardeşlere ne oldu?

Kara ve kardeşlerinin birbirilerine geçmişte ne kadar bağlı ve sevgi dolu olduklarını gördük. Hırsızlık yapmaya giderken bile yan yana beraber çalışıyorlardı. Birbirleriyle dayanışma içinde çalışıyor, birbirlerini sevdikleri de her hallerinden belli oluyordu. Ama bir gece ansızın hayatları tepeden tırnağa değişti. Bir babaanneleri bir kendileri kaldı bu hayatta tutunabilecekleri. Geçmişlerinde bu denli sevgiyi gördüğümüz kardeşler nasıl bambaşka hayatlara savruldular, neden birbirlerine karşı böyle öfkeliler? Ne oldu da en küçükleri hapishaneye girdi? Ağabeyini görünce neden “Yıllar sonra ağabeylik mi taslamaya geldin” dedi, Yosun neden ailesini geride bıraktı? Ne yaşandı da yeni bir kimlikle yepyeni bir hayat kurarken kardeşlerini arkasında bırakıp yoksulluğa teslim etti? Her şeyi birlikte yapan bu üç kardeş neler yaşandı da birbirine bu kadar uzak oldu? Kardeşler arasında ne olduysa o geceden sonra olmuş çünkü gördüğümüz anılarında olaydan sonra babaannelerinin yanında gayet iyi ve mutlular. Üç kardeşi üç yabancıya çeviren ne oldu? Her ne olduysa onları bu zamana kadar birbirinden koparmayı başarmış ancak yaşadıkları bu ortak acı onları tekrar bir araya getirir mi? Zor ama zaman neler getirir bilemeyiz.

Her insanın kendi içinde bir savaşı bir yarası var. Kara ve ailesi hayatın onu savurdukları yolda hayatta kalmak için çabalarken babalarıyla sınandılar. Onlar o gece babalarını kaybederken Zeynep de annesini kaybetti. O gece hem Kara’nın hem Zeynep’in hayatının en büyük sınavı başladı. Biri babasızlık biri annesizlikle kalakaldı. Tek fark birininki hayattayken yok olmuştu diğerinin ise toprağa karışmıştı. O gün ikisi de karanlıkta yapayalnız kalmıştı. Uzaktan bakıldığı zaman Kara’nın aksine kusursuz bir hayata sahip Zeynep. Üstüne titreyen bir baba, her türlü imkana sahip bir kadın. Ama işte her şey her zaman uzaktan bakıldığı gibi olmuyor. Deniz kabuğunun güzel görünüşünün ardından içinden her zaman denizin o güzel sesi gelmiyor. Zeynep o güzel perdelerle sarılı hayatın içinde yapayalnız. Âşık olmadığı bir adamla beraber ve ihanetine uğruyor. Annesinden sonra ona kalan tek aile olan kardeşi ve babası ise adeta birbirine düşmanlar. Annelerinin ölüm yıldönümünde bir aile olmayı başaramıyorlar. Kardeşi babasının sevgisizliğinden öyle hırçın ve öfkeli ki ablasını bile görmüyor. Haksız da değil kendi açısından. Zeynep ise babasını kırmaktan çok korkuyor çünkü annesinden sonra sığınabildiği tek kişi babası olmuş. Aradan geçen onca yılda Zeynep kendi içinde bir vicdan azabı ile yaşamış. Annesini kurtarmak için geç kaldığını kanıksatmış kendine ve bu yüzden geç kalmaktan korkuyor her şeye. Kontrolünü kaybetmekten, içinden geldiği gibi davranmaktan da çekiniyor çünkü bu babasını üzebilir. Zeynep bana göre hayatını hiçbir zaman içinden geldiği gibi özgürce yaşamamış ama merhametini de kaybetmemiş. Adalet duygusu ve merhameti hâlâ içinde. Onun için kuralların dışına çıkmaz zor ama Kara ile bu duvarlarını yıkmaya başlayabilir. Bir insana güvenmesinin yıllar sürdüğünü söyleyen Zeynep bu durumu belki de ilk defa yıkacak. Asıl soru bundan pişman mı olacak yoksa “iyi ki” mi diyecek? Onu derin bir hüzne iten o gecenin gerçekleri ortaya çıktığında ayakta durmasını ne sağlayacak merak ediyorum.

Görülen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, korkaklar ve cesurlar hayat her zaman zıtlıklar üzerine bir senaryo yazar. Bu hikâyede ise ikili yaşama biçimiyle Rauf sahnede boy gösteriyor. Dışarıdan bakıldığında işinde başarılı bir öğretim görevlisi olan Rauf arkasında çok büyük sırlar saklıyor bundan eminim. Karısını kaybettiği günkü hâli çok sakin ve oğlu da orada olmasına rağmen sadece Zeynep’i sakinleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Oğluna karşı şu an ki tavrı da soru işareti çünkü kızı için bu kadar sevgi dolu bir adam oğluna neden böyle? O gece neden anne ve oğul evdeyken baba ve kız dışarıdaydı? Bir üniversite hocası olmasına rağmen çevresindekiler neden ondan bu kadar korkuyor? Bu gücün kaynağı nereden geliyor? Rauf’un masum bir adam olduğunu düşünmüyorum. Sadece nerede nasıl davranması gerektiğini çok iyi biliyor. Zeynep’in gördüğü Rauf ile kardeşinin gördüğü Rauf bambaşka. Yanında çalışanların gördüğü mafya babası görünümlü Rauf ve öğrencilerinin hayran olduğu başarılı hoca bambaşka. Adeta içinde birden çok kimlik barındırıyor. Kara’nın babaannesinin de söylediği gibi tüm soruların cevabı büyük ihtimalle de Rauf da gizli. Rauf’u çözdükçe geçmişi de çözmeye başlayacağız gibi. Gerçek anlamda kimsin sen bakalım Rauf Bey.

Ailelerinin yaptıklarının bedelini ödeyen iki can Kara ve Zeynep. Kara geçmişin bilinmezlikleriyle kendine bir intikam miras almış, Zeynep geçmişin acısıyla bir kabuk örmüş kendine. Kara’nın tüm otoriter yanlarına karşın içindeki adalet ve merhamet duygusu onun masum çocuk kalbini korumuş. Yakınında ve uzağında olması fark etmeksizin kardeşleri ile ilgili bilgilere sahip. Onların yanında bile asıl duygularını gizleyip ancak kendiyle baş başa kaldığında yaşıyor. Acısını da öfkesini de ama bu hayattaki son dayanağı olan sultanını kaybetmekle baş etmeye çalışıyor şu an. Duygularını kontrol etmeyi öğrenmiş olsa da öfkesini her zaman kontrol edemiyor. Zeynep ise annesinin ardından kardeşine ve babasına sarılmaya çalışmış elinden geldiğince. O kardeşinin yanındayken kardeşi yanında olamamış, sevmediği ve ortak bir noktaları olmayan bir adamla yıllarını geçirmiş. Yani ona ne yazıldıysa onu oynamış. Ama değişim rüzgârı esmeye başladı. Zeynep için tesadüf olan ama Kara tarafından her detayı planlanan bu karşılaşma birçok şeyi değiştirecek. Aileden ve geçmişlerinden yaralı olan bu iki ruh birbirine iyi gelecek mi zamanla göreceğiz. Kara için şu an Zeynep, Rauf’a ulaşmak için bir anahtar. Ama Kara çok iyi biliyor ki Zeynep masum ama o da masum bir çocuktu. Durum böyleyken bu ikili arasında nasıl bir dinamik olacak aşırı merak ediyorum. Çünkü Kara, Zeynep’in bu kadar tanık olduğu her şeyin tam zıttı bir adam. Bu yüzden ona çekilme ihtimali çok yüksek. Kara’da Zeynep’in masumluğuna çekilecek çünkü o da kendisinde masumluğu kaybettiğini düşünüyor. İki benzer yaralı can ve zıt iki ruh birbirleriyle farkında olmadan dolanmaya başladı bile. Bu işin sonunda canları yanar mı bilemem ama hayat onlar için kolay olmayacak gibi.

Arak’ın ilk bölümü oldukça heyecanlıydı benim için. Büyük bir heyecanla izledim. Yeni bölümü büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. Yolları açık reytingleri bol olsun.
O zaman herkes hazırsa BAŞLIYORUZ…

Arak ekibi çok iyi bir ilk bölüm kotarmış. Sahneler, geçişler, akış harika ilerledi. Her an ne olacak diye beklerken arada nefes almayı unutmuşum. Hikâye şahane, cast da bir o kadar iyiydi ama ben özellikle İlker Kaleli’yi izlemeyi çok özlemişim. Aktı gitti ekranda yine. Bambaşka bir Kara yaratmış. Karakterin keskin ve nahif yönlerini abartısız bir şekilde seyirciye aktarırken karşımızdaki artık aktör değil karakterdi. Öykü Karayel’in Zeynep’ine ayrı hayran kaldım. Karakterin derinliğini Zeynep’in ışıltısı içinde nakış gibi işlemiş.

 

GİRDAP (Aile, 25.bölüm)

Yazar :Simay DEMİR

Hiç kimse anne karnında iyi ya da kötü, suçlu ya da masum doğmaz. Yaşadıklarımız, doğduğumuz çevre, ailemiz ve hatta arkadaşlarımız belirler çoğu zaman kim olacağımıza, nasıl biri olacağımıza. Karakterimizi kendimiz çizeriz, şekillendirir ve harmanlarız amenna ama o karakterin şekillenmesi de yaşadığımız olaylara bağlıdır diye düşünüyorum. Tabi ki de istisnalar kaideyi bozmaz ama genelde ne yaşadıysak yahut ne yaşamadıysak ya öyle hareket ederiz ya da tam tersine göre yol çizeriz. Aslan, Devin, Cihan, Serap hepsi ailesinden yaralı, geçmişinden kırgın yetişkinler. Ailelerinin ve çevresindeki insanların onlara yaşattığı travmalar hayatlarını ellerinden alacak noktaya getirmiş onları. Şimdi tek tek ceremesini yaşıyorlar maalesef ki ve bunun en gözle görülür örneği bana göre Cihan ve Serap.

Aile evreninde hayatın en acımasız davrandığı kişilerden biri Cihan bana göre. Hayatı babası bildiği Yusuf Soykan’ın kafasına sıktığı bir kurşunla darmadağın oldu. Hem babasını hem ailesini kaybetmiş oldu. Yıllarca vicdan azabı çekti ölmek istedi ya, her gün her saniye ölmek istedi bu adam bu yüzden var mı ötesi? Sonra ailesi bildikleri aslında ailesinin katilleri olduğunu öğrendi, bebeğini kaybetti ve belki de ilk defa sayesinde yaşamak istediği kadın kollarında can verecek. Var mıdır bundan daha ağırı? Üstelik yine ve yeniden ailesi olan ama aslında ona sadece acı veren, her mutluluğunu darmadağın eden Soykanlar yüzünden.

Yusuf, İbrahim ve Hülya Soykan kötü kelimesinin onları tanımlamak için az kaldığını düşünüyorum artık. Onlar birer şeytan ve yaptıklarının cezasını çeken yine onların masum evlatları. Onlar sadece evlatlarının değil etrafındaki herkesin canını yakan birer cehennem zebanisi benim gözümde, ateşleri bol olsun. Ama belki de en büyük zararı Cihan’a verdi onlar.

Cihan’ın bu hayattan istediği tek şey koşulsuz sevip sevileceği bir ailesinin olmasıydı. Serap’la o da tabiri caizse daha iyi bir insan oluyordu bana göre. İçindeki o karamsarlık, ölme isteği yok olup gidiyordu adeta, belki de Cihan ilk kez kendini bir yere ait hissediyordu. Serap’ın bir girdapta olup çıkmadığının da farkındaydı ama belki de elini uzatıp onu kurtarmak için çok geç kalmıştı. Çünkü Serap’a ondan önce iğrenç eller çoktan uzanmıştı ve Serap bunu anlatabilecek güçte değildi maalesef ki.

Ben zaten haftalardır Serap’ın başına gelenleri biliyor olsam da bunları onun ağzından bire bir dinlemek, yaşadığı, çaresizliğe, yalnızlığa tanık olmak benim için bambaşka oldu. Bunun gerçek hayatta milyonlarca kadının başında geldiğini bilmek çok daha fazla acıttı canımı. Acılarını gözyaşlarıyla ruhundan söküp atmak istese de yapamayan yaralı bir kız çocuğu vardı sanki o anlarda Devin’in karşısında. Serap’ın anlattıklarını dünyada ve ülkemizde yasayan o kadar çok kadın var ki maalesef. Sırf sindirildikleri, korktukları onlara inanılmayacağını düşündükleri için susuyorlar. Ruhlarındaki yaralar bedenlerine ağır gelmeye başlayınca da çareyi ölmekte buluyor ya da bir cesaret dile getirdiklerindeyse öldürülüyorlar maalesef. Belki onu gören, seven, korkmadığı bir babası olsaydı Serap bugün bambaşka bir ruh halinde olabilirdi ve bana kalırsa bu durum çoğu kişi için de geçerli. “Babam beni dinlemedi yine, görmedi yine, duymadı, yine.” Bu yüzden sevgi gösterilen, başı okşanan, kendisine güvenildiğini hissettiği bir ortamda yetişen bireyler ancak sesini çıkarabiliyor bu olaylar karşısında. Fakat korkuyla büyümüş, sevgi görmemiş bireylerin bunu ailelerine anlatıp yardım istemesi imkansız gibi bir şey ve ben aynı şeyi Serap’ın gözlerinde de gördüm.Devin’in sorduğu bir soruyla bile darmadağın oldu Serap “Nasılsın” Serap kendini o kadar yalnız, o kadar çaresiz ve görünmez hissediyor ki günlük hayatta öylece sorduğumuz bir soru bile onun için çok kıymetli. Birinin onu gerçekten koşulsuz, sadece merak ettiği için sorması bu kadar önemli onun için. Çünkü içinde öyle derin bir yara var ki ne görmezden gelebiliyor, ne de Yok edebiliyor. Kimsesizliği, sevgisizliği hissettikçe de daha da hırçınlaşıp nedensizce etrafına saldırıp sonrasında içine kapanıyor. Çünkü Serap öğrenilmiş çaresizliğin tam ortasında, o istemeden bedenine uzanan eller, sonrasında boğazına yapışmış gibi hissetmesine sebep oluyor. Duyulmayacağını, görülmeyeceğini, kendisine inanılmayacağını düşündüğü için de hapsetmiş içinde yaşadığı fırtınaları. Aslında kadının bir gerçeğini öyle güzel vurdu ki yüzümüze Serap ekranın içine girip ona sımsıkı sarılmak istedim. Daha belki de reşit bile olmayan, küçücük bir kız çocuğunun iğrenç bir mahlukat tarafından istismara uğraması yetmiyormuş gibi maalesef ki bir de yalancı konumunda düşürülüyor bu durumlarda. Savunmasız olduğunu düşündüğü, olanlarda hiç bir suçu olmamasına rağmen suçlu hissedip utandığı için yıllarca bu yarayla yaşamak zorunda kalıyorlar, kalıyoruz. Çocuk istismarı, tacız, tecavüz maalesef ki ülkemizin en acımasız gerçeklerinden biri ve mağdur kişi o kadar çok baskıya, soruya, ithama, iftiraya maruz kalıyor ki susmak onun için konuşup anlatmaktan çok daha iyi bir seçenek oluyor.

Serap cesaretini toplayıp konuşmaya karar verdiğindeyse sanki onun yaşadıklarını anlayabiliyormuş gibi “Niye sustun, neden bu zamana kadar sakladın, şimdi söylemende ki amacın ne” gibi yüzlerce soruyla sanki suçlu olan, bu iğrençliği yapan oymuş gibi üstüne gidiliyor. Hayatı didik didik edilip açığı aranıyor, yüzü gülse, sevinse bile bunlar ona çok görülüyor. İşte tüm bunlar bir kadının kendini anlatamamasına ona yapılanları dile getirememesine sebep oluyor.

Serap ne yazık ki Yusuf tarafından istimrara uğrayan, İbrahim tarafından susturulan ve Hülya tarafından “Yalancı” ilan edilip ruhu öldürülen bir kadın. Üçünden de deli gibi tiksinsem de Hülya ya hissettiğim şey tiksintiden bile öte bir şey. Leyla’nın da dediği gibi “ Kötü her zaman kötüdür” normalde kimse için böyle bir temennide bulunmam ama İbrahim’in sonunu yaşaması dileğiyle. Ben bunca zaman tüm yaptıklarına rağmen onu anlamaya, yargılamamaya çalıştım. İyileşip ailesiyle mutlu olsun istemiştim ama artık onunla ilgili tek isteğim yaptıklarının cezasını tek tek ödemesi, asla bir daha mutlu olamaması, oğluna ve sevdiği herkese hasret ölmesi. Tabi gerçekten sevdiği kimse varsa.

Hülya Soykan ne yazık ki bir tek başkalarına değil en yakınlarına bile zarar veren biri ve en başta onun yaptıklarını sürekli bir şekilde affeden oğlu geliyor bana göre. Hal böyle olunca benim da aklıma hep şu soru geliyor ; neden? Neden Aslan Hülya’ya karşı bu kadar hoşgörülü, neden yaptıklarına sürekli bir kılıf bulup affediyor, neden yaptığı kötülüklere sadece iki dakika bağırıp sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor? Tüm bunların sebebine çünkü annesi diyebilirsiniz ama fark etmişsinizdir aynı şeyleri Devin de yapmaya başladı. Ve bu benim hiç hoşuma gitmiyor açıkçası. Herkes ikinci bir şansı hakkeder belki amenna ama sizce de Hülya ikinci şansını çoktan yok etmedi mi, yahut Hülya gerçekten ikinci şansı isteyecek kadar pişman mı? Ben hiç zannetmiyorum. Bu yüzden Devin’e de Aslan’a da kızgınım.

Aslan’a kızgınım ama onu anlıyorum da… Aslan da Devin, Cihan ve Serap gibi geçmiş yüklerinin altında ezilmiş biri. Üstelik Neslihan hanımın da dediği gibi hiçbir suçu olmamasına rağmen bunlar onu ezip geçiyor. Bir tek o değil sevdiği kadın ve etrafındaki insanlar da o enkazın altında şu an. Aslan ailesinin geçmişiyle o kadar yıpranmış ki iyi ya da kötü bununla ilgili hiçbir şey öğrenmek istemiyor. Çünkü öğrendiği her şey onun insanlığından bir parça alıp götürüyor. Geçmişin yükleri sırtına birer kambur olurken o değil yürümek bu yüzden nefes bile alamayacak halde. Tutunduğu tek şeyse sevdiği kadınla yepyeni sadece onların olduğu bir hayatın hayali. Bu onun için hayat ağacı adeta.

Aslan’ın daha önceki tek amacı ailesini illegal işlerden kurtarıp temiz bir sayfa açmaktı. Şimdiyse istediği tek şey Devin’le küçük mutlu bir yuva kurmak. Aslında Aslan ve Devin’e baktığımda hem hayata bakışı çok farklı iki insan, hem de duygu ve düşünce yapısı çok benzer iki insan görüyorum. Ve bu bana kalırsa onları daha çok birbirine bağlıyor. Terapi zamanı mesela Aslan tüm içtenliğiyle sorulara cevap verip içini sunmaya hazırken Devin çok daha temkinli konuşuyor bana göre. Aslan duygularından ya da düşüncelerinden korkmuyor ama Devin kendi bile kabul etmediği ama içinde bir yerlerde var olduğunu bildiği şeyleri söylerken bile düşünerek yapıyor bunu. Çünkü Devin kendini bu şekilde korumaya almış biri. Aslan’sa dışa dönüklüğünü burada da gösteriyor diye düşünüyorum. Ama söz konusu aileleri olunca ikisi de korumacı, fedakar bu da onları çok kuvvetli bir payda da birleştiriyor. Fakat ben aile konusunda Aslan’ın Devin’den daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Aslan her ne olursa olsun anne babası ve kardeşleriyle büyüdü. Babasının sevdiği, annesinin taptığı biri konumundaydı. Hem Cihan hem de Leyla onu hala da çok seviyor fakat Devin küçücük yaşında annesine dahi annelik yapmak zorunda kalmış, babası tarafından sevilmemiş, anne ilgisi görmemiş bir yetişkin. Bu yüzden Devin yaşadıklarından çok yaşayabilecek olduğu halde yaşayamadıklarına yanıyor. O yaşayamadıklarının ağırlığıyla kıvranıyor ve ikisi de biliyor bu girdaptan kurtulmanın tek yolu birbirine tutunup yepyeni bir hayat kurmak. Hayallerini gerçekleştirmeleri dileğiyle.

O zaman yazıma Serap’ın gerçekten canımı yakan sözüyle son vermek istiyorum. “Ben nefes alıyorum diye siz yaşıyorum mu zannediyorsunuz?”

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gurur Benim Neyime? (Safir, 13.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Hayatımın hiçbir döneminde başkaları odaklı yaşayan bir insan olmadım. Hiçbir zaman başkaları benim hakkımda ne düşünür endişesini içimde barındırmadım. Bana yorum yapma hakkını ve haddini de onlara vermedim. Çünkü bu hayat benimdi ve bir kere yaşayacağım. Ne başkaları ne ailem ne düşünür korkusu ile adım atmadım. Ama adımlarımı atarken düşündüğüm bir şey her zaman oldu. O da bundan yıllar sonraki ben bugünüme baktığımda ne der? Ne hisseder? Çünkü bu hayatta sadece kendime karşı sorumluluğum var. Hata da yapsam doğru da yapsam ilgilendiren tek kişi benim. Hesap vereceksem de kendime vereceğim. Mesela şu an ki ben geçmişteki bana bazı yönlerden öyle kızgın ki size anlatamam. Geçmişteki ben de bugünkü bana şaşkın şaşkın bakıyor. Şimdi ne demek istiyorsun, bize ne bunlardan diyebilirsiniz o yüzden sonuca geliyorum. Bu hayatta sorumlu olduğunuz ve ne düşündüğünü umursayacağınız tek kişi kendiniz olun. O bu şu değil gelecekte aynaya baktığınızda rahatça yüzünüze bakabilecek misiniz bir düşünün. Çünkü yanınızda kim varsa gelip geçici ama kendiniz son nefesinize kadar sizinlesiniz. İşte kendi içinizde kendinizi yargıladığınız zaman dimdik durmayı başaracaksınız. Canınız yanmayacak, hiçbir yeriniz kanamayacak diyemem ama bunların hepsi birer madalya olacak. O yüzden sık sık kendinizi sorgulayın ve yargılayın. O sonuçlar doğrultusunda nasıl büyüdüğünüzü göreceksiniz.

Feraye mesela asla ama asla kendini sorgulamıyor, yargılamıyor. Ve adım kadar eminim ki geçmişteki Feraye şu an ki Feraye’yi görse bir araba laf eder hayal kırıklığına uğrardı. Ki bu geçmişteki Feraye’den kastım ilk üç bölüm Feraye’si. İlk başlardaki Feraye’nin şartlar ne olursa olsun sınırları ve duruşu vardı. Bir kere kıymet biliyordu. Kimin ne yaptığını nasıl çabaladığını görüyordu. Bir vicdanı ve en önemlisi bir gururu vardı. Bakın kimse Feraye’ye aşkına sırtını dönsün, arkasında bıraksın demiyor, diyemez. Çünkü aşk ki gerçek aşksa çok zor bulunan bir şey. Bulundu mu kaybetmemek için elinizden ne geliyorsa yapılacak bir şey. Ama aşkınız için savaşırken kendi benliğinizden ödün vermeyi kabullenemem. Bu kim olursa olsun geçerli. Bir kadın bir erkek fark etmez. Eğer birini seviyorsanız onu değiştirmeden ve değişmeden sevmeniz lazım. Aşk fedakârlık gerektirir diyebilirsiniz ki doğrudur. Ama şunu da unutmayın ki azı karar çoğu zarardır. Feraye aşkı uğruna benliğini kendi elleriyle yok etti. Yaman’ın gerçeklerini öğrendikten sonra yaşadığı pişmanlık hissi adeta gözlerini kör etti. Her zaman söyledim söylemekten de vazgeçmeyeceğim Feraye’nin bugüne kadar her şeyi düzeltmek için tonlarca şansı oldu. Ama o hiçbirini değerlendiremedi. Hem Yaman’ı hem Ateş’i yaktı. Bu mu sevmek ya? Hadi Ateş’e değer vermiyorsun senin için gram önemi yok. Peki Yaman? Yaman’a olan sevgisi? Her seferinde yanlış yollara adım atarak Yaman’ı da paramparça etti. Yaman yanlış bir yola saptıysa Feraye o yolda tam gaz ilerledi. Her şeyi öğrendikten sonra bile Ateş’e söylese 24 saat nikahı feshetme hakkı vardı. Ama yok biz bu tür çözümlerle ilerlemektense sadece ağlamak ve susmakla ilgileniyoruz. Şu durumda karşımda gördüğüm sadece acınası bir kadın. Bir kadın kendini ancak bu kadar aciz ve kötü bir duruma düşürebilirdi. Şu an da bile yapacağı şey belliydi. Yaman’a gerçekleri anlatmak ve ikisi de BOŞANANA kadar biraz daha sabretmelerini istemek. Kendisini düşürdüğü konum umurunda olmasın tamam kendi hayatı dersin, Aleyna’yı önemsemiyor dersin eyvallah ama kendi hayatını ve bebeğinin hayatını kurtaran adama bari yapmasaydı. Kim ne derse desin Feraye şu an bir metres ve metres olan bir kadına da hak vermem. Sebebi ne olursa olsun.

Feraye’nin ilk kurbanı olan Yaman şüphesiz. Yaman’a çok kızdım evet hâlâ kızıyorum ama bazı gerçekleri de görmezden gelemem. Kimse kusura bakmasın. Bir insanın size olan davranışlarına sizin tavrınız şekil verir. Yaman intihar girişiminde bulunduğundan beri elinden geldiği kadar uzak durmaya çabalıyor. Bu sefer Feraye çocuğu rahat bırakmıyor. Yaman zaten artık battı balık yan gider modunda yaşıyor. Bir şeyleri yoluna koymak için uğraşıyor, bazı şeyleri sindirmeye çabalıyor. Feraye ise her hareketinde iyice aşağı çekiyor Yaman’ı ve bunlar sevdiği için mi? Yaman şu an Ateş ile dans ettiklerinin farkında. Bir şeylerden şüphelenmeye başladı. Ve ağabeyinin kindar bir kişi olduğunu biliyor. Bir atasözü vardır ya yukarı tükürsem bıyık aşağı tükürsem sakal. Hah Yaman tam olarak o durumda. Manevra yapacak bir alanı kalmadı. Yapacak tek şey her şeyi ortaya dökmek. Belki bunu da yapabilirdi. Ama ortada bir bebek var. Bir bebek ve babasını ayırmaya kıyamadığından değil ama bence susuyor oluşu. Feraye’nin ağabeyi ile bu kadar kısa süre içerisinde bir aile kurması. Her şeye rağmen onunla evlenip, çocuk yapması. Yaman’ın bir yarısı bununla boğuşuyor. Bir diğer yarısı da “Uyurken dayanamadım öptüm diyen” bir Feraye gerçeğiyle. Valla Yaman bu dengesiz hareketler karşısında delirse haklı. Bazen düşünüyorum acaba Yaman, Feraye’ye âşık olmasa nasıl bir hayatı olurdu? Bora sorunu hiç olmazdı mesela? Ailesiyle özellikle ağabeyi ile bu kadar ciddi sorunları olmazdı. İşte asıl soru şu aşk bu kadar soruna göğüs germeye değer mi? Âşık olayım ama dibine kadar mutsuz olayım mottosu mu? Bunun cevabını bulduğunda insanlık büyük bir gelişme kaydedecek.

Feraye ve Yaman artık son noktaya geldiler. Yolun sonu ve önleri uçurum. Bilmesi gereken herkes her şeyi öğrendi. İnsanların içlerine kurt düştü. Ve bazı adımları atmak için öyle geç kaldılar ki bu saatten sonra şeffaf olmaları çok da işe yaramayacak. Çünkü insanların onlara olan güvenleri bir kere kırıldı artık. Bundan sonra söyledikleri her şeye şüpheyle yaklaşılacak. Biz beraber olalım gerisi umurumuzda değil diye düşünebilirler. Belki bu bir süre doğru da olabilir. Ama unuttukları bir şey var ki kendileri de birbirine tam güvenmiyor ki. Bundan sonraki hayatlarında Feraye yine bir zorlukta Yaman’ın onu korumak için yalan söylemeyeceğine ne kadar inanabilir? Yaman ise Feraye’nin her zor durumda onu korumak için kaçmaya çalışmayacağından emin olabilir mi? Bu pek ihtimal dahilinde değil. Güven bir kere kırıldı mı geri yerine gelmesi çok zor oluyor. Normal zamanda dikkat etmeyeceğiniz, önemsemeyeceğiniz şeyler bile çok çok önemli hale geliyor. Belki birbirlerine yansıtmadan aynı yolda ilerleyebilirler ama bastırdıkça daha büyük şekilde ortaya çıkar. Bir araya gelmeden önce her şeyi konuşmalı ve birbirlerinde açtıkları yaraları sarmaları gerekir. O yaralar iyileştikten sonra ancak sağlam bir şekilde ilerleyebilirler. Artık bir evlatları olduğunu ikisi de biliyor. Adımlarını buna göre atmak zorundalar. Yaman öğrendiği bilgiyle parçaları bir araya getirip bu evliliğin başından beri bir oyun olduğunu anlar bana göre. Ve bu sebepten dolayı aralarında gerilim olan ağabeyine ateşkes imzalar mı? Bilemem. Artık ne Yaman ne Feraye birbirlerinden uzak duramazken onları bu yolda neler bekliyor merakla bekliyorum.

Okan’ın bu ailenin içinde çok bir ömrü olacağını düşünmüyorum açıkçası. Çocuk tam olarak delirdi ve kimsenin ruhu duymuyor. Okan daha çok genç ve çok ağır şeylerle mücadele ediyor. Çoğu zamanda tek başına bu yolda. Yanında biri var gibi görünse de savunmasız şekilde ortada duruyor. Kim nereye isterse oraya sürüklüyor onu. Artık o kadar yorgun ki mücadele bile etmiyor. Rüzgâr nereye savurursa götürüyor. Ölümü bir kurtuluş olarak gördüğüne de çok eminim. Okan hatalar yapsa da vicdanını kaybetmedi. Yaptığı hatalar, söylediği yalanlar canını yakıyor. Vicdanı da kalbide istemeden yaptığı her için onu hayatı zehrediyor. Ne olacaksa olsun ama yeter ki aileme zarar gelmesin modunda. Aile de aile olsa gam yemeyeceğim. Ne onları insan yerine koyan bir dede var ne de evlatlarının bir bakışından ne olduğunu anlayan bir anne. Gülfem çok iyi bir anne olabilir ama çocuklarıyla arasında açması gereken çok büyük bir buz dağı var. Okan artık namlunun ucunda sonunda ne olacak hiçbirimiz bilmiyoruz.

Okan bu ailenin en duygusalı. Bu yüzden Ateş’e yalan söylemeye başladığından beri ilk başlardaki gibi değil ağabeyi ile. Çünkü biliyor ki Ateş ona güveniyor, Ateş yalandan hiç hoşlanmaz. Söylediği yalanlar ortaya çıktığında ağabeyini kaybedeceğini de biliyordu. Ve korktuğu başına geldi. Ateş ile yüzleşti. Ve şu an namlunun ucunda dururken ağabeyinin onu affetmediğini düşünüyor. Bu yüzden ağabeyini son kez arayıp “Beni affettin mi?” diye sordu. Çünkü planının sonunda sağ çıkamayacağını düşünüyordu.

Okanson nefesini vermeden önce ağabeyinin onu affettiğini bilmek istedi. Okan, Yaman’a en başından Ateş ağabeyime anlat bilsin demişti ama Yaman onu dinlemedi. Ve Ateş’in “Hâlâ ağabeyini koruyorsun peki ben neyindim Okan’ım ben neyindim?” sözü bizler kadar onu da yaraladı. Ve tüm bunların üstüne Ateş onu dedesi ve Vural’ın bataklığına saplanmaktan kurtardı. Onu kandırdığını bilmesine rağmen ağabeyinin onu yine korumasına daha fazla dayanamadı ve her şeyi ağabeyine anlattı. Okan ve Ateş arasındaki bu durumun çok uzun süreceğini düşünmüyorum çünkü ne yaşanırsa yaşansın Ateş ailesine kıyamıyor.

İnsanın en büyük şansı ve en büyük şansızlığı doğduğu aile oluyor ne yazık ki. Çünkü içine doğduğunuz aileye göre şekil alıyorsunuz. Ateş bu şekli ister istemez almış. Dedesinin o sert yönleri bizzat onda da mevcut. Katı kuralları var, sınırları gayet net ve hata yapanın gözünün yaşına bakmıyor. Bu duruşu da çevresindekilerin ona bir şey danışmadan ya da yardım istemeden önce çekinmesine sebep oluyor. Ama ne olursa olsun kimse bu denli aptal yerine konmayı hakketmez. Bu çok ağır bir durum. Ben onun yerinde olsam bu kadar sakin kalmayı bırakın tüm Nevşehir’e rezil ederim. İnsan içine çıkacak yüz bırakmazdım. Ona söylenen yalanlara içine düşürüldüğü berbat duruma rağmen Ateş yine sakin kaldı. Son bir kez dahi olsa anlatmaları için şans verdi. Ama yine beklediği gibi olmadı. Ateş artık evdeki yabancı olduğuna çok emin. Yuva diye bildikleri yerin kötülük yuvası olduğuna da. Bir arada tutmak için uğraşılan bu aile dağılsa herkes kendi hayatına baksa herkes için daha iyi olur. Ömer Gülsoy bir ceviz ağacı gibi gölgesinde herhangi bir şeyin yetişmesi mümkün değil. Toprağı zehirlemiş çünkü. Ateş’e en sert yanını, Yaman ve Okan’a ise kendi başlarına bir hiç olduklarını kanıksatmış. Ateş artık tüm gerçeklerle karşılarında. Tıpkı dedesinin dediği gibi demir gibi. Ve hiçbir şeyden de korkmuyor. Herkesin korktuğu Vural ve Bora’nın evinde masalarını dağıtacak kadar gözü kara. Tek korkusu var sevdiği kadının ihanetine uğramak. Çünkü onun sonunu bir tek sevdiği kadın getirebilir.

Ateş’i sevip sevmemek görecelidir, saygı duyuyorum herkese. Ama Ateş’e yapılanların haksızlık olduğu apaçık ortada. Elinizi vicdanınıza koyun en başta da sen Feraye. Ki elini koyacak bir vicdanın olduğundan bile şüpheliyim. Feraye’nin Ateş’ e karşı olan her tavrı bencillik ve nankörlüktür. Onun hayatını kurtaran, bebeğini Cemile belasından kurtaran, defalarca yarı yolda ve zorda bırakıp gittiği ama ne olursa olsun hep yanında olan insana karşı. Birine saygı duymak için illa âşık olmanız gerekmez çünkü. Saygı insanı bir duygudur. Ateş iki kere seçenek sundu ikisinde de önce reddetti sonra kendi geldi evlenmeyi kabul etti. Verdiği sözler de cabası. Sözde Ateş’e daha fazla haksızlık yapmamak için boşanma kararı aldı Feraye. Ama haksızlık evlenmesi değildi ki sadece. Onunla EVLİYKEN kardeşini öpmesi haksızlık, onun iyiliğini kendince düşündüğünde yaptığı davranışlar haksızlık. Herkese her şeye rağmen onu koruyan, tek bir laf söyletmeyen adama karşı bencilliği ve aymazlığı haksızlık. Ben anlamıyorum madem Yaman’ın öyle ya da böyle evli olması Feraye için bir engel değildi neden en başta sakladı bebeği. Gidip söyleseydi. Ama söyleyemezdi çünkü baştaki Feraye’nin bir onuru gururu vardı. Şimdiki Feraye gibi aşk adı altında onurunu ayaklar altına sermemişti. Bu arada Feraye sadece Ateş’e değil Yaman’a da haksızlık yaptı. Çünkü göz göre göre iki kardeşi birbirine düşman yaptı. Ateş’in demir gibi duruşu aşkı için eğilir mi bilemem. Ama bu durumda onu salak yerine koyan bir kadına aşık kalması da doğru gelmiyor bana. Çünkü bazı şeylerin telafisi olmaz.

Gülsoy malikanesinde şapka düştü kel göründü. Kimin ne olduğu ortaya çıktı. En azından bilmesi gerekenler için. Yaman onu kahreden bebeğin kendi bebeği olduğunu öğrendi. Ateş kimsesizliği ile ölüme doğru gidiyor. Ateş ile bebekte büyük bir sınav veriyor. Belki de annesinin günahlarının bedelidir. Çünkü Bora bebeğin babası “bir şekilde ölür” dedikten sonra Yaman ile konuşmalarını dinlediğini bile bile Ateş dedi. Bora’nın planı başkaydı bunun üstüne freni de kesti. Artık Feraye’yi bu hikâyede kimse geçemez. Çünkü ne kadar şu an düşmanda olsalar Yaman bile ağabeyini ölüme göndermezdi. Feraye unutmasın ki herkes bir gün ettiğini biçer. Karma onu da bulacak.

 

 

ÜÇ KURŞUN (Aile, 21.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Yazıma Devin’in sorduğu soruyla başlamak istiyorum; canınızdan çok sevdiğiniz birini er ya da geç öldüreceğini bilginiz birinin yaşamasına izin verir miydiniz? Aslında bunun üzerine gerçekten çok düşündüm “Ben olsam ne yapardım?” Diye. Sanırım hiç kimse o olayı yaşamadan gerçekten o hissi tatmadan bu soruya gerçekçi bir cevap veremez. Çünkü ne kadar empati kurmaya çalışsam çalışayım içinde hep tereddüt kaldı. Düşünmem bir sonuç vermemiş olsa da o anlarda ne Devin’in ne de Hülya’nın yerinde olmak istemezdim. İkisi de bir ateş çemberinin içinden geçtiler ve bence artık hiç kimse eskisi gibi olamayacak.

Aslan’ın vurulması başta Devin olmak üzere Aslan’a değer veren herkesin yasa bürünmesine sebep oldu. Fakat o yasın sonu Devin’in içindeki sönmüş ateşin yeniden harlanmasıyla son buldu “Bunlar son gözyaşlarımız.” Sevdiği adımın ölüm kalım savaşı veriyor olması, tutunduğu tek dalın da kırılmak üzere oluşu, en güvendiklerine bile artık güvenmemesi gerektiğini anlaması onunda ruhunun ölmesine neden oldu. Geriye sadece etten kemikten ama nefes alan bir ceset kaldı. Yine de kocasına olan aşkı, onun için verdiği savaş ve hayalleri onu ayakta tutan şeyler oldu.

Ben bu olayla birlikte Devin’in de değiştiğini düşünüyorum. Çünkü daha önce aşkın öldürücü gücü olduğuna inanırken şimdi “Aşk iyileştirir” diyebilir. Belki de bu tutunmak istediği bir argümandı bilmiyorum ama ona iyi geldiği aşikar. Devin bu uğurda belki de hiç yan yana gelemeyeceğini düşündüğü Hülya ile iş birliği yaptı. Çünkü söz konusu olan sevdiği adamdı ve onunda dediği gibi o an güvenebileceği tek kişi oydu. Aslında Devin yine gerçeklerden kaçıp sanki bunlar onun değil de başkasının başına gelmiş gibi davransa da hayatın gerçekleri bu sefer çok daha çetin ve acımasızdı. Yaşadığı hayat, çektiği acılar gerçek değildi ama kurduğu hayaller hepsi rengarenk ve gerçekti ona göre. Belki de aklını bu zamana kadar korumasının tek yolu buydu.

İnsan hayal edebildiği sürece yaşar. Sadece nefes almak değildir hayat. Umutlarımız, hayallerimiz bizi diri tutar. Devin umudunu yitirdiğini gösterse de aslında içinde bir yerlerde hala o aydınlık, mutlu yuvanın hayali yaşıyor. Aslan ve oğluyla ilgili gördüğü rüya biraz da olsa Devin’in iç dünyasını anlamamı sağladı. Fakat Devin bu kez güzel bir kız evladı değil, tatlı bir “Can” düşlemişti. Belki de kaybettiği ilk bebeği yerine bir can gelecekti kim bilir. Aslan’ın ölüm kalım savaşında aslında bir çok kişiye özellikle Devin’e kimin dost kimin düşman olduğunu da gösterdi. O Cihan’dan asla şüphe etmemiş olsa da onun masum olduğunu, dahası hala kardeşini çok sevdiğini görmek eminim onun da içine su serpmiştir. Ah Cihan ah bence mutlu olmayı çok hak ediyor o.

Cihan adına bu bölüm o kadar mutlu oldum ki; sonunda onunda gerçekten sevip sevilebileceği, huzur içinde yaşayabileceği bir ailesi var. Sevdiği kadın kardeş bildiklerine düşman olsa da, kayınpederi her an en sevdiklerini öldürmek için tetikte beklese de ben inanıyorum Cihan’da Serap’ta birbirlerine iyi gelecek. Çünkü ikisi de sevilmemiş, yapayalnız, zorluklarla mücadele ede ede büyümüş yetişkinler. Birbirlerine sığınak olup mutlu olmalarını çok istesem de Serap Cihan’ın Aslan’ı gizli gizli koruduğunu, onun ölmesini istemediğini öğrendiğinde öfkesini yenilip Cihan’ı öldürmesinden korkmuyor da değilim açıkçası. Zira Cihan’ın Aslan için üzülmesine dahi tahammülü yok, hala Aslan için çırpındığını öğrenirse yaşanacak yüzleşme çok ağır olacak diye düşünüyorum, tabi Serap bir yüzleşme olmasına vakit bırakırsa. İşte bu yüzden Serap bir an önce Devin’le seans yapmalı yoksa öfkesi herkesi yok edecek.

Her şey bir yana Cihan’ın artık Aslan’ı koruduğundan eminiz peki Cihan bu yola neden ve nasıl girdi? Benim asıl merak ettiğim şey tam olarak bu. Zira Cihan gerçekten çok zor günler geçirerek çıkmıştı Soykan ailesinden. Aslan’a, onun nefretine rağmen Aslan’ı korumak isteyen bir Cihan’dan bahsediyoruz. O bu noktaya nasıl geldi? Hülya’yla yaptıkları bir plan mı bu yoksa Cihan ona dayatılan, zorla yaşadığı hayatı kardeşi de yaşamasın diye mi bu çabası. O kan bağıyla değil can bağıyla bağlı aileye ve Aslan bunu çok kısa bir sürede çözecek diye umuyorum. Fakat Hülya bu bölüm aile içindeki konumuyla ilgili savaş baltalarını gömmüş olsa da onları orada bırakacağını hiç zannetmiyorum.

Hülya can, evlat acısı yaşadı bu bölüm, bir yandan evladı, diğer yandan bu hayattaki en büyük destekçisi vardı. Belki de bu zamana kadar en güvendiği kişi kanını, canını almaya çalıştı ve eğer hayatta kalmaya devam ederse çalışmaya da devam edecekti. O bu riski göze alamazdı. Bu düşünce Devin kadar Hülya’nın da kalbine ağırlık yapıyordu ama önce şüphelendiği Cihan’ın masum olduğunu öğrendiğinde hemen emrini geri çekmesi, Cihan için bu emri verdiğinde yüzündeki o gergin ve endişe dolu ifade bunu gerçekten sadece Aslan için yaptığının bir kanıtıydı bana göre. Yoksa istese fırsatını bulmuşken Cihan’ı da, Serap’ı da İlyas Koruzade’yı de öldürebilirdi. O, o an gerçekten de canını almak isteyenin canını almıştı. Yalnız Hülya açısından şunu da görmüş oldum, o her ne kadar Nedret’e düşman olsa da ona saygı duyuyor aynı zamanda.

Hülya kendi iç hesaplaşmasını yaşarken Nedret’le de yüzleşti.Nedret ile Mutfakta konuşurken fark ettim ki o bu zamana kadar hiç bu samimiyette kimseye içini dökmemişti. Asla güçsüz olduğunu, ya da zayıf yönünü göstermemişti ama Nedret karşısına oturduğu anda ona tüm içtenliğiyle konuştu. Başından beri oklar üzerinde olmasına rağmen bir an bile şüphe etmemişti kendisinden. Çünkü onlar birbirine düşman olsalar da sadece birbirlerineydi savaşları. Ayrıca Nedret halanın ailesi için en değerlisini, oğlunu aileden kovması her ne olursa olsun Soykanlara çok bağlı olduğunu gösteriyor bana göre. Sanırım aileye sadık olmayan tek kişi de kendi sonunu kendi elleriyle hazırladı.

İbrahim Soykan yaşayamadıklarının, bu hayatta başaramadıklarının hırsıyla hareket etmenin, ihanetin bedelini canıyla ödedi. Evet hayat bence hiç kimseye adil davranmıyor, bazen en hak etmediğimiz şekilde itham ediliyoruz. Çalıştığımız çabaladığımız halde emeklerimiz göz ardı edilip sadece görünmek istenen görünüyor. Ve bize iki şey kalıyor; ya hayatın akışına uyup ses çıkarmadan bize yapılan bu haksızlığa karşı susup oturacağız, ya da bu yapılana karşı çıkıp “Hayır benim hak ettiğim şey bu değil” diyeceğiz. Maalesef ki İbrahim Soykan birinci seçeneği kabullenmiş biriydi. Ne ailesinden, ne de çevresinden hak ettiğini düşündüğü saygı ve gücü alamadı, alamadığı şeyler için mücadele etmedi ve sadece saklanarak, ihanet edip arkadan iş çevirerek bir yerlere gelmeye çalıştı. Onunda dediği gibi sonunda ne sevdiği kadına kavuşabildi ne de alemde iyi bir yer edinebildi. Ölümüyse yaşamı gibi yapayalnız ve onun elinden oldu. İbrahim Soykan’dan pek haz etmiyor olsam da büyük usta Levent Ülgen çok sevdiğim, seyir zevki yüksek bir oyuncu yolu açık olsun.

Darmadağın olmuş aile kanla birleşti, yine de ne kadar böyle kalacaklar merak ediyorum. Devin daha Hülya ve Ergun’un yaptığı oyunu öğrenemedi. Çocukların vesayeti için daha mahkeme kapışması var. Sonuçlar çıktığında Devin ve Hülya arasında yine ipler gerilecek diye düşünsem de umarım artık eskisi kadar kanlı bıçaklı olmazlar. Zira onları yan yana görmek çok güzeldi. O zaman yazıma yine Devin’in sorduğu soruyla bitirmek istiyorum canınızdan çok sevdiğiniz birini er ya da geç öldüreceğini bilginiz birinin yaşamasına izin verir miydiniz?

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

Masum Değiliz, Hiçbirimiz (Safir, 12.bölüm)

Yazar : A. Ela Erdoğdu

Bizi biz yapan hayatta bulunduğumuz yeri güzelleştiren şeyler vardır. Bunlar ne dış görünüş ne bir dost ne de sevgilidir. Bizi daha da güzelleştiren değerimize değer katan tek şey karakterimizdir. Düzgün bir karakteriniz olmadığı sürece isterseniz dünya güzeli olun isterseniz bir sürü arkadaşınız olsun ya da bir sevgiliniz öyle ya da böyle kaybeden hep siz olursunuz. Çünkü yanınızdaki insanlar size bir yere kadar sabredebilir. Bir gününüz bir gününüzü bir dediğiniz bir dediğiniz tutmaz çünkü. Tek derdiniz o ânı ya da o günü kurtarmaktır. Hiçbir konuda hiçbir zaman net bir fikriniz de olmaz ortama göre fikirlerinize yön verirsiniz. Tek amacınız yalnız kalmamaktır. Bu uğurda ada kendi doğrularınızı hiçe saymaktan çekinmezsiniz. Aslında zayıf karakterli insanların bu hayatta pek doğruları, kuralları ya da prensipleri olmaz. Çünkü bu tarz şeylere sahip olabilmeniz için sahip olduğunuz bu değerlere sadık olabilmeniz ve taviz vermemeniz gerekir. Yani bir kırmızı çizginiz olması lazım. Ne olursa ne yaşanırsa yaşansın bu çizgiyi kim geçerse geçsin arkanıza bakmamanız lazım. Çünkü bir kere o çizginin geçilmesine izin verirseniz herkes bundan cesaret bulur. Onlar cesaret buldukça zamanla benliğiniz yavaşça elleriniz arasından kaymaya başlar.

Hep zor koşullar güçlü insanlar yetiştirir derler ama sanırım Feraye bu durumun istisnası. Yaşadığı zor durumlar onu giderek güçlendirmek yerine düşüncesiz, bencil ve zayıf bir kadın hâline getiriyor. Bırakın günü gününe tutmayı dakikası dakikasını tutmuyor. Ki bu herkese karşı böyle. Feraye’nin asla güçlü bir karakteri de yapısı da olduğunu düşünmüyorum. Ne yaşanırsa yaşansın söz konusu olay ne olursa olsun aklında tek bir çözüm var “kaçmak”. Bu Yaman’ın ona ihanet ettiğini öğrendiğinde kendini öldürmek istemesiyle başladı ve o zamandan beri devam ediyor. Bu mu yani güçlü kadın? Sorunları arkada bırakıp gitmek güç değil korkaklık göstergesidir. Feraye şu an bu hikâyenin en haksızı. Kendi bencilliği uğruna kaç insanın hayatını mahvetti. Ki bu hayatını mahvettiklerinin en başında aşkından öldüğü Yaman geliyor. Feraye hiçbir zaman bir amaç doğrultusunda yürümedi ve yürümeyecek de. Yapısında yok. Yaşadığı coğrafyayı içinde bulunduğu aileyi düşünüyorum. Feraye’nin böyle olmaması gerekiyor adeta fanusta büyümüş gibi. Dünyadan öyle habersiz ki bir şey olduğunda sudan çıkmış balığa dönüyor. Bu hafta sesini çıkardı, kendi kararlarını uygulamış gibi görünebiliyor ama aslında öyle değil. Yine ilk aklına gelen çözüm kaçmaktı. Çünkü düşündüğü tek şey kendisi ve Yaman. Geri kalan hiçbir şeyi umursamıyor. Bebeğini bile. Bora ile yaşanan o akşamdan sonra Yaman ile konuşmak istemesi çok mantıklı bir hamleydi  ama bunu sorunu çözmek için yapmak istemedi. Yapması gereken şey belliydi. Yaman’a önce Borayı sonra diğer gerçekleri anlatacaktı. Sonra Ateş’in karşısına ikisi çıkacak durum böyleyken böyle ağabey diyeceklerdi. Belki ilk başta sert bir tepki alırlardı ama geç de olsa doğruları söylemiş olurlardı. Ve bir taşla iki kuş vurur önlerindeki tüm engellerden kurtulurlardı. Ama bunu yapmaktansa sadece kaçak dövüşmeyi seçti. Feraye bu yola en masum kişi olarak girdi ama en suçlu kişi olarak bitirdi. Artık yolun sonunda. Geldiği bu noktada iki kardeşi birbirine düşüren kızdan ötesi olamadı.

Feraye bencilliğiyle ve düşüncesizliğiyle Yaman’ı bile geride bıraktı artık. Yaman en başta bu yola tek bir şey için girdi. Kardeşini, ailesini ve Feraye’yi korumak. Onlara bir şey olmasın, canları yanmasın diye kendini ateşlere attı. Burada yaptığı bu fedakârlık mı? Fedakârlık ama doğru ya da yanlış bulursunuz ona bir şey diyemem. Şahsen ben kendimi onun yerine koyuyorum asla içimde tutamam. Böyle bir olayla tek başıma mücadele edemem. Bana yardım edebileceğini düşündüğüm kişiye giderim koşarak. Ama Yaman’ın böyle bir şey konuşabilecek kadar güvendiği ve inandığı kimse yoktu. Üstüne üstlük ona bu şekilde gelen bir kardeşi vardı. O da bulduğu ilk yola girdi. Ama unutmayın ki eğer kafanıza dayanmış bir silah varsa sadece iki seçenek yoktur. Yaman bu zamana kadar doğrularla yanlışlarla düşe kalka bir şekilde geldi. Onaylamadığım hareketleri yok mu? Var ve o zaman gösterdiğim tepkilerin hâlâ da arkasındayım. Ama haklı olduğu noktalarda var. En azından Yaman’ın bazı sınırları var. Bazen o sınırları hatırlıyor bazen unutuyor olsa da bunlar var. İlk çizgisi Feraye’nin Ateş ile evleneceğini öğrendiğinde göründü. “Ağabeyim” o diyerek sınırı gösterdi. Ağabeyiyle resmen evlendikten sonra da canı yansa da içinden tam tersi gelse de Feraye’den uzak durmak için çabaladı. Bunu inkâr edemem. “Zorunda olmadıkça benle konuşma” dedi ama asıl bu hafta söylediklerinin altına imza atarım.Yaman, kapının önünde Feraye’ye söylediği her şeyde sonun kadar haklı. Zaten Feraye hariç herkes bir konuda mutlaka haklı ve kararlı. Yaman’ın uzak durma çabası takdir edilesi her ne kadar tam anlamda başarılı olamasa da. Yaman öylesine yaşıyordu ama artık buna dur demek zorunda. Çünkü Bora geri döndü ve dönüşü muhteşem oldu. Her ne kadar kırgın ve kızgın olsa da Feraye’yi korumak istiyor. Çünkü hoşuna gitse de gitmese de onu hâlâ seviyor ve o hamile. Eğer bebeğe bir şey olursa onun ne kadar üzüleceğini biliyor. Yaman’ın bundan sonra atacağı her adımı herkesin iyiliği için çok iyi düşünmesi gerekir. Çünkü yapacağı tek bir yanlış hareket başta kendisi olmak üzere birçok kişinin sonu olabilir.

Feraye ve Yaman birbirlerinden çok farklı gibi geliyordu bana. Bu hafta fark ettim ki aslında hiç de farklı değiller. Baya aynılar. Ama maalesef bu benzerlik iyi yönlerinde değil kötü yönlerinde mevcut. İkisinde de bencillik ve fevrilik var. Çoğu zaman sonunu düşünmeden hareket ediyorlar. Hayat sadece kendi benimsedikleri şekilde ve kendi belirledikleri doğrularla ilerliyor. Asla ama asla hata yaptıklarını kabul etmiyorlar. Sütte leke var ama onlarda yok. Zaten böyle düşündükleri için uçuruma sürüklendiler. İkisi de burunlarından kıl aldırmadıkları için birbirlerine laf sokmak ya da karşılıklı dinlemeden monolog tarzı konuşmalarla devam ediyorlar. Eskiden Feraye dinlemiyordu şimdi Yaman dinlemiyor. Ki zaten konuşsalar da 12 haftadır aynı şeyler sadece söyleyenler değişiyor. Artık bir durun bir konuşun. Birbirinize nefret de kusacaksanız itirafta da bulunacaksınız bulunun. Yeter! En baştan konuşabilseniz işler bu kadar karışmayacaktı. Bu noktaya gelmelerinin bir diğer sebebi de birbirleri adına karar vermeleri. İkisi de birbiri adına ona sormadan karar veriyor. Hayatınızda karar alabilecek tek kişi sizsiniz. Yaman en başında ona anlatıp kararı ona bırakmalıydı sonrasında da Feraye. Bu hale gelmelerinin tek sebebi kendileri. Suçu başkalarında aramayın. Yaman’ın bu haftaki yakın tavırlar sergileyebilmesinin ardında da Feraye’nin izin vermesi var. Unutmayın ki bir kişinin size olan tavırları ancak siz müsaade ettiğiniz şekilde olur. Feraye flörtleşir gibi yaklaşırsa Yaman’da karşılık verdi. Doğru mu yanlış keşke Yaman bari tavrını sürdürebilseydi. Ki doğrularla ya da yanlışlarla dolu olsa da Yaman’ın bir duruşu varken Feraye’de duruş namına bir şey kalmadı.

Feraye bu bölüm attığı her adımda söylediği her sözde kendini o kadar azalttı ki benim için bundan sonra toparlayabilmesi de zor. Yaman hata yapıyor olabilir yüzüne vurulduğunda geçte olsa anlıyor bunu. Peki sen? Kafede Hazal ve Okan ile konuşurken Okan’a söyledikleri benim aşırı sinirimi bozdu. Pardon ama sen Okan’a üstten bakabilecek bir pozisyonda mısın? “Sen kendini Yaman’dan zeki mi sanıyorsun?” ne demek? Bu kim olursa olsun bir insana üstten bakmak ne demek? Okan orada “Sırf bebeğini korumak için Yaman ağabeyimin bebeğini yalan dolanla Ateş ağabeyimin bebeği gibi gösteren sen mi söylüyorsun?” dese ne yapacaktı acaba? Ama suç Okan’da ya sana ne Okan bırak ne hali varsa görsün. Madem bu kadar cesurdu bu kadar her şeyi göze alabiliyordu Yaman ile Ateş’e her şeyi söyleseydi. Okan, Ağabeyini korumak adına bir batağa saplandı. Sonra çıkmak istedikçe daha da battı. Kimse zarar görmesin diye uğraştıkça olayları iyice arapsaçına çevirdi. Okan’da artık kimseyi durdurmaya çalışmasın herkesin bir kaderi var bıraksın onları yaşasınlar. Acıysa acı, mutluluksa mutluluk ama yeter. Hazal haklı bıraksın hareket alsınlar artık.

Herkesin hayatını kurtarmak için çabalarken suçtan suça sürüklendi Okan. Önce Yaman’ı kurtarmak içi katil oluyordu sonra ailesini borçtan kurtarmak için kara para akladı. Adım attıkça siciline bir suç ekleniyor. Freni patlamış kamyon gibi. Ve onu anlaması gereken insanlarsa onu sadece azarlıyor. Yaman kızmakta haklı mıydı? Haklıydı söylemesi gerekirdi ama onun açısından bakıldığında bu o kadar da kolay bir durum değil. Bora geldi ve Okan artık Azrail’in gölgesini görüyor. İyice köşeye sıkışmış durumda. Bir umutla adım attığı her yolda üzerine kayalar düşüyor. Okan artık bir sonda. Asıl soru bu durumdan kurtulduğunda nasıl biri olacağı ve neler yapacağı. Okan aslında oldukça zeki bir çocuk sadece korkularının onu esir almasına izin vermemeli. Gücü eline almaktan korkmamalı en nihayetinde Ömer Gülsoy’un torunu. Damarlarında gücü elinde tutmak var.

Ömer Gülsoy sağ olsun evde sağlam tek bir insan evladı bırakmamış. Sana üzüldüğüm yazık neler çekmiş dediğim zamanki bana da yazıklar olsun. Gelecekte nasıl bir yol izlenir kendisi için bilmiyorum ama geçmişinde bir çocuğa şiddet uygulayan bir adamı hiçbir sebep benim gözümde aklayamaz. Bir çocuğu dövmek ne demek ya? Hem de evladının sana emaneti olan çocukları? Ömer’in sözde onları adam etmek için uğraştığı tavırları üç kardeşinde hayatını mahvetmiş. Bir çocuk yaşadığı ortama göre şekillenir. Ya etrafında gördükleri gibi biri olur ya da gördüklerinden bambaşka biri olmak için çabalar. Ateş çocukluğunda şiddet görmüş olsa da belirli bir yaştan sonra kendini kurtarabilmiş. Ama bu aşırı korumacı ve mükemmeliyetçi tavır onda kalmış. Yaman ve Okan ise o kadar şanslı olamamış ve dedelerinden kaçamamışlar. Dedelerinden bu kadar korkmaları bana hep garip gelirdi. Belki de onlarda tıpkı ağabeyleri gibi şiddete maruz kaldı. Ve o yüzden böyle oldular. Kendilerini koruyabilmek adına böyle oldular. Bilemem. Ama Ömer şimdi de ipin ucunu kaçırdı. Herkesin ortasında kaç yaşına gelmiş adama el kaldırması kabul edilecek şey değil. Ne oldu Ömer Gülsoy tek oyun kurmayı bilen sen değilsin diye zoruna mı gitti? Sözde torunlarını çok seviyorsun, aileni çok önemsiyorsun. Yalan, senin umurunda olan tek şey güç. Gerisi umurunda bile değil. Ateş ile aralarında pamuk ipliğine bağlı olan pamuk koptu kopacak. Bu ikili arasında nasıl bir denge izlenecek merakla bekliyorum.

Yaman ve Ateş aynı evde aynı bahçede büyümüş zamanla başka diyarlara savrulmuş iki kardeş. Birbirlerinin kanı canı ve şimdi bu kardeşler düşman olma yolunda tam gaz ilerliyor. Ateş geçen hafta ona yalan söylemeyenin sadece Yaman olduğunu sanıyordu. Ama öyle olmadığını öğrendi. Kara para aklamaya göz yummasına şaşırmıştı ondan böyle bir şey beklemiyordu. Ki zaten bu konuda Yaman’da masum tek suçu öğrendikten sonra Okan’a kızıp sessiz kalmasıydı. Her şey olup bittikten sonra öğrenmiş ve Bora olayı yüzünden de eli kolu bağlanmıştı. Yaman için ağabeyi çok sert ve aynı zamanda hayallerinin hırsızı. Belki de Feraye’nin ona ihanet etmesinin sebebi bile Ateş onun için. Ateş ise Yaman’ın bu tavırlarını anlamlandıramadıkça öfkeleniyor. Ateş ve Yaman iki taraftan da baktığınızda oldukça haklı. Ama Yaman bile bile Feraye konusunda susarak bir puan geriye düştü. En başta anlatsa anlayabilecekken şimdi bile bile kardeşi tarafından salak yerine konulduğunu sanıyor. Bu çok zor. Feraye’nin bencilliği yüzünden birbirine düşman olan bu kardeşlerin sonunu merak ediyorum. Çünkü bazen bazı şeyler unutulmuyor.

İnsanın canını en çok en yakınları yakabilir. Ateş, Feraye’ye tam olarak aşık değil bence. Bir hoşlantı söz konusu olabilir ama aşk iddialı. Gereğinden fazla merhamet kişinin kendi kul hakkına girmesidir diye bir söz vardır. Ateş şu an bunu yaşıyor. Feraye için bu zamana kadar bir sürü şey yaptı. Ve karşılığında sürekli sorunla karşılaştı. Ben onun yerinde olsam bir yerden sonra ipin ucunu salardım. Alarmı mı çalıyor? Çalsın çalabildiği kadar? Kahvaltı mı yapmadı? Bana ne annesinin düşünmediği bebeği ben niye düşünüyorum derim. Ki bence olması gereken de bu. Bir insan bazı şeyleri anlamıyor değerini bilmiyorsa fazla ısrara gerek yok. Bazen birilerini kendisinden fazla düşünmek kendimize zarardır. Ama ben bu hafta çoğu hareketinin şüpheleri doğrultusunda bilinçli olarak yapıldığını düşünüyorum. Bir akşam önce dışarıda yemek yiyip gülüp eğlenip sıfırdan başlangıç yaptığın adama bir anda ne bu tavırlar. Kimse Feraye’ye rahatsız olduğunda sesini çıkarma demiyor. Evet alarmı kapatması hataydı ve sesini çıkardın. Aferin. Peki ya Yaman? Zamanında bu adam sana hakaret ettiğinde ne diye ona “haddini bil” diyemedin? Güçlü kadın demek her yanlışa her istemediğine sesini çıkarabilen demektir. Senin bu hareketin sadece nankörlük oluyor. Bu adam olmasa ne sen ne bebeğin yoktunuz. Ayrıca bir açıklama bile yapmadan geride bırakıp gitmeye kalktığında Ateş iki seçenek sundu. İster git kendi hayatını kur ben yanındayım dedi sen kendin isteyerek o yüzüğü taktın. İkinci kez bu yolu sen seçtin. Ve eğer o imzayı attıysan bazı sorumlulukların var. Ki sen “Seni zor durumda bırakacak bir şey yapmam” dedin. Gittin adamın kardeşini öptün. Bu mu zor durumda bırakmamak? Bu mu güçlü kadın? Şu an Feraye kendine yakıştıramasa da metres oldu. Ne alakası var bu evlilik sahte diyebilirsiniz ama Medeni Hukuk öyle demiyor. Medeni Kanun’a göre sahte evlilik diye bir şey yok çünkü. Aşkından öl istiyorsan karşı tarafta sen de evliysen böyle bir hareket yapamazsın. Yaparsan da kendine güçlü kadın falan diyemezsin. Çünkü gururu olan hiçbir kadın öleceğini bilse öyle bir hareket yapmazdı. Burada konu Yaman’ı öpmesi falan değil bu arada. Konu çok başka. Kendinizi bir olayın merkezine koyun. Sevgiliniz birden evlenip karşınıza çıkıyor ama “Evlenmeye mecburdum hâlâ seni seviyorum ben” dese adamın evli olduğunu bile bile kabul eder misiniz? Aşkın gözü kör mü dersiniz? Ayrıca her şeyi bilen Feraye. Aleni aleni iki kardeşin arasında namus meselesi olmak üzere. Aşk-ı Memnu çekmeye kalkıyorsa onun da sonu pek iyi bitmemişti Yaman ona aşık, Ateş onu hayatta tuttu. Kardeşim bu ne aymazlıktır! Feraye bendeki limitini fazlasıyla doldurdu. Burada artık sadece Ateş ve Yaman’a üzülüyorum, hepsi bu.

Ateş, 15 yaşından beri ailesinden uzak, ailesiyleyken şiddet görmüş bir adam Ateş. Hem çok ama hem az. Hem çok güçlü hem değil. Ateş’in en büyük güçsüzlüğü şüphesiz ki sevdiklerine olan merhameti. Çünkü merhameti herkes hakketmez, herkes anlamaz onu. Bu yüzden de hata yapıyor. İyilik yapmaya çalıştıkça kötü algılanıyor. Ama bir gün her devran döner. Haksızlığa uğrayanların sesi inletir her yeri. Ateş’in uğradığı haksızlıklar da ortada. Hiç kimse bile isteye böyle bir duruma düşmek istemez. Kimse yardım etmeye çalışırken âşık olduğu kadının ihanetini görmek istemez. Bu ihaneti Feraye yapsa da Yaman yapmamalıydı. Ateş de onların hayatını kontrol etmeye çalışmamalıydı. Bırak ne yapıyorlarsa yapsınlar. Gidip polise evrakları verseydi ben o zaman görürdüm Ömer Gülsoy seni. Hapishaneden yönetirdin artık şirketi. Ateş bu hikâyede masuma en yakın taraf şu an. Ama bu gördüklerinden ve bunca yaşanandan sonra hâlâ bu kadar kendini kontrol altında tutabilir mi? Bilmiyorum. İşler kolay olmayacak onu biliyorum. Ona ihanet eden herkesle yüzleşecek. Bu yüzleşmede belki daha da çok kayıplar verecek. Belki de kendini kaybedecek. Ama artık reklamlar bitti asıl film şimdi başlayacak. Kemerlerinizi sıkı bağlayın.

Feraye kendi duyguları uğruna Yaman’a derin yaralar açtı. Ateş’i kardeşine ihanet eden adam konumuna düşürdü. Ve ikisini de salak yerine koyuyor. İkisine de sürekli yalan söylüyor ama artık filmin sonuna geliyoruz. Ateş her şeyi öğrendi. Bundan sonra yapacağı her hareket onlara son bir şans olacak. Yalan söylemekten vazgeçecekler ya da nasıl olsa anlamadı diye yalanlara devam edecekler. Umarım ilk seçeneği seçerler ve iyice kötü duruma düşmekten kurtulurlar. Ben böyle karakterlere kızsam da asıl hata bambaşka yerlerde. Umarım bundan sonra yola beraber devam ederken bu hataları toplayabilir ve düzgünce devam edebiliriz.

Bir sonraki yazıda görüşünceye dek gururla kalın.

Katil Kim? (Aile, 20.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bu hafta heyecanın doruklarda olduğu bir sonla kalktım ekranın başından kafamda onlarca ihtimal ve soru vardı, aklımdaki en büyük soruysa şuydu; Katil kim? Kim Aslan’ı arkasında ipucu bıraka bıraka öldürtmek istedi, ya da gerçekten niyeti öldürtmek miydi? Aslan hepimizin bildiği gibi cesur, korkusuz, ve özgüven abidesi bir karaktere sahip fakat bu özellikler aynı zamanda onun tedbirsiz olmasına da sebep oluyor. Aslan egosunun bedelini sevdiği kadının kollarına yığılarak ödedi.

Aslan babasının ölümünün ardından belki de Soykan olmanın en büyük bedelini ödeyen kişilerden biri. Hayatından, hayallerinden kardeşlerinden ve hatta sevdiği kadın ve çocuğundan oldu bu uğurda. Yine de aile olmayı, aile kalmayı en çok isteyen kişi oydu. Fakat bunu isterken başarılı oldu mu diye soracak olursanız cevabım hayır olur. Çünkü o ne kadar uğraşırsa uğraşsın ne ailesini bir arada tutabildi, ne de aile bildiklerinin ona ihanet etmesini engelleyebildi. Fakat bence bu son olayda Aslan egosunun kurbanı oldu. Aslan bu kadar tehdide rağmen hiç bir önlem almadı, karşısındaki dost olsun düşman olsun ciddiye almadı, küçümsedi ve sonucunda gafil avlandı. Aslan ne aile içinde ne de ailesine karşı savaş olmasını asla isteyen kişi olmadı bu zamana kadar. Çünkü çok iyi biliyordu her savaşın sonunda zarar gören yine en sevdikleri oluyordu. Aile içindeki savaşta mesela; kazanan kimse olmadı, hepsi kendince zarar gördü ve görmeye devam ediyor. Aslan haklıydı, bir savaş olursa bundan bir tek İbrahim, Hülya, Devin yahut Nedret zarar görmeyecek en masumlara kadar hepsi zarar görecek. Zeyno ve Kaya bu yaşananların tam merkezinde ve en ufak bir şey bile onları etkileyebilecek durumda. Aslan ailesi için ne kadar diken üstünde olsa da aynı şeyi kendisi için yapamadı ve Devin’e yepyeni bir travma daha yaşattı. Devin bugüne kadar bir çok şey gördü, yaşadı fakat belki de bu gördüğü görüntü en ağırıydı. O tam kavuştum derken sevdiği adamın kanlar içerisinde yığılışına şahit oldu.

Devin çocukluğundan beri ilk defa kendine bir aile seçmişti. Hülya’nın bütün oyunlarına, yaşadığı tüm travmalara, babası yüzünden oluşan güvensizliğe rağmen o Aslan’ın elini tutmayı ve bu zor yolu onunla yürümeyi seçti. Belki de ilk defa çevresindekiler için değil kendi için bir şey yapmıştı. Sevdiği adama teslim olmuş, yaşanan tüm kaoslara, aile içindeki savaşlara, sürtüşmelere rağmen el ele olurlarsa bir şeylerin üstesinden gelebileceklerine inanmıştı. Bu yüzden Aslan’a “Her şeyi hatırlıyorum” diye mesaj attı. Çünkü artık bir umudu da vardı aynı zamanda; belki o da anne olabilirdi.

Buradan şunu anlıyorum ki tek bir umut dalı Devin’in hayata tutunması için yetiyor da artıyor bile. Fakat biri tutunduğu o dalı kesmeye kalkarsa karşısında bambaşka bir Devin bulabiliyor. Tıpkı okuldaki olay gibi, tıpkı zamanında babasının karşısına dikilmesi gibi. Şimdi belki de Devin’in tutunacak dalından çok daha fazlasına göz diktiler. Onlar Aslan’a zarar vererek Devin’in şah damarını kesmiş oldular. Hayatı bitmiş bir Devin kendine geldiğinde ne yapar hiç bilmiyorum. O bu zamana kadar olayları hep yatıştırmayı, son ana kadar savaşmamayı bir şeylerin düzelmeyeceğini anlamayana kadar mücadele etmeyi sürdüren biriydi. Ama şimdi en sevdiği kollarında can çekişiyor ve onu elinden hiçbir şey gelmiyor. En son sevdiği adamı böyle gördüğünde hiç çekinmeden tetiği çekmiş ve Cihan’ı vurmuştu. Devin çılgına da dönebilir en sessiz haline de bürünebilir ama daha sonrası tufan diye düşünüyorum. Devin’in az çok ne yapacağını tahmin edebiliyorum, benim asıl merak ettiğim Hülya’nın şimdi ne yapacağı.

Hülya üst üste çok büyük kayıplar yaşadı; evi yandı, derneğinden oldu ve en sonunda her koşulda yanında olan İbrahim az daha ölüyordu. Tüm bunlar Hülya’nın gücünün zayıflaması anlamına geliyordu ve söz konusu kendisi olduğunda maalesef ki çocuklarını bile göremeyecek duruma geliyor. Zaten Leyla’nın tutuklanması, katil damgası yemesi hepsi sadece zedelenen gücünü toparlamak içindi. Hani Hülya demişti ya “Bazı insanlar yaptıklarını sonuçlarını görmeli ve bedelini ödemeliler” diye peki Hülya neyin bedelini ödeyerek bu duruma geldi? Hülya bu güç deliliğinin, hırsının bedelini belki de temiz kalmasına izin vermediği oğlunu kaybederek ödeyecek. Üstelik belki de ucu ölmesin diye gece gündüz dua ettiği İbrahim’e dayanıyor. İbo şimdi başına gelenlerden Aslan’ı sorumlu tutuyor fakat İbrahim Soykan aç gözlülüğünün, yetinmeyi bilmeyişinin bedelini ödedi. Bu bedel Serap’ın elinden çıkmış olsa da ben Serap’ın yaşadıklarının sebebinin İbrahim Soykan olduğunu düşünmüyorum, o bence bu duruma gözünü yuman, küçücük kızı manipüle eden bir korkaktan başka biri değil.

Serap ile ilgili aklımdaki en büyük soru şuydu; o bunca şey yaşarken babası nasıl hepsinden habersizdi, babası kızının bunların yaşamasına nasıl göz yumdu? Ta ki Serap’ın hatırasına kadar. İbrahim’in Serap’ı manipüle etmesi, toyluğundan faydalanıp susturması, Serap’ın hiçbir şeyi söylememesine sebep olmuş. Yıllarca ama yıllarca içine atmak, sanki iyiymiş gibi davranmak zorunda kalmış, içindeki acı öyle büyümüş ki katıksız bir nefrete dönüşmüş. Bu yüzden bir Soykan’a yardımcı olmaktansa yıllarca hapis yatmayı göze almış durumda. Psikolojisi darmadağın ve Soykan’ları bitirmeden asla rahatlamayacak fakat çok üzgünüm ki Serap Soykanları tek tek kendi elleriyle gömse bile bu ona hiçbir şey kazandırmayacak. Çünkü bana kalırsa tüm bunların sebebi çoktan gitti bile. Çünkü ben Serap’ın yaşadıklarının sebebinin İbrahim değil Yusuf olduğunu düşünüyorum. İbrahim aç gözlü, yalancı ve sahtekar olabilir ama o aynı zamanda yaptığı her şeyi Hülya’nın gönlümü almak için yapan biri, bu geçmişte de böyleymiş, hala da böyle. Ama Yusuf Soykan tanıdığım kadarıyla bencil, acımasız ve gaddar biri. Ne Hülya’ya eş, ne de çocuklarına düzgün bir baba olabilmiş. Sürekli içtiğini de, içip içip aylarca eve gelmediğini de hepimizin bildiği şeyler. Bu kadar kötülükten sonra intiharı bana pek geçmemiş olsa da, pişmanlık herkesin içinde olan bir duygu geçte olsa ona da uğramış olması artık hiç kimse için bir şey ifade etmiyor sanırım. O yaptıklarının bedeli olarak ölmeyi seçmiş olsa da geride bıraktığı enkazlar hala toparlanabilmiş değil. Ve maalesef ki en çok en masumlar ödüyor onun yaşattıklarının bedelini. Şimdiyse maalesef ki bu bedeli canıyla ödemek üzere olan biri var: Aslan.

Aslan’a düzenlenen suikast bende bir çok soru işareti oluşmasına sebep oldu doğrusu en başında da “orda kasıt Aslan’ı öldürmek miydi?” sorusu geliyor doğrusu. Zira Aslan’ın kalbi yahut kafası hedef alınmadı, hele de arkadaki kısacık mesafeyi düşünürsek tam kalbine ya da kafasına isabet etmesi çok daha kolay olurdu. Fakat Aslan iki omuzundan ve karnından vuruldu. Katil özellikle parmak izi kalsın diye kapılara dokundu ve üç el ateş edildi. Ben bunların hepsinin birer mesaj olduğunu, bunun öldürmek değil de uyarmak amacıyla yapıldığını düşünüyorum. Şimdi biraz düşünelim Aslan’ın ölmesi şu an en çok kimin işine yarar? İlk şüphelilerimiz Nedret ve Bedri olsun. İkisinin derdi marinanın ortaklığına devam etmek peki Aslan’ın ölmesi ortaklığı devam ettirir mi? Buna cevabım hayır, zira Aslan ölürse başa Hülya Soykan geçecek demek ( Devin geçer diye düşünebilirsiniz ama Devin başta yaptığı sözleşmeyle hiçbir hakkı yok. ) ve hepimiz biliyoruz ki Hülya onları bir dakika bile tutmayacak orada. Yani Aslan’ın ölmesi ikisine de şu an için hiçbir şey kazandırmaz ama uyarılması çok şey kazandırabilir. Gelelim bir diğer şüpheli İbrahim’e, o Hülya’nın uydusu gibi ve Hülya’yla araları bu derece düzelmişken, Hülya’nın en kıymetlisini öldürmeye cesaret edebilir mi ben hiç sanmıyorum. Zira böyle bir şey ortaya çıkarsa Hülya hayatı boyunca onun yüzüne bir daha bakmaz, sırf onu kaybetmemek için bile olsa İbrahim Aslan’ın ölmesini istemez gibime geliyor. Ama dişe diş göze göz demişler neden ona gözdağı vermesin? En muallakta olduğum kişiyse Cihan.

Cihan kafamı yine karmakarışık etmeyi başardı. Ben geçen hafta belki de o Aslan’ı gizli gizli korumak için bu yola girdi demiştim ve hala aynı düşüncedeyim. İlyas’ın ilk “Aslan’ı öldüreceğim” dediğinde yüzünün aldığı ifadeyi hepimiz fark etmişizdir. Bariz yüzünde endişe ve korku vardı, dahası Leyla’yla arasında seçim yapmaktan kaçındığı halde niye tutuklandı diye Aslan’ı öldürtmek istesin? Zira Aslan’ın başından beri tek yapmaya çalıştığı şey Leyla’yı kurtarmak. Şu an Aslan’ın ölmesi ne Nedret ve Bedri’nin ne İbrahim’in ne de Cihan’ın işine gelir. Fakat göz dağı vermek hepsinin işine gelir. Geriye tek bir isim kalıyor; İlyas Koruzade. Bana göre motivasyonu en yüksek olan kişi o. Suikastı kim düzenledi bilmiyorum ama öldürme kastı olduğunu düşünmüyorum açıkçası tabi ki yazan eller nasıl bir hamle yapacak bilmiyorum ama bu kişinin kim olduğunu aşırı merak ediyorum doğrusu.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Sazan Sarmalı (Safir, 11.bölüm)

Yazar : A. Ela Erdoğdu

Bizi biz yapan en temel faktör hiç şüphesiz ki karakterimizdir. Göz rengimiz, saç rengimiz, vücut tipimiz birbirine benzeyebilir. Ama karakterler eşsizdir. Bazen birbirlerine benzer görünebilirler ancak mutlaka bir fark vardır. Çok küçük olsa da. İşte o küçük fark bizi biz yapar. Milyarlarca insan içinde eşsiz olmamızı sağlar. İşte asıl mesele tam olarak burada gizli şartlar ne olursa olsun benliğimizi koruyabilmekte. Neyi ne kadar ve ne miktarda koruduğumuz ise şaibeli.

İnsanlık artık kocaman bir şaibeye dönüşmüşken benliğimizi net tutmak ne kadar mümkün? Olduğumuz gibi bozulmadan kalabilmek ne kadar zor olabilir? Üç günlük dünya diyerek kendi çıkarlarımız için şekil almak mı yoksa ne olursa olsun olduğu gibi kalmak mı? Bana soracak olursanız olduğunuz gibi kalmak en doğrusu. Bu olduğunuz gibi kalmaktan kastım da yaşadığınız döneme ayak uydurmamak değil karakter olarak aynı kalabilmek. Malum hayat sazan sarmalı misali. Her an her yerde kandırılmaya oldukça alışığız. Kandırılan olmak mı daha kötü kandıran olmak mı derseniz bu soruya net olarak cevap veremem. Çünkü bu sorunun cevabı hangi taraf olduğumuzla alakalı. Ama bu hikâyede birini kandırdığı hâlde elinde elle tutulur sağlam bir şeyi olmayan tek kişi var o da Feraye.

Feraye adeta boş bir kap gibi. Onunla azıcık zaman geçirip, sohbet etmeniz onu ikna etmeniz için yeter de artar bile. Feraye’nin hiçbir konuda hiçbir şekilde ve hiçbir zaman bir fikri yok. Feraye hayatının hiçbir döneminde ne istediğini bilememiş. Hep arafta yaşamış bu hayatı. Ne istediğini bilmediği için de oradan oraya savrulmuş. En başa gidelim bunu fark edebilmek için. Yaman ilişkilerini herkese söylemek istemesine karşı istemiyor gizli kalsın şimdilik diyor. Neden? O flashbacki izlediğimde pek anlamlandıramamıştım bu gizli tutma isteğini ama sanırım zamanla anlıyorum. Yaman’ın elinde saklamak için kabul edilebilir sebepleri vardı Feraye’nin yoktu. Ve belki de zamanında verdiği bu karar hayatlarını baştan aşağı değiştirdi. Feraye’nin her durumda pasif kalması geçmişten belli olan bir şey. O zaman Feraye kabul etse herkes durumu bilse Bora belki de hiç başlarına musallat olmayacaktı. Böyle sorunlarla karşılaşmayacak ve bebeklerini birlikte bekleyeceklerdi. Ama ne kadar çok sevdiğini söylese de bence Feraye ilişki boyunca emin değildi. Aşkından eminse bile ilişkilerinin ömür boyu süreceğinden değildi. İlk başta yıkılsa da sanki çok da şaşırdığı bir şey değildi. Onu şaşırtan aldatılarak terk edilmekti. Belki de bu yüzden istemedi. Yarın öbür gün ayrılırsak buralar küçük yer adım çıkmasın mantığı. Hep başkalarını düşünüyormuş gibi görünse de bence hep kendini düşünmüş. Sorun çıkmasın bende uğraşmak zorunda kalmayayım. Kimse kusura bakmasın ama Feraye sözde her şeye onun için katlandığı bebeği için bile uğraşmıyor. Bebek için ne yaptı bugüne kadar? Beslenme yok, kendine dikkat etmek yok, stresten uzak durmak yok. Kırk yılda bir aklına gelecek de bir karnını okşayacak. Bu mu gerçekten? Sözde bebeği için yaşıyor savaşıyor ama onu tehlikeye atacak hamleler yapmakta da bir numarada. Açıkçası Feraye’nin bebeği tam anlamıyla düşündüğünden bile şüpheliyim artık. İlk sancıyı yaşadı bir şey değişmedi, ikinci kez sancılandı yine bir şey yok. Doktor “stres yok” demesine rağmen. Nereden bakarsanız bakın bu bebek 5 aylık oldu bu sancılar hayra alamet değil gibi geliyor bana ama göreceğiz.

Bebek bir şekilde hayata tutunmak için çaba gösterirken keşke annesi de aynı şekilde bir şeyler için çabalayabilse. Feraye güçlü bir kadın falan değil. Feraye köksüz bir ağaç ve oradan oraya savruluyor. Hiçbir şeye tepki yok. Cemile aniden kolundan tutup çekiyor refleks olarak karşı hamle bile yapmıyor. İnsan bu kız insan. Böyle bir durumda savunma mekanizması gibi bir refleks verip vurmaya falan kalkması lazımdı. Ama yok Feraye’nin tek refleksi ağlamak, daha çok ağlamak ve hiçbir şey bilmemek. Feraye’nin net bir duruşu da yok bu yüzden. Beğenirsiniz beğenmezsiniz bilemem ama Ateş ve Yaman’ın bir duruşu varken Feraye kimin yanındaysa ona göre. Feraye bana çok fazla şey sorgulatıyor artık. Aşk bu mu gerçekten ya? Seviyorsun diye her ne yaparsa yapsın görmezden gelmek mi? Siniye çekmek mi? Eğer ki böyle bir şeyse benden uzak olsun. Ve biri lütfen Feraye’ye bir ayna versin ve dışarıdan kendisini izlesin. Çünkü ben hiçbir kadının ona “Sırf ağabeyim senle evlensin diye hamile kaldın”, “Senin tek derdin güçmüş!” diyen bir adamın ardından “Her şey bittiğinde beni tekrar sever mi?” diye ağlamaz. Beni bu kadar tanımayan bir adam için mi kendimi kanattım diye üzülür. En azından az da olsa bir gururu ve duruşu olan kadınlar. Ben Feraye’nin artık bu kadar boş, pasif, savrulan bir kadın olmasından çok sıkıldım. Hiçbir şekilde karakter gelişimi göremiyoruz. Bundan sonra görür müyüz? Bilemem. Ama umarım görürüz ve bende keyifle kendi ayakları üzerinde duran Feraye için kelimelere ruh üflerim.

Atsan atılmaz satmaz satılmaz sözünün vücut bulmuş hali olan Yaman ise adeta duygu bombası gibi dolanıyor etrafta. Bazı hareketlerinde sonuna kadar haklıyken bazılarında da böyle cimcikleyip “şşt uyan sabah oldu” demek istiyorum. Yaman’ın Feraye’ye olan mesafeli tavrı oldukça yerinde ve doğru bir hamle. İlk başlarda bu hamleyi ağabeyi için yapıyor diye düşünsem de bebeği öğrendikten sonraki tavırları düşüncemi değiştirdi. Bebeği öğrendikten sonra bazı ayarları bozuldu yine. Ne kadar kırılırsan kırıl ne kadar öfkelenirsen öfkelen bir adam aşkından ölmeyi göze aldığı kadına o lafları etmez. ETMEZ! Bebek, Yaman’ın içinde az da olsa hayatta kalmaya çalışan o umudu öldürdü. Yaman artık aldatıldığına emindi belki de kendisinin ağabeyine giden yolda kullanılan bir araç olduğunu düşünüyordu. Yaşadıkları kolay mı? Değil ama bu kadar dengesiz hakkı olma hakkı vermiyor kendisine. Yaman karakterinin en büyük sorunu da burada yatıyor aslında. Çok fazla dengesiz yazılıyor. İki bölüm önce hastaneden çıktıktan sonra ağabeyinin başı belaya girmesin diye giden adam var. Bir de onunla konuşmak isteyen, derdini öğrenmek istediğinde üstüne geldi saydığı ve buna dayanarak öfke kusan bir Yaman var. Yaman gitmeye karar verdiğinde, intihara kalkışmadan söyledikleri ve yazdıklarıyla ağabeyini nasıl tanıdığını göstermişti. E bu adam ağabeyinin onlara böyle sorular sorup derdini öğrenmeye çalıştığını, huyunu bilmiyor mu? Biliyor. Ki zaten sorunun bu olduğunu da hiç sanmıyorum. Yaman yıllarca yakın ya da uzak fark etmeksizin Ateş’in gölgesinde kalmış. Şimdi tüm bunlar yetmezmiş gibi sevdiği kadın onunla evli. Sevdiği kadınla kurduğu hayalleri ağabeyi yaşıyor. Tüm öfkesi burada saklı işte. Yaman’ın hayallerinin öznesi Ateş oldu çünkü.

Yaman’ın bir öfke problemi olduğu haftalardır belli olan bir şey. Ama ben bu mevzunun çocukluk yıllarına kadar indiğini tahmin etmemiştim. Oyuncağını hele ki sevdiği oyuncağını kaybeden her çocuk üzülür, sinirlenir. Mesela bana hediye gelen ve çok sevdiğim bir bebek arabam vardı. Kuzenim onu kırmıştı. O kadar üzülmüş ve ağlamıştım ki. Sonrasında aynısını bulamadıkları için benzerini aldı ailem ve ben öfkemi unuttum. Hâlâ içimde onun hüznü duruyor. Belki unutmadım ama öfkem geçti gitti. Yaman ise bulunana kadar ailesine sonrasında oyuncağa işkence etmeye devam ediyormuş. Ki bir de bunu normal olarak görüyor. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki Çocuk Psikolojisi ve birçok pedagojik eğitim almış olarak bu normal değil. Bu çocuk neden bu kadar öfke biriktirmiş içinde? Öfkelendiğinde böyle davranmayı kimden gözlemlemiş? Ve en önemlisi bu durumu bilmelerine rağmen neden profesyonel yardım almamışlar? Bu durumu normal görmesi aynı zamanda onunla ilgili bir bilgi daha koyuyor önümüze. Bu petrolde Hazal ile yaşadığı konuşma sonrasında yaşadığı değişim gibi. Yaman yaptığı yanlış hareketlerin doğru olduğunu sanıyor. Ona göre doğru çünkü. Peki bu yanlış olan doğrular nasıl yerleşti zihne? Bugünümüz çocukluğumuzun eseri olduğuna göre belki de Yaman’ın sırrı çocukluğundadır.

Yaman ve Feraye zıt iki kutup. Aslında çok zıt gibiler uyumları da burada saklı zaten. Ama çok karışık bir ilişki dinamiğine sahipler. Bir kere birbirlerine güvenleri asla yok. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarını iddia ediyorlar. Ama yalan söylediğini bile anlayamıyorlar. Bakın bir insanı çok iyi tanıyorsanız -ki bunun sevgiliniz olmasına gerek yok- yalan söyleyip söylemediğini anlarsınız. Hele bir de bu insanla beraber büyümüşseniz bunu anlamamak çok zor. Aralarında inkâr edilemez bir bağ var ama ilk başta gösterilen saf duygulardan o kadar emin olamıyorum artık. Aralarında bir sevgi var ama sevgiden çok aralarındaki bir alışkanlık, bağımlılık gibi. Bakın söylemek istediğim şey şu. Beraber büyüyorsunuz kendinizi bildiğiniz andan itibaren aynı kişi var. Zaman geçiyor paylaşımlarınız artıyor. Birlikte anılar birikiyor, aşk giriyor ortama. Böyle bir durumda herkes alıştığı kişiyi kaybetmekten korkar. Ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın ondan kopmak çok zor hatta imkânsız görünür. İşte hepimizin bildiği toksik ilişkiler böyle ortaya çıkıyor. Feraye ve Yaman’ın ilişkisi toksik mi sonuna kadar toksik. Bir kere birbirlerine asla saygıları yok. Eskiden Feraye’nin kişisel alanına saygı duymuyor, onunla konuşmak istemiyor olmasına rağmen zorluyor diye Yaman’a kızıyordum. Şimdi aynı şeyi Feraye yapıyor. Ve yanlış yapıyor. YAPMAMASI gerekiyor. Yaman yaptığında ne kadar yanlışsa Feraye yaptığında da yanlış. Adam istemiyor işte seninle konuşmak, istemiyor. Sana seni görmek bile istemediğini söylüyor. Neyi zorluyorsun? Hiç mi gururun yok? Yoksa aşkta gurur olmaz mı diyor? İkisi de çok fazla yanlış yapıyorlar. Feraye’nin her hareketi Yaman’ı kırmızı görmüş boğaya dönüştürüyor artık. Ve her yaptığı iki kardeşin arasına uçurumlar sokuyor. Feraye yaptığı hareketlerde artık aşırı bencil. Ayrıca hiçbir hareketinde de Yaman’ı düşündüğünü düşünmüyorum. Yaman haklı yaptığı her hareket zamanında söyledikleri ve yaptıklarının vicdan azabıyla yapılıyor. Nasıl zamanında Yaman’a söylediysem Feraye için de söylüyorum. Ona zarar verdiğini söylediği hâlde her fırsatta karşısına çıkman ona iyilik değil kötülük. Ve bu sevgi değil bencillik. Yaman en azından Hazal gerçekleri yüzüne vurunca anlamıştı ama Feraye asla anlamıyor. İkisinin de büyümesi lazım özellikle de Feraye’nin.

Feraye’nin tutarsız hareketleri, ânı kurtarma çabalarının meyveleri maalesef iki kardeşin arasını daha da açtı. Evet büyüdükçe aralarına mesafe girse de haftalarca önce söylediği gibi “canım o benim”. Ateş ve Yaman birbirlerinin canı ne yaşanırsa yaşansın gün sonunda birbirlerine sığınırlar, destek olur. Şu an iki taraf da kendine göre o kadar haklı ki. Yaman, gözünün önünde ağabeyinin onun hayallerini yaşayışını izliyor. Bu bir insan için fazla zor ve ağır. Bazen içinde tuttukları ağır geliyor ve saçmalıyor. Ateş ise kardeşini biliyor. Nasıl bir karakteri olduğunu. İlk başta geldiğinde gördüğü onunla şakalaşan, yarışan Yaman gözlerinin önünde soldu. Ve bunun sebebini asla öğrenemiyor. Ona yardımcı olmak için elini uzattığı her an bir duvara çarpıyor. Ve bu çarptığı duvarların sebebini bile bilmiyor. Bir anda kardeşi ona karşı öfkeli oldu ve sebebini öğrenemiyor. Biri kardeşini biri ağabeyini kaybediyor. Belki de kaybetti. Yaman’ın ağabeyine kurduğu cümle çok önemli bence “Keşke gelmeseydin de aklımdaki ağabeyim olarak kalsaydın”. Çünkü Ateş geri gelmese aralarına Feraye girmeyecekti ve Yaman’da ağabeyinden yardım isteyebilecekti. Gördüğünüz gibi bir insanın bencilliği bir sürü insanın hayatını etkiliyor. Feraye’nin ektiği bu uçurumları da Ömer Gülsoy daha da büyütüyor.

Gülsoy malikanesinde yaşamanın ilk şartı sırttan bıçaklamak ikincisi de kesinlikle bencil olmak. Bir evin içindeki herkes mi bencil olur ya. Bu mu yani Ömer Gülsoy’un istediği aile. Gerçi ortada bir aile göremiyorum ben ama. Sanırsınız Osmanlı sarayı entrikanın biri bin para. Ömer Gülsoy artık ne yapmaya çalışıyor anlamıyorum. Ailede herke söyle bir davranıyor ki sanırsınız Ateş aslında bambaşka biri de şimdi böyle oldu. Sen Gülfem bu çocuğu Amerika’dan yalanlarla getirtirken sırf gelsin diye susmadın mı? Sırf gitmesin orada kalıp şirketin başına geçsin diye tavizler vermedin mi? Okan’a “Ateş benle savaşırken aynı ben oldu” demedin mi? Torunun hep dik başlı ve kontrolcü olduğunu bilmiyor muydun? Tüm bunları bile bile getirttiniz Ateş’i Amerika’dan şimdi işinin gereğini yapıyor diye kötü mü oldu? Şirketin başına geçtikten sonra yönetim Ateşin. Sen hâlâ şirketin başında kalıp istediğin gibi at koşturmak istiyorsan bu devir teslimi “ben öldükten sonra” şeklinde beyan etseydin. Ama yok sıkıştığınızda Ateş oğlum koş işinize gelmedi mi nankör Ateş git. Ama artık işler değişiyor, rüzgâr tersten esmeye başladı. Ateş şu ana kadar kıvılcımdı belki ama artık o kıvılcımı harlıyorsunuz. Yangının başlamasına çok az kaldı. Tik tak tik tak…

Güç birçok insanı sarhoş eder. Gücün tadına baktığınızda siz yavaş yavaş etkisi altına almaya başlar. Ve böyle durumlarda da sizi kendinizden birilerinin koruması gerekebilir. Ateş’in dedesine yaptığı tam olarak buydu. Ömer sırf elindeki gücü kaybediyor diye torunun sırtından bıçaklamaya çalışırken onun imzasıyla kara para aklarken rahatsız olmuyordun Ömer Gülsoy. Ailesinde herkes onun sırtından bıçaklamışken hem de. Ateş’in kendi dişinden tırnağıyla kurup annesi hasta diyerek satarak geride bıraktığı şirketinin parasıyla ailesini Vural’ın pençesinden kurtarması çok önemli. Çünkü ben olsam sırf onlara güvendim diye beni salak yerine koyup arkamdan iş çevirenlere asla yardım etmem. Elimde belgelerde varken polise gider ihbar eder sonra da kahvemi içerim. Ama Ateş yapmadı. Arkasından vurulmasına rağmen onları bu bataktan kurtardı ve yüzlerine vurmadı. Ama Okan’a söylediği gibi herkese yaptığının bedelini ödetecek. Ateş sırtındaki bıçakları bir bir öğrenirken şu an onu sırtından vurduğuna emin olamadığı kişi ne enteresan ki Yaman. Şirketin başına geçmek istemesi onu rahatsız etmiyor. İlk baştan beri Yaman’a senin hakkın dedi ama Ömer kabul etmedi. Sadece gizlice bunu yapmak istemesi ile karşı hamlesini yaptı. Ki Ateş’in o rapor hamlesi de Yaman’dan ziyade dedesineydi. Dedesine beni hafife alma deme şekliydi. Çevresindeki herkes ona karşı bu kadar vefasızken onun hâlâ onları koruması beni çok şaşırtmıyor. Ateş için öncelik her zaman aile koşullar ne olursa olsun. Bu para olayında polise gitmemesi ayrıca Bora olayında da mı kendi bir şekilde çözecek dedirtti. Ne kadar yalnız olursa olsun, kimse onu anlamasa da o onları sevmekten vazgeçmiyor.

İnsanın şüphesiz ki en zor savaşı ailesine karşı olan. Canından bir parça olan insanlarla mücadele etmek çok zor. Sırf olduğun gibi kaldığın, onlar gibi düşünmediğin ya da senin bakış açın onların işine gelmediği için ötekileştirilmen. Bunlar çok zor şeyler olsa da sana bazı artılar da getiriyor bazen. Dışlandıkça, uzaktan gözlemleme şansın daha da artıyor. Ve artık Ateş tamamen dışarıda bırakıldı. Bu yüzden artık bazı şeyler daha çok dikkatini çekiyor. Özellikle de Yaman ve Feraye ile ilgili. Kafasının içinde bir şeyler bir araya gelmeye başladı, şüphelenmeye başladı mı tam olarak bilemem. Ama artık bir dikkat verme söz konusu. İşte tam olarak bu yüzden de Ateş’den bir aşk itirafı gördüğümüzü düşünüyorum. Ateş şimdi itiraf etti ki her şeyi öğrendiğinde neler yapacak düşünebilelim. Daha önce Ömer’in söyledikleri ile aşk itirafını birleştiriyorum. Ne kadar sevse de affetmez demişti Feraye’ye. Bu durumu Feraye ile bozulacak mı yoksa ikisini de hayatından sonsuza kadar silecek mi bilmiyorum. Ve çok merak ediyorum. Ama her şey ortaya çıktığında Yaman ve Feraye çok zor günler yaşar mı? Yaşarlar çünkü Ateş içine düştüğü durumu kaldırabilecek bir adam değil. Ve kendi kardeşi sessiz kalarak buna göz yumdu. Artık bu dinamik nasıl ilerler bilmiyorum ama bir netleşsin artık.

Feraye, Ateş’e çok büyük haksızlık ediyor. Yaptığı onca saygısızca hareket var ki. Hangi birini saysam bilemiyorum artık. Bağ evinden başlayalım. Birinden aşk itirafı almak çok normal, Feraye böyle bir şeye hazırda değildi o da tamam. Ama o tepkisi kabul edilemez. Kendisine içten bir şekilde duygularını itiraf eden bir adam var. Ve adama vebalı gibi davranıyor. Şimdi bir kısmınız “E ne yapsın sevmiyor kız” diyebilir. Tamam evet sevmiyor buna kimse bir şey demiyor, diyemez. Ama “Ateş söylediklerin için ve açık davrandığın için teşekkür ederim. Ama ben sana karşı böyle hisler taşımıyorum, hâlâ eski sevgilimi seviyorum. Kusura bakma” demek var bir de sanki hastalıklı gibi elini çekme var. Çevresinde kendisini insan yerine koyan tek kişiye olan bu tavrını herkese gösterebilse olaylar çok başka olurdu emin olun. Bir diğer mesela Yaman için “Ona zarar verme” demesi. Bu cümleyi kim duysa “ne oluyor” der. Kriz yönetimi sıfır. Zaten orada Ateş’in aklı dalgalanmaya başladı. Normal bir insan iki kardeşin kavgasını ki biri kocası iken “Siz kardeşsiniz ya ne yapıyorsunuz” şeklinde ayırır. Artık bazı şeyleri Feraye bilerek yapıyor gibi geliyor. Hani sanki Ateş bir şeylerden şüphelensin de ona sorsun artık anlatıp kurtulsun. He bu olursa bu itirafı yapabilir mi orası ayrı soru işareti zaten.

Feraye Ateş konusunda çok gelgitli. Bir ara adama vebalı gibi davranıyor sonra kazandığı ilk parayla oan çok değerli bir hediye alacağını söylüyor. Kardeşini kış bahçesinde sıkıştırıyor onun yanından çıktıktan sonra Ateş’e “nasılsın?”, “Günün nasıl geçti?” diye soruyor. Feraye bana kalırsa Ateş’in duygularından o kadar da rahatsız değil. Çünkü sıfırdan başlama teklifini kabul etti. Sil baştan tanışan Ateş ve Feraye artık onlar. Ben olsam hislerinden rahatsız olduğum birine onun gibi olmazdım. Ben Feraye değilim ama rahatsız olan hiçbir hemcinsimin yapacağını da sanmam. Belki de bebeğinin can sigortası olarak gördüğü içindir ya da âşık olmasa da Ateş’in dostluğuna değer vermesindendir. Bilemiyorum ama bu durumda aslında kızmam gereken kişi Feraye değil. Feraye’yi yazanlar kararsız olduğu için kız da kararsız kalıyor. Yaşanılan her şeye rağmen birlikte gülüp eğlenebilen bu ikiliyi hayat nereye ve nasıl sürükler izleyip görelim.

Nevşehir’de dengeler artık tamamen dönüşüyor. Bora’nın dönüşü tüm taşları yerinden oynatacak. Artık bebeğin de can güvenliği oldukça büyük. Bora bir bebeğe zarar verir mi? Bilemem ama stresin yasak olduğu anne kaçırılma korkusu, Bora geri geldi korkusuyla bebeğini koruyabilir mi? Göreceğiz. Bildiğim tek şey bu saatten sonra herkes dikkatli olsun çünkü savaş başlıyor.

Yazımın sonuna gelmeden değinmek istediğim bir husus var. Haftalardır acaba bir gelişme olur mu ki diye bekledim. Ama bir arpa boyu yol alamadık. Sözlerim biraz kızım sana söylüyorum gelinim sen anla minvalinde olacak. Uzun zamandır sektörde rahatsız olduğum bir durum. Sosyal medyanın diziye etki etmesi. Senaryo yazmak çok bir iş. Bir dünya kuracaksın, karakterler oluşturacaksın bu karakterin her bir detayını da sen yapacaksın. Aylarını, yıllarını verip bir evren oluşturacaksın ve sonunda ona can verme şansın olacak. Ne kadar güzel değil mi? Oluşturduğunuz hikayelere güvenip yapımcılara gidiyorsunuz sayın senaristler, güvenmeseniz gitmezsiniz. Siz hikâye inanıyorsunuz, yapımca da size inanıyor ve oyun başlıyor. Peki ya sonra? Sonrası baya karışık. Ben asla izleyicinize kulak tıkayın görmezden gelin demiyorum. Elbette izleyicinin görüşleri önemli. Hem de sadece senarist değil oyuncular için de. Ama günümüzde görüşlere dikkat etmenin ötesinde senaryolar adeta sosyal medyadan yazılıyor. Benim derdim o çift olmuş bu çift olmuş değil asla. Sağlam bir hikâye. Siz bu yola çıktığınızda hikayenizin ana olayı başı ve sonu bellidir. Aradaki olaylar değişken olsa da sizi o sona götürür. Ama siz başladığınız yolda başkalarının etkisiyle emek vererek oluşturduğunuz hikâyeyi değiştirirseniz benim aklıma tek bir soru gelir. Ya hikayenize güvenmiyorsunuz ya da gündemde olmak güzel bir iz bırakmaktan daha önemli. Bizim dizimizden örnek vereyim konuya. Benim derdim AtFer ya da FerYam olmuş olmamış değil. Hikâye planlandığında sizin kafanızdaki son neydiyse onu yazmanız. En baştan belliyse yürüdüğümüz yolun sonunda FerYam olduğu ona göre yürüyelim. Gerek var mı illa üçgen yaratmaya. Ya da yolun sonunu Atfer olarak düşündünüz o zaman ona göre yürütün. Her hafta bir kaşık bal çalınıyor izleyiciye ama asla ilerlemiyoruz. Siz karar veremediğiniz içinde karakterler dengesiz oluyor. Hikâye bir kısır döngü içine gireli çok oldu. Ve biz bir değişikliğe gidiyoruz yakın zamanda. O değişiklikten sonra nasıl ilerleyeceğiz açıkçası çok merak ediyorum. Umarım ben yanılırım ve güçlü bir karakter değişimi geçiren Feraye ile her hafta değişen karakterler yerine sağlam karakterler izleriz.
Bir sonraki yazıda görüşünceye dek saygıyla kalın.

 

Geçmişin Gölgesinde Kedi Fare Oyunu (Aile, 19.bölüm)

YAZAR :Simay DEMİR

Yaşamımızın yaptığımız seçimlere göre şekillendiği kanısındayım ve iyi ya da kötü bu seçimlerin sonucunu yaşıyoruz. Bazen de geçmişte yapılanlar, yaşananlar bugünün mimarı oluyor. Nedret, Devin, Hülya ve hatta Aslan… Hepsi geçmişlerinde açılan yaralarla bu günlerini şekillendiriyorlar. Ancak bunun en bariz şekilde belli edeni Devin’den başkası değil.

Devin çok zor bir hayat yaşayarak bugünlere gelmiş bir kadın. Bu yüzden aile kavramına çok değer veren biri. Bunu Leyla ve çocuklar için yaptıklarından çok net görebiliyoruz. Aslında bunu Devin’de birçok kez gördük ama Hülya’ya söylediği bir söz bunun doğruluğunu kanıtlar nitelikteydi; Sen uyuyan yılanı uyandırdın. Devin böyle söyleyince onun yaşadıklarını bir daha gözden geçirdim; o nerelerde içindeki gerçek Devin’i uyandırdı diye. Devin, babasının onları nasıl terk ettiğine şahit oldu, annesinin intiharını gördü, yıllarca kardeşiyle oradan oraya sürüklendi, az daha kardeşinin ölümüne şahit olacaktı, çocuğunu kaybetti var mıydı daha ötesi? Aslında vardı o Yağmur’a zarar veren insan müsveddesi serbest kaldığında, babası annesini zorla evinden attırdığında, Cihan sevdiği adamı öldürmek istediğinde uyanmıştı birkaç kez. Şimdiyse Hülya sevdiklerine, ailesine zarar vermek istediğini görünce uyandı onun içindeki asıl Devin. Yani Devin hiçbir zaman söz konusu kendisi olduğunda uyanmadı ama kötü bir el ailesine, sevdiklerine uzandığı anda işte o an gözünü karartıp her şeyi yapabilecek Devin çıktı karşımıza, buna Aslan’la karşı karşıya gelmek de dahil.

Devin  sekiz yaşında anne olmuş bir insan. Annesinin delirmesi, babasının onları terk etmesinin ardından ablalıktan anneliğe terfi ettirilmiş. O günden sonra çocukluk da bir yanda kaldı. Annesini kurtaramadı, kardeşini hayatta tutmak için elinden geleni yaparken kendi gençliğini, çocukluğunu feda etti. Bakın şimdi fotoğraf netleşti. Devin kendi ailesine olanlar Leyla ve çocuklarına olmasın diye büyük bir savaş veriyor. Çünkü Devin Yağmur için verdiği savaşı kaybetmişti. Hatırlarsanız Yağmur’un geçmişi, Devin’in şu anda neden bu halde olduklarını gösteriyor. Devin hiç çocuk olamamış, Yağmur hep eksik kalmış kadınlar. Devin’in tek savaşı da bu. Kendi berbat, karanlık çocukluğunu başkası yaşamasın diye didinip duruyor. Bunun için Hülya’yı alaşağı etmesi gerekirse edecek. Nedret’le iş birliği yapması gerekirse yapacak. Zira Hülya kendi çocukları, kendi torunları derken elinin değdiği herkesi yok ediyor ve anladığım kadarıyla en büyük kurbanı da ailesi değildi. Nedret Soykan’ın tüm hayatını elinden almış ve bu hususta biraz konuşmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Nedret, Soykan malikanesine fırtına gibi döndü. Geldiği anda da Hülya’ya karşı savaş baltasını çıkardı. Geçmişe döndükçe aslında Nedret’im öfkesini anlıyorum ama Hülya sebepsiz yere birine bunları yaşatacak biri değil. Önceleri annelik meselesinden dolayı diye düşündüm ama bence sebep çok daha özel diye düşünüyorum. İlk sezondan bu yana İbrahim ve Hülya arasında zaman zaman kendini gösteren yakınlık, İbrahim fırsatı varken bile Hülya’ya zarar vermemesi, o zamanlar aralarında bir ilişki olduğunu düşünmeme sebep oldu. Nedret de onları gören tek kişi olunca, bana kalırsa Hülya kendilerini korumak için Nedret’i baba ocağından kovdu. Nedret de şimdi o zamanların intikamı için geri döndü diye düşünüyorum.

Hülya’ya gelecek olursak… Sanırım ben artık şaşırma duyularımı kaybettim arkadaşlar. Yani bir insan daha da kötü olamaz derken, Hülya’nın içinden şeytan çıktı. Kızına, oğluna, Nedret’e yaptıklarını düşündükçe Devin için korkuyorum. Yani gücünü kaybetmemek için bunca şeyi yapan kadın, bu gücü kaybettikten sonra intikamı için cehennemi Soykanların üstüne yağdırır diye düşünüyorum ama biraz daha bekleyelim.

Ben tabi yine de anlıyorum Hülya’yı… Hülya Soykan hem yaşadıklarının hem de yaşayamadıklarının insanı ne hale getirebileceğinin en iyi örneklerinden biri bana göre. Hülya’ya iyi bir anne olamadığı, çocuklarını hiç düşünmeden harcadığı, arkalarından oyunlar oynadığı için çok kızıyoruz ama bunun tek sorumlusu o mu? O dört çocuğu olmasına rağmen anne olamamış, çocuklarını istediği gibi öpüp koklayıp büyütememiş bir kadın. Sevdiği adam tarafından sevilmemiş, işkence görmüş, hor görülmüş biri. Önce Cihan’ı kucağından almışlar sonra diğerlerini bu da ona acımasız olmayı öğretmiş. Düşünsenize Nedret o evden gidene kadar Hülya’nın evlatlarına o bakmış. Yusuf çocuklarını ondan alıp ya annesine vermiş ya da Nedret’e. En sevdiklerinden ayrılma sebebi olarak Nedret’i görmeye başlayınca da o da onu en sevdiklerinden ailesinden, sevdiği adamdan koparmış. O çocuklarına hasret kaldıkça Nedret’e de aynısını yaşatmış, yapayalnız, ailesiz kimsesiz bir hayata mahkûm etmiş onu, tıpkı kendi yalnızlığı gibi. Bu kısasa kısasta kim haklı kim haksız daha henüz tam belli değil ama Buradan şunu anlıyorum ki Hülya’nın ne duru var ne de durağı, kötülüklerin ne ucu var ne de bucağı. Hülya kötülük yapmaya itilmiş biri olabilir, bunu yapmak için sebepleri olabilir ama yaşadıklarımız bizi sadece kötülüğe mi iter? Ben öyle düşünmüyorum o bunu yapmayı tercih eden ve asla yaptıklarından pişmanlık duymayan biri olarak görüyorum kendisini. Üstelik düşününce tüylerimi diken diken eden bir durum daha var; Devin babasının yanından ayrılır ayrılmaz babasının Hülya’yı araması dahası Devin’in asla çocuk sahibi olamayacağını bilmesi bana “Acaba bu enfeksiyon ve çocuk olmayacak meselesini Hülya planlamış olabilir mi?” diye dedirtmiyor değil doğrusu. Oradan kötü kokular almaya başladım ve Devin’in babasının hırslarını, Hülya’nın acımasızlığını düşününce olmayacak şey değil diye düşünüyorum

Düşünüyorum da Cihan’ın Aslan’a düşman olması için bir türlü beni tatmin eden bir sebep bulamıyorum. Aksine Aslan dışında suçlu olan herkesle bir şekilde iletişime geçti, iş anlaşmaları yaptı hatta hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Peki Aslan’ın Cihan’ın yaşadıklarından herhangi bir tanesi için bir kabahati var mı? Ben söyleyeyim; yok. O zaman Cihan ona neden bu derece düşman, Leyla için sevdiği kadını bile hiçe sayarken, ailedeki isimleri tek tek sayıp onlar için canını vermeye hazır olduğunu söylerken niye bir tek Aslan’a düşman? Belki de onu koruyabilmek içindir ne dersiniz? Görünürde Cihan Aslan’dan kurtulup Soykanların ve marinanın başına geçmek istiyor öyle değil mi? Peki bahanesi ne; ailesinin intikamını almak. O zaman neden hedefi İlyas, Hülya yahut İbrahim değil de Aslan? Çünkü ona düşman görünmesi gerekiyor bence. Üstelik kılını bile kıpırdamadan Aslan’ın ölümünü izleyebilecekken o iki kez onu kurtarmaya kalkıştı. Düşünsenize Tolga’nın ölümü için ikisi de Sansar’ın peşindeyken istese Sansar’ın Aslan’ı öldürmesini bekleyip sonrasında Sansar’ı etkisiz hale getirebilirdi. Fakat o tam zamanında müdahale etmeyi seçti. Dahası Aslan’ı yanan evin içinde gördüğünde onu kurtarmak için yeltendi ve Devin’in onu çıkardığını görünce geri adım attı. Yani Devin orada olmasaydı Cihan onu kurtaracaktı. Şimdi diyebilirsiniz ama Cihan ölmesini değil sürülmesini istiyor diye. O zaman şöyle söyleyeyim Cihan aileye zarar veren herkesi hiç düşünmeden öldürüyorken niye Aslan’ı ortadan kaldırmasın onun ne özelliği var? Önce sürekli aileyi sattığı için Tolga’yı öldürüp sonra onlara sürekli ihanet eden İbrahim’i hiç düşünmeden öldürmeye çalıştı. Üstelik Cihan Aslan’ın ne kadar zeki olduğunu çok iyi biliyor bu yüzden İlyas Koruzade’yi onu öldürmek değil süründürmek istediğine ikna etti. Çünkü Aslan bir şekilde onların kurduğu tuzakları fark edip müdahale edeceğini de, zarar görmeyeceğini de en iyi bilenlerden biri o. Zaten Aslan tek bir sefer tuzağa düştü ve onda da Cihan İlyas’ın kalesinde onunla eş değer konuma geldi, yani kaybeden Aslan mı oldu Koruzade mi tartışılır. Üstelik İlyas Koruzade bir tek gerçek ailesinin ölümünün sorumlulardan biri değil. Aynı zamanda çocuğunun ve sevdiği kadının ölümünden de sorumlu biri, şimdi de yıllarca aile bildiklerini yok etmek için uğraşıyor. Bu yüzden belki de Cihan sevdiklerinin ondan nefret edeceğini bile bile kendini feda edip ailesinin karşısında duruyormuş gibi görünüyor olmaz mı? Belki de istediği tek şey Aslan ve Devin’in kendilerine temiz bir hayat yaşaması. Bu yüzden Cihan’a ön yargılı bakmamak gerektiğini düşünüyorum aksi takdirde Cihan’ın hiçbir motivasyonu inandırıcı durmuyor. Ne Aslan’a olan öfkesi, ne başlattığı güç savaşı, ne de intikam bahanesi hiçbir zemine oturmuyor bende. Çünkü bunların hiçbirini gerçek muhatabı Aslan değil. Ortada intikam alınacak biri varsa onlar da ; İbrahim, İlyas ve Hülya olmalı diye düşünüyorum. Aslan Cihan’a “Ailemden birine dokunursan karşında beni bulursun” demişti ve İbrahim Aslan’ın gözünde en değersiz konumdayken Cihan onu öldürmeye kalktı, keza Tolga da öyle. Aslan ve Cihan karşı karşıya gelmedi bile onlar için. İlyas zaten düşman geriye bir tek Hülya Soykan kalıyor. Bakalım kader onun için nasıl tecelli edecek.

Tüm bunların tam ortasında Aslan yapayalnız kaldı. Bir yanda ailesini ailesinden korumaya çalışıyor. Bakın bu çok ağırdır. Aslan bir yanda karısını, halasını annesinden, diğer yanda aile varlığını abisi ve amcasından korumaya çalışırken artık delirmenin eşiğine geldi. Elini attığı yerden oyunlar, sırlar çıkarken her şeyin ortasında sevdiği kadını da yanında, akıl sağlığı yerinde tutmaya çalışıyor. Aslan’ın bunca yükün altından nasıl kalkacağını bilmiyorum ama zannımca yakında büyük bir patlama yaşayacak. Zira ben İbrahim ve Hülya’nın sırlarının Aslan’ın aile kavramını kökünden değiştireceğini düşünüyorum.

Saflar tutuldu, herkes kimin yanında olmak istediğine karar verdi. Kılıçlar çekildi ve Aslan’ın deyimiyle “suya kan bulaştı” şimdi Soykanların kan kokusunu alan herkes onlara saldırmak için sırada bekliyor. Bence asıl savaş şimdi başlıyor.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Mayın Tarlası (Safir, 9.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Hayat son nefesimizi verdiğimiz âna kadar mücadeleler içinde geçiyor. Hep bir savaş hep bir tetikte olma hâli. Genelde belgesellerde söyleseler bile “güçlü olan hayatta kalır, kazanır” sözü bence insan için de geçerli. Her ne kadar ilk bakışta hoş görünmese de bu durum dengeyi sağlıyor. İyi olan sürekli kazanır mı bilemem ama güçlü olan her zaman kazanır bundan eminim. Bu gücü sadece fiziksel ya da maddi bir güç olarak düşünmeyin. Manevi ve psikolojik güçte en az diğerleri kadar önemli. Ki bana soracak olursanız psikolojik gücünüz sağlamsa diğerleri bir şekilde hallediliyor. Çünkü tüm olan bitene dayanabilmeniz için önce ruhunuzun sağlam olması gerekir. Ruhunuz belki de benliğinizdeki en güçlü noktanızdır. Ama küçüklü büyüklü aldığınız yaralar sonrası o da kan kaybetmeye başlar. İşin özü kişinin dermanı kendi içinde saklıdır. En önemli ve en değerli kendimiziz. Bunu farkına varıp da sınırlarınızı çekmeyi başardığımız an zaten 2-0 öne geçiyoruz.

Yaman bulunduğumuz noktada darmadağın olmuş her parçasını bir araya toplamak için uğraşıyor. Ruhu, kalbi, aklı paramparçaydı şimdi bedeninde bunların bir imzası olacak. Yaman’a kızdığım noktalar çok fazla biliyorum. Kızma sebeplerimde de hâlâ kararlıyım ama bu hafta Yaman bambaşka bir Yaman’dı. Yaman büyümüştü sanki. Doğrularıyla hatalarıyla bugüne kadar Feraye ve kendisi için savaştı. Arkasında onu öldürmek için bekleyen silah varken hem de. Kardeşini, ailesini ve sevdiği kadını korumak için boyun eğdiği her şey en sonunda ayaklarına dolanıp düşürdü. Düştükçe ruhu kanadı, kanadıkça vazgeçti ve sonunda ruhunu hapsetti. Yaman şu an yaptığı her şeyde haklı. Feraye’ye hep anlatmaya çalıştığı ama anlatamadıkları vardı. Korumak uğruna sustukları ama haykırmaktan vazgeçmediği şeyler de oldu. Yaman, Feraye ile ilgili öğrendiği çok şey ile yerle bir olsa da onun hâlâ canını yakan şey şüphesiz Ateş ile ilgili olan şeylerdi. Bu haftada Feraye’nin yüzüne açık açık söylediği tek şey buydu. Çünkü ne kadar kızsa da kırılsa da etle tırnaktı, kardeşti onlar. Sığınabileceği tek kişiydi Ateş. Belki de Feraye ve Ateş arasında bu durumlar olmasaydı Yaman, ağabeyine her şeyi anlatacaktı. Çünkü biliyordu ağabeyi onlar için her şeyi ama her şeyi yapardı. Feraye konusundan Ateş’in bir suçu olmadığını bilse de içindeki sızı dinmiyordu. Bunun için bazen birden parlayıveriyordu ağabeyine. Ama şu an kırgın olduğu bir nokta var bence. Evlenmesi. Bu Feraye dışında biri olsa da üzerdi bence Yaman’ı. Sonuçta orada canıyla cebelleşiyordu ve ağabeyi evlenmişti. Dürüst olalım ki hangimiz olsak kırılırdı, o yüzden bu konuda haklı. Yaman, ağabeyini cidden çok seviyor. Ona bir şey olmasını da istemiyor. Kırgın da olsa kızgın da olsa onun başının belaya gireceğini duyduğu an fırladı gitti. Ve giderken yanına dedesinin silahını aldı. Ağabeyini kurtarabilmek için elini karanlığa sokmaya bile hazır. Kardeş olmak böyle bir şey değil mi zaten? Kızsan da kırılsan da onun için varını yoğunu ortaya koymak. Keşke bu ağabeyi- kardeşi düzgünce izleyebilsek eminim ki harika olurlar.

Ağabeyine kırgın ama Feraye’ye kırgınlığını bastıracak şekilde öfkeli bana göre. Şu an birbirlerine ne kadar kırgın ya da kızgın olurlarsa olsunlar bunu beklemiyordu. Kendisi ölüm ile yaşam arasındayken evleneceğini düşünmüyordu. Bu ağır çok ağır. Yaman o an her şeyden emin oldu kendince. O an anladı Ateş’e gerçekten âşık olduğunu, içten içe kabullenemediği şeylerin gerçek olduğunu. Yaman o an artık her şeyi geçmişte bıraktı. Ruhunu ve kalbini bir yere sakladı ve hayatına bakmaya karar verdi. Çünkü yorulmuştu artık. Feraye’ye bir şeyleri anlatmaya çalışmaktan, anlattığı şeyin anlaşılmamasından. Herkesin bir sınırı vardır çünkü ve Yaman o sınırı aştı. Artık onun için Feraye, ağabeyinin eşi. Bu kadar, daha fazlası değil. En azından kendisini buna inandırmakta kararlı Yaman. Onun aksine Feraye ise duygularını tekrar hatırladı.  Yaman’ın hatalı olduğu noktalar olduğu kadar Feraye’nin de var. Ki giderek de artıyor hataları. Feraye asla çabalamıyor. Çabalıyormuş gibi görünüyor. Ne geçmişte ne son olaylarda ne de bundan sonra ikisi için mücadele eden kişi Feraye değil. Ki bundan sonra Yaman kalbine söz geçiremeyip tekrar mücadele etmeye devam etmezse eğer Feraye şu an yaptıklarının dışına çıkmayacak.

Feraye ve Yaman’ın birbirlerine hissettikleri duygular çok ama çok karmaşık. Birbirlerine söyleyemedikleri her şeyi başkalarına çok rahat anlatıyorlar. Birbirleri hariç herkesle çok güzel konuşuyorlar. Ama konu birbirleri olduğu zaman işler bambaşka yürüyor. Hadi bize yanlış gelse de Yaman’ın susmasını anladık diyelim ama Feraye? Ben Feraye’yi anlayabilmek için cidden çok uğraşıyorum ama olmuyor. Bakın dokuz bölüm oldu. Dokuz bölümdür herkes Feraye’yi bir şeye ikna edebilmek için debelendi durdu. İşler iyice karışmadan hiçbir şeye ikna olmadı ama Okan’ın bir kere, bakın bir kere konuşması ikna olmasına yetti. Şöyle düşünebilirsiniz “Yaman’a bir şey olmasın diye kabul etti”. Bu durumda Yaman’ın sadece canı güvende ve iyi olacak. Ruhu cehennem ateşinde yanmaya devam edecek. Hâl böyleyken Yaman için cidden “İyi” diyebilecek mi? Feraye ne bekliyordu ben onu da anlamıyorum. Bir anda Yaman’a böyle davranmaya başladı diye Yaman her şeyi silip atacak mı? Kendisi atmış mıydı? Yaman’ın Feraye’ye söylediği iki cümle çok çarpıcıydı benim için. “Sen beni zehirliyorsun” ve “mecbur kalmadıkça benimle konuşma”. Feraye ve Yaman uzun zamandır birbirlerini zehirliyor bu çok ama çok doğru. Diğer sözü ise odasında Ateş ve Aleyna’ya yakalandıktan sonra oldu. Yaman ağabeyini çok iyi tanıyor ve çok değer veriyor. Sürekli böyle bir durumda yakalanırlarsa neler yaşayacaklarını biliyor. Ve bence Yaman artık Feraye için Ateş’i karşısına almak istemiyor.

Yaman bu süreçte en değerli şeyin ailesi olduğunu anladı. Ailesinden kastım da Okan, Ateş ve dedesi. Annesine kırgın ve mesafeli. Bu üç kişiden de en önemlisi Okan onun için. Çünkü ne olursa olsun onun küçük kardeşi Okan. Okan için ise Yaman bir sürü figürü temsil ediyor. Ağabeyi, arkadaşı, koruyucusu. Ona bir şey olma ihtimali bile kahrediyor Okan’ı. Ve bu iki kardeş hem birbirlerine çok benziyor hem de çok farklılar. Yaman fevri Okan duygusal. Ama Okan’ın duygusallığı düşünmesine engel olmuyor, Yaman’ın fevriliği ise herkesi daha da ateşe sürükleyebiliyor. Ona rağmen Okan ve Yaman ilk defa bu kadar keskin bir şekilde karşı karşıya geldi. Her ne kadar kısa sürse de. Okan, ağabeyini içinde bulunduğu bu acı dolu çukurdan çıkarmak için her şeyi yapmaya hazır. Yaman ise her ne kadar artık bir şey hissetmiyorum dese de Okan’ı da ailesini de yeni bir belaya sürüklememek adına her şeyi yapmaya hazır. Yaman, Ateş’in onları anlayacağından yardım edeceğinden emin. Okan ise Ateş’in keskin ve karanlık tarafına şahit olmuş biri olarak her şeyden kendisini sorumlu tutacağından. Hâl böyleyken düşmanımın düşmanı dostumdur felsefesiyle mi hareket edecekler merak ediyorum.

Okan bu hayatta en zor anlarında hep tutunduğu dal olan ağabeyini kaybetme noktasına gelmiş olmanın şokunda. Bu yüzden detaylı düşünmeden onları o zindandan çıkaracak her şeyi yapmaya hazır. Bu Vural’ı bitirmek için Bekir ve Sarp ile iş birliği yapmaksa bile. Okan’ın artık ne sabrı ne dayanacak gücü kalmadı. Sonuca varmak istiyor sadece. Ve bu uğurda yürüdüğü her yolda mübah onun için. Çünkü kendisi yüzünden mahvolan hayatları görmeye artık dayanamıyor. Yaman’ı ve kendisini Vural’dan korumaya çalışırken şimdi denkleme bir de Ateş eklendi. Ateş ile ilgili içinde bazı konularda şüphe olsa da onu da çok seviyor Okan. Yaman’ın başına bir şey gelmesine izin vermediği gibi Ateş’in başına da bir şey gelmesine izin vermemekte kararlı. Bu yüzden hemen koştu Yaman ile. Okan artık kaybetme endişesiyle kavuruluyor hâl böyleyken de gözü iyice kararıyor. İşte bu sebeplerden Okan’ın bu hâli beni çok fazla korkutuyor. Kaş yapayım derken göz çıkartmaz umarım.

Bu hayatta insan dostunu da düşmanını da iyi seçmeli bence. Böyle söyleyince garip geliyor biliyorum ama düşmanın bile düzgünü lazım. Okan şu an kendince doğru bir müttefik bulduğunu düşünse de Yaman bu ittifakla başlarının daha büyük belaya girebileceğinin farkında. Çünkü onlara el uzatanlar Vural’ın sağ kolu ve manevi oğlu. Yaman’ın güvenmemesi ve hep tetikte olması çok normal. Belki de tüm bunlar bir tuzak diye düşünüyor. Okan ise bunun aksine bir çıkış yolu bulduğu için o yolda koşmaya hazır. Ama Sarp’ı da hafife almamak gerekiyor. Çünkü ilk kime hamle yapacağını, nasıl ikna edeceğini çok iyi biliyordu. O ailede en kolay ikna edeceği kişi Okan. Öyle de oldu. Yaman’ın o kadar kolay ikna olmayacağını biliyordu ama onun da yumuşak karnını bulmuş ve hamlesini yapmıştı. Şu an Bekir, Sarp, Okan ve Yaman aynı tarafta gibi görünüyorlar. Ama giderek Sarp ve Bekir’in de eli kozlarla doluyor. En ufak bir restleşmede şirketteki cinayette, Bora olayı da ortaya çıkabilir. Hatta ailelerine zarar bile verebilirler. En nihayetinde Bekir de Sarp da güvenilmeyecek adamlar. Bu ittifakın sonunda umarım daha da çamura batmaz Gülsoy kardeşler.

Nevşehir’de bu ara en popüler olan şey birilerini sırtından bıçaklamak sanırım. Haftalardır sırtından bıçaklar eksik olmayan Ateş’e şimdi de Vural eklendi. Vural hayatını kor alevler üstünde yürüyerek bugüne getirmiş gözü kara bir adam. Geçmişi oldukça puslu ve o pusun ardından sadece tehlike kokusu geliyor. Geçmişi gibi bugünü de tehlikelerle dolu bir adam. Oldukça gururlu ve sert. Kimse ona yukarıdan bakıp haddini bildiremez. Asıl merak ettiğim şey ise Vural hep böyle bir adam mıydı? Yoksa yaşadıklarından sonra mı bu hâle geldi? Çünkü yaşadığı acılar bazen insanları olduğundan çok daha farklı birine dönüştürebilir. Vural’ın karşısına geçmişi sorun olarak çıkmaya devam ediyor. Vural’ın geçmişinin en büyük şahidi ise şüphesiz Gülfem.

Vural, Gülfem’in onu sırtından bıçaklamasıyla kendisini yeniden yaratmış ve hayatında kalarak onu rahatsız etmeye devam etmiş. Ama bu süreçte Gülfem’de pek boş durmamış. Vural ile ilgili kullanabileceği her şeyi biriktirmiş. Gülfem ve Vural’ın geçmişinde sonuçlanmayan yüzleşmesi artık bugünlerinde. Vural, Gülfem’in sadece sözde tehdit ettiğini düşünse de Gülfem bu hafta kozlarını masaya yatırdı. Bana soracak olursanız bu bilgiler sadece başlangıç. Gülfem, düşmanını nereden vuracağını iyi bilen bir kadın. Vural ise asla pes etmeyen bir adam. Bu ikilinin savaşı çok çetin geçer benden söylemesi.Vural bir yandan Gülfem bir yandan da Ateş ile savaşmak zorunda. Bu savaşta karşısında iki güçlü düşman var. Vural şu an için Ateş’i oldukça basit bir rakip olarak görüyor. Onun için Ateş dünkü çocuk çünkü. Ama savaşlarda en büyük hatadır düşmanını küçümsemek. Vural sessiz sedasız arkadan işler çevirirken Ateş’de bir şeylerden şüphelenmeye başladı gibi geliyor. Çünkü Ateş maskeli bir surata sahip. Duygularını gizlemeyi çok iyi bilen bir adam. Şirketteki olay kafasında soru işaretlerini yaktı ama bekliyor bana göre. Çünkü orada yaşanan hiçbir şeyin mantıklı bir açıklaması yok. Ateş ve Vural zırhlarını giydi, kılıçlarını kuşandı savaş resmen başladı. Vural ilk hamleleri gizliden gizliye yaptı. Ama Ateş onun gibi gizli gizli kirli oyunlara başvurarak bitirmez Vural’ı. Herkesin gözünün önünde ipini çeker. Aralarındaki temel fark da bu. Ve unutmayın ki arkadan iş çeviren kendisini önde zannederken ummadığı bir anda öyle bir darbe alır ki neye uğradığını şaşırır. Ateş son uyarını yaptı bundan sonra Vural’da tetikte olsa çok iyi olur. Çünkü Ateş’in karanlık tarafını henüz görmedi.

Aynı anda iki cephede savaşan tek kişi Vural değil. Gülfem bir yandan Vural’ı oğlundan uzak tutmak isterken bir yandan da Ateş ile arasını düzeltmek istiyor. Gülfem’in tüm planları bir anda kâğıttan kuleler gibi yıkıldı. Artık başı sıkıştıkça Ateş’in önüne hastalığını seremeyecek. Olmayan hastalığını kullanıp Ateş’i manipüle etmeye kalkamayacak. Zaten yapamıyordu artık hiç şansı kalmadı. Ve Gülfem çok iyi biliyor ki Ateş onu kolay kolay affetmeyecek. Anne ve oğulun yüzleşmesi oldukça sakin geçmiş gibi görünse de oldukça etkili bir yüzleşmeydi. Benim haftalardır sorduğum soruyu Ateş’de annesine sordu. “Bir anne evladına nasıl böyle bir yalan söyler?” Cevap? Koca bir sessizlik. Ateşse karşı hamle olarak annesine ilk defa bu kadar kendi duygularının en derinlerini açtı. Sabaha kadar onu uyutmayan, ağlatan yalanın sebebini öğrenmek istiyordu. İçten içe cevabı bilmesine rağmen. Geçen hafta öğrendiği bıçağı sırtından tamamen attı artık Ateş ve kanama başladı. Annesinin kendisi için, bencilliği uğruna ne kadar ileri gidebileceğini gördü. Artık Gülfem’e eskisi gibi olmayacağı çok belli. Onunla eskisi gibi konuşmuyor. Hatta tartışmaya bile girmiyor, yanından çekip gidiyor. Gülfem’i en büyük korkusu olan şeyle yokluğuyla sınıyor. İyi de yapıyor çünkü Gülfem bunu çoktan hakketmişti. Bencilliği uğruna insanların hayatlarını değiştirdi çünkü.

Gülsoy konağında Gülfem bencilliğiyle ben buradayım derken bir diğer köşede Feraye onu takip ediyor. Feraye’nin gerçekleri öğrendiğindeki acısını, yıkılışını, ateşler içinde kavruluşunu öyle iyi anlıyorum ki. Sevdiği adamın yaptığı fedakârlık karşısında son zamanlarda ona söyledikleriyle yüzleşti. Bu durumda kimse Feraye’yi suçlayamaz çünkü böyle bir şeyi tahmin bile edemezdi. Artık tüm gerçekleri biliyor. Her şeyin sebebini ve sonucunu biliyor ve SUSUYOR. İlk başta yapması gerekeni dile getirdi. “Ateş’e de Yaman’a da her şeyi anlatacağım” işte asıl yapması gereken şey buydu. Ama Yaman’ı korumak için yine sustu halbuki böyle daha çok zarar verecek. En başta dediği gibi ikisini alsa karşısına her şeyi anlatsa tüm olaylar çözülecekti. Yaman rahatlayacaktı, sığınağı olan ağabeyine tekrar kavuşacaktı, Ateş Yaman’ın ona olan öfkesini çözecekti. Ve adım kadar eminim ki her şey çözülene kadar da bebek ve Feraye’yi korumak için bu sahte evliliği devam ettirirdi. Tüm sorunlar çözüldüğünde de ikisini bir araya getirirdi. Ya da ikisini oradan gönderip sorunu kendi çözerdi. Ama Feraye yine ve yine ve yine sustuğu için işler daha da arapsaçı oldu. Feraye’nin bencilliği sadece susmasından kaynaklı değil bu arada. Düşünmeden hareket ediyor. Yaman’ı görmek isteyebilir, merak edebilir hepsini anlıyorum. Ama bunu adamın yatak odasına gidip, yatakta yanına oturarak yapamaz. Çünkü Yaman’ın ağabeyi ile evli. Formalitede olsa -ki bunu sadece üç dört kişi biliyor- dikkat etmesi gereken şeyler var. O an Hazal olmayabilirdi, içeriye başkası girebilirdi. O zaman ne yapacaktı nasıl toparlayacaktı. Kendisini de Ateş’i de Yaman’ı da nasıl bir duruma düşürecekti? Aynı evin içinde bu şekilde düşünmeden hareket etmeye devam ederse iki kardeşi birbirine iyice kırdırır. Dönülmez yollara sokar herkesi. Feraye bir mayın tarlasında yürüyor ve adımlarına dikkat etmiyor. Eğer olurda bir mayına basarsa bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Feraye arkasına, sağına, soluna bakmadan yürümeye devam ederken Ateş’de hem ailesini hem de Feraye ile bebeğini korumaya çalışıyor. Ateş için her şey çok net. Her şey ya siyah ya da beyaz gri renk yok. Kendisi her konuda ne kadar netse hayatındaki insanlardan da aynı şeyi bekliyor. Konu ne olursa olsun. Gerçeğin sonucu onlara ne getirecek olursa olsun. Sevdiklerinden bekledikleri gayet açıkken herkes bunun tam tersini yapıyor. Ama bunu yapmalarının arkasında da Ateş’in keskin karakteri yer alıyor. Mesela Okan’ın Yaman’a “Sana bir şey olsaydı bunun da hesabını bana sorardı” demesi bunun en bariz kanıtı. Ağabeyinin karakterini biliyor ama bilmediği tek bir şey var. Ya da tereddüt ettiğinin aksine Ateş’in kardeşleri söz konusu olduğunda her şeyi yakacağı. Onlar için Nevşehir’in altını üstüne getirir. Ateş’in hayatı basit denklemler üzerine kurulu. Sevdiklerine ve sınırlarına dokunmayın. Tabii dışarıdan bakıldığında o kadar sert ki tıpkı dedesi Ömer Bey’in söylediği gibi. Ateş adeta demirden yapılmış onu asla bükemezsiniz. Ateş gibi adamlar hem beraber yaşaması çok güzeldir hem de damarına basmamak için özel bir dikkat gerektirir. Ona yalan söyleyen kişi annesi olsa bile silen bir adam sırf onu ve bebeğini korumak için bir sürü mücadele verdiği Feraye’nin onu sırtından defalarca bıçakladığını öğrendiğinde ne olacak? Annesinde olduğu gibi sakin kalabilecek mi? Yoksa sırtındaki bıçakları alev oklarına çevirip sahiplerine iade mi edecek? Zamanla göreceğiz sanırım.

Ateş ve Feraye beraber bambaşka bir yola girdiler artık. Onlar için kâğıt üstünde olan ama herkesin gözlerini onlara diktiği bir evlilikteler. Herkes bir açıklarını kolluyor. İkisinin de başında uğraşması gerektiği birçok derdi var. Feraye ise bir şeyleri daha net görmeye başladı o eve girdiğinden beri. Ateş’in o evde cidden yalnız olduğunu. Ailesini korumak için Vural’a tek başına kafa tuttuğunu, annesinin hareketleriyle uğraştığını, dedesinin hastalığı ile ilgilendiğini. Her şeye onun koşturduğunu gördü. Ona yardım etme isteğini daha iyi anladı. Ateş ise Feraye’nin içinde çırpındığı o dalgalı denizin sebebinin hamilelikten kaynaklandığını sanıp elinden geldiğince yanında olmaya çalışıyor. Feraye’de artık elinden geldiğince Ateş’in yanında olmaya çalışacak. Yemek masasından kalkışını gördükten sonra ıhlamur yapıp yanına gitmesi, onunla dertleşmesi çok özeldi. Ateş’in yüzünde saniyelik oluşan şaşkınlık da bunun göstergesi. Çünkü o böyle şeylere alışık değil. Ne yaşadıysa tek başına başa çıkmış. Feraye’de bunu gördü çünkü o da her şeyle tek başına uğraşmış. Ve haftalardır ilk defa biri Ateş’e “nasılsın” diye sordu. Vural ile yaşanan gerilimden sonra Ateş’in nasıl gerildiğini çok net gördü. Tüm ailesi susup sadece onu izledi. Bazen bir “nasılsın” sorusu insana ilaç gibi gelir. Ateş’e de öyle oldu alışık değil çünkü. Ateş ve Feraye yaşadıkları bunca zorluk içerisinde birbirlerinin yüzünü güldürmeyi başarıyorlar. Çünkü Feraye ve Ateş birbirlerine çok iyi dost oldular.

Safir bu hafta da gerilimin çok yüksek olduğu bir sahne veda etti. Sarp’ın ele geçirdiği defteri vermesi ile dengeler değişecek gibi görünse de Yaman’ın kafası oldukça karışacak. Bir yanı kendisinin bebeği olduğunu düşünecek bir yanı ağabeyiyle ilgili bildikleri yüzünden ikilemde kalacak. Bu ikilemde kalışını da verilen fragmanda gördük. Asıl soru Yaman’ın sorduğu soruya Feraye’nin ne cevap vereceği. Ki bence ne diyeceği oldukça açık.
Bir sonraki hafta görüşünceye dek sağlıkla kalın.

Ayça Ela Erdoğru

Kördüğüm (Aile, 17.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Geçen hafta Aslan’ın tüm evi ateşe vermesiyle bitirmiştik. Bölüm bitmişti bitmesine de benim kafamda onlarca soru ve düşünceyle kalakalmıştım. Aslan bunu yaparken ne düşünmüştü, her şeye rağmen çok sevdiği annesinin bu ihanetini nasıl affedecekti, Hülya’yı bu son olandan sonra nasıl dizginleyecekti? Gibi milyonarca soru vardı. Fakat en önemlisi bundan sonra nasıl bir yol izleyecekti? Diye düşünmeden duramadım. Her şey bir kör düğüne döndü ve çözmek sanırım her zamankinden çok daha zor olacak bir sefer.

Aslan’ı her gördüğümde masumiyetin, masum kalmanın ne kadar zor olduğu aklıma geliyor. Temiz bir yol çizmenin, düzgünce yaşamak istemenin aslında geçmişe bağlı olarak ne kadar engellerle dolu olduğunu görüyorum onunla. Zira o Soykan ailesinin geçmişinden, o geçmişteki karanlık sırlardan ne kadar uzaklaşmak istese de geçmişteki o karanlık onu ele geçirmek için tetikte bekliyor. Bence Aslan’ın ilk önce yapması gereken geleceğini temize çekmeye çalışmak değil, geçmişindeki karanlıkları yok etmek zira ancak bu şekilde aydınlığa çıkabilir. Bunun tek yolu da gerçekten kimi yahut kimleri aile olarak görmesi gerektiğine karar vermekten geçiyor diye düşünüyorum. Zira onu en çok karanlığa çekenler yine aile bildiği kişiler. Bu sebeple kafasındaki aile kavramını komple yenilemesi gerekiyor yoksa her defasında her şeye yeniden başlamak zorunda kalır, tıpkı şimdi olduğu gibi…

Aslan’ın en büyük mücadelesinden biri masum kalabilmekti. Onu tanıdığımız günden beri en çok istediği şey kendini ve ailesini illegal işlerden kurtarıp temiz bir yaşam sürmekti. Fakat annesi ve amcasının güç elde etme hırsı, sürekli ona ihanet edişleri Aslan’ın istemeye istemeye de olsa bu yola girmesine, onun deyimiyle karanlığa dümen kırmasına neden oldu. Düşünüyorum da Aslan, babası Yusuf Soykan hayattayken Soykanların kirli işlerinden, hatta evden uzak kalan biriydi peki ailesine bu denli bağımlılığı nereden geliyor? Bence olay dönüp dolaşıp aynı yere geliyor “Yanlış sevilen yalnız çocuklar” Aslan da diğerlerinin de en büyük yarası burada. Onlar yanlış sevilmekten ziyade sevilmemiş, ilk fırsatta atılacak bir yük olarak görülmüş kimseler. Ve bence Aslan’ın bağımlılığı da buradan geliyor. O aile olunursa asla birbirini yalnız bırakmayacak insanlar olunacağını düşünüyor. Halbuki durum maalesef ki öyle değil ve Aslan bunu yüreği kanaya kanaya öğreniyor ne yazık ki.

Aslan dilinde ne kadar Devin’e “Git, kurtar kendini” dese de aslında gözleri ve kalbi “Kal” diye yalvarıyordu. Çünkü ne olursa olsun zayıf ya da güçlü, zengin yahut fakir nasıl olduğu fark etmeksizin Devin’in onun yanında olacağını düşünüyordu, ya da belki de öyle olmasını umuyordu. Çünkü onun tek istediği şey buydu. Zira Devin onun için sadece aşık olduğu kadın değildi. Dert ortağı, hayat ışığı, temiz kalmaya çalışma sebeplerinden biriydi. Temiz kalıp, kalmamak da değil mesele aslında. Aslan Devin’in diğerlerinden nefes alıyor. O zarar görmesin diye gitsin isterken kendi nefesini kesmeyi de göze alıyor diye düşünüyorum. Peki o zaman neden gitmesini istiyor? Çok açık değil mi? Aslan tamamen karanlığa bürünerek önüne geleni parçalayacak bir pantere dönüşüyor ve bu halini sevdiği kadın görsün istemiyor. Görürse, Aslan’ı oradan çıkarmak için her şeyi yapacak. Devin’e “Sen kimsenin kurtarıcısı değilsin” diyor ama bence o da farkında Devin’in kendisi dahil herkesi kurtarmak için bir adım bile uzağa gitmeyeceğinin.

Devin’in neden böyle yaptığını çok düşündüm aslında. Neden sürekli birilerini kurtarma çabasında? Aslında cevabı çok basit; eğer birini kurtarma ihtimali varsa bunun kim olduğu hiç fark etmez yardımcı olmaya çalışıyor. Bu kişi Aslan da olabilir, Cihan da olabilir, Serap da, Nedret hala da, yeter ki onu iyileştirebilsin. Devin bunu yapmak için kendini zorlamıyor yahut kabul görmek için yapmıyordu peki ama neden; belki de bazı şeyler tam da göründüğü gibidir. Devin daha önce de söylediğim gibi en çok sevdiklerini kurtaramadığı, yıllardır bu yükle yaşadığı için böyle bana kalırsa. Hani Aslan dedi ya ona “Sen kimsenin kurtarıcısı değilsin. ” Diye işte bence tam da bu yüzden yapıyor ne yapıyorsa. O en kıymetlisini kardeşini kurtaramadığını, annesini o saplandığı bataklıktan çıkaramadığını düşündüğü için şimdi ona uzanan her eli tutmaya ve kurtarmaya çalışıyor. Çünkü en iyi o biliyor çaresizliğin ne demek olduğunu, sessiz çığlıklar atmanın nasıl bir his olduğunu, birinin yüzüne “Bana yardım et” demenin ne kadar zor olduğunu. Devin hepsini tek tek yaşamış dahası kardeşinin gözlerinde hepsini tek tek görmüş bir kadın şimdi çocukların, Aslan’ın gözlerinde bunu görüyorken bırakıp gitmesi mümkün mü sizce ? Üstelik işin ucunda sevdiği adımın hayatı var, göz göre göre onun hapse yahut mezara gitmesine göz yumamaz. Devin belki kendinin farkında değil ama o zaten Yağmur’un tek dayanağı ve en büyük kurtarıcısı. Zira Devin baba evinden bir şekilde psikolojik sağlığını koruyarak çıkmış olsa da Yağmur için bunu söylemek pekte mümkün değil açıkçası. Ama şu da bir gerçek ki Yağmur bu gün yeni bir yol çizme cesaretini toplamışsa bu ablasının her daim yanında olmasındandır.

Yağmur Devin’in aksine o evde, sağlığını, psikolojisini sevilebilme umudunu bırakmış biri. Çocukluğu anne babasının kavgaları ve bencillikleriyle yok olmuş bir kadın, o. Babasının en ufak bir şefkatini görmezken annesinin kendi kocası için hiç düşünmeden onları bir an bile umursamadan kendi canına kıymasına şahit olarak büyüyen bir çocuk. Sevgisizlik, ilgisizlik onu öyle bir yaralamış ki bir tek fiziksel olarak değil psikolojik olarak da en dibi görmüş. Arkadaşının gözünün önünde öldürüldüğüne şahit olup, sokak ortasında ölümüne şiddete maruz kalan biri . Bundan dolayı onun travmaları, ruhundaki yaralar çok çok derin. Cihan için şöyle bir tabir kullanmıştım “Ruhsal acısını dindirmek için fiziksel acı çekiyor” diye Yağmur için de aynısını düşünüyorum. Onu ilk tanıdığımız anı düşünelim bir hastane odasında dayak yemiş bir halde öylece ablasını bekliyordu, sürekli kavgalara karışıp olay çıkartıyordu. Çünkü ancak o zaman babası kendi ismi kirlenmesin diye olsa da yardımına koşuyor ve onu görüyordu. Zaten onun için görünür olmanın tek yolu da buydu. Yağmur tüm bunlarla baş etmeye çalışan, tüm yaşadıklarına rağmen kendine yeni bir yol çizmeyi başaran güçlü bir kadın. Fakat ne kadar yeni bir sayfa açmış olursa olsun yaşamında onun hayat damarı Devin ve ablasına bir şey olma ihtimali bile onu mahvetmeye yeter de artar bile. Bu yüzden arabada verdiği tepkiyi de içindeki o ölümcül korkuyu da anlayabiliyorum. Daha yeni yeni toparlanmaya başlamışken, ablasıyla arası hiç olmadığı kadar iyiyken bir anda onu kaybederse bir daha toparlanamaz.

Yağmur tüm yaşadıklarına rağmen kalbinde merhameti hiç kaybetmemiş bir kadın, ona bakınca acaba Devin olmasaydı şimdi nerde ve nasıl olacaktı diye düşünmeden duramıyorum. Çünkü maalesef ki hayat güçsüzler için çok acımasız ve bunu çok iyi bilen biri daha var; Hülya Soykan. Hülya yaşama tutunmak, bu hayatta var olabilmek için ne yapması gerekiyorsa yapmış biri. Çünkü o en dibi görmüş biri ve bir daha oraya dönmemek her şeyi yapabilecek biri.

Hani bir laf vardır ya; birine çamur atmadan önce iyice düşünün, sonuçta ilk sizin elleriniz kirlenir diye. Hülya kendi hırsı, gözü dönmüşlüğü yüzünden masum kızına iftira attı, sonucunda kendi kalesinden, en büyük dayanağından evinden oldu. Onun hırsının ateşi çocuklarından başlayarak tek tek yaktı çevresini ve görünen o ki yaktığı ilk kişi onun sonu olmaya geliyor. Nedret halayla tam olarak ne yaşadılar, ona nasıl bir iftira attı bilmiyorum ama adalet geç işlese de elbet işler ve bedel ödeme sırası Hülya Soykan’da. O Soykan olduktan sonra ne yaşadı, nasıl ve neden böyle zalim bir kadın olduğunu bilmiyorum. Fakat zulmettiği o kadar çok kişi var ki; en çok da çocukken kucağından zorla alınmış belki de ona her baktığında en zayıf olduğu anları aklına gelen Cihan’a zulmetti Hülya.

Şimdi işler hiç olmadığı kadar sarpa sarmış durumda, bir yandan Soykan ailesinden ölümüne nefret eden Serap, intikam ateşiyle yanıp tutuşan Cihan ve eski gücünü kazanmak için Soykanları yakmak için bir an bile gözünü kırpmayacak İlyas Koruzade var. Diğer yandan aileye ortak olan ve kırk yılın hesabını sormak için gelen Nedret hala, gözü artık oğlunu dahi görmeyen Hülya ve kendi hırsı için Aslan’ı çoktan satmış İbrahim var. Aslan ve Devin için durum hiç olmadığı kadar karışık, bakalım nefret ede ede bir araya yeniden gelen aile nasıl bir arada kalıp aile olmayı öğrenecek göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (Safir, 8.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Hayat aslında bir bulmaca gibidir. Çözdükçe zevk alıp mutlu olduğunuz yapamadıkça ise sinirlenip küstüğünüz. Yalan yok ben çok sabırsızımdır hani olmadığında olana kadar uğraşırım desem yalan olur. Başka ek yollar bulurum. O yoldan yürüyemiyorsam bu yoldan yürürüm yani. Tabii her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır. Ben bu şekilde ilerliyorum ama yapana kadar uğraşan insanlara çok saygı duyuyorum. Bu büyük bir sabır ve özveri işidir çünkü. Aynı zamanda çabaladığınız o şeyle kurduğunuz bağ ile de kaynaklı olabilir. Bazı insanlar için kurulan bağları geride bırakmak çok zordur çünkü. Bazı bağlarsa ne yaşanırsa yaşansın ne kadar kanatırsa kanatsın, söküp atmak isteseniz dahi kopmaz. Ya da biz o bağı koparmamak için bahanelerin arkasına saklanırız. Asıl gerçeği bulamayacağımız yegâne soru çünkü her şey benlikten benliğe değişiyor. Tıpkı Ateş için ailesinin en önemli şey olmasına rağmen sınırlarını çiğnediklerinde resti çekebilmesi gibi.

Ateş şüphesiz ki Ömer’den sonra Gülsoy ailesinin en sert ve dik mizacına sahip üyesi. Hayata karşı bir bakış açısı ve asla taviz vermediği bir duruşu var. Aslında hepimizin hayatlarında birer Ateş var. Yaşadıklarıyla şekil bulmuş adeta ikinci kez doğmuş insanlar bunlar. Ateş’in kendi iç dünyasında sakladığı birçok şey olduğunu tahmin ediyorduk. Sadece neler gizli olduğu ile ilgili birçok seçeneğimiz vardı. Ama artık bu giz perdesini aralamaya başladık. Ateş’in bugünkü benliğinin altındaki imza çocukluğunda gizli. Ateş’in bu halinde olmasının tek sebebi dedesiyle yaşadıkları değilmiş artık bundan eminiz. Babasının kaybetmenin acısı yeterince büyükken babasını beraber geçirdikleri bir kazada gözleri önünde kaybetmiş. Bu hiç kimsenin kolay kolay kaldırabileceği bir olay değil hele ki çocuk yaşta. Babasıyla ilgili hatırladığı tek şeyse kardeşlerini ona emanet ettiği. Bu hatırladığı ses gerçek mi o an kazanın etkisiyle öyle mi hatırlıyor bilinmez. Ama Ateş’in omuzlarına sorumluluk daha o yaşta yüklenmiş. Kendi kendisini zorunlu olmadan büyütmüş, büyütmek zorunda kalmış. Kendisi de bir çocukken hem de. Tüm bunlara ek dedesiyle yaşadıkları iyice sertleştirmiş Ateş’i ama ne kadar sertleşirse sertleşsin içindeki merhameti de sevgiyi de korumayı başarmış.

Hiçbir insan mükemmel değildir olamaz da zaten insanın olmanın fıtratına ters. Bu yüzden Ateş’in de yaşadığı travmalar kaynaklı, buna da ek olarak bizim daha bilmediğimiz olaylarla da bağlantılı travmaları var. Yalana karşı bu kadar tahammülsüz oluşu, sınırlarına olan hassaslığı hepsi onda iz bırakan şeylerden. Ateş’in bir öfkesi de var içinde ama bu zarar veren bir öfke değil. Hepimizin içinde öfke var zaten yaşadığımız şeylere bizde tepkiler veriyoruz. Asıl önemli olan nokta ise bu öfkeyle birilerinin ruhuna, bedenine zarar veriyor muyuz? Ateş’in öfkesinde şu an böyle bir durum söz konusu değil. Şu an Ateş’in en bariz öfkesi annesi Gülfem’e karşı çünkü kendisine söylenen yalanı öğrendi. Ben zaten anlamıyorum bir anne nasıl evladına böyle bir konuda yalan söyler. Öğrendiği bu gerçek sonrası annesiyle büyük bir yüzleşme yaşarlar diye düşünmüştüm. Ateş, Gülfem’in karşısına geçer hesap sorar sanıyordum ama öyle olmadı. Annesini yok saydı, nikahını haber bile vermedi. Bu yalan mevzusu burada kapanmaz Ateş’in bu konudaki hamlesini daha da merak ediyorum artık. Ateş şu an sırtındaki bıçaklardan birini öğrendi. Diğer bıçakları öğrendiğinde de bu kadar kontrollü kalabilmesini temenni ederim.

Ateş’in bu hafta belki de hayatında hiç çözemediği bir durum da karşısına geçti. Babaları Ahmet öldüğünde Ömer’in bu kadar perişan olduğunu onlara gösterdiğini sanmıyorum çünkü oğlunu kendince yumuşak davrandığı için kaybettiğini sanıyor. Torunlarını kaybetmemek için sert olması gerektiğine inanmış. Çocuk aklı hepsi düşünmüştür dedelerinin neden böyle bir adam olduğunu ama Ateş cevabı buldu. Ömer, torunlarını kaybetmeye dayanamayacağı için kendisini kötü bilseler de böyle davranmakta kararlı kılmış zihnini. Ateş anladı ama artık içini kül eden evlat acısıyla baş etmeye çalışan bu adamı. Belki de dede ve torun ilk defa bu kadar yakın oldu birbirlerine. İlk defa gardlarını indirip sıkıca sarıldılar birbirlerine. Ateş ve Ömer arasında yaşanan bu olay ikilinin ilişki dinamiğinde neyi ne kadar değiştirir bilmiyorum ama en azından Ateş’in Ömer’e karşı eskisi kadar sert olacağını düşünmüyorum. Çünkü Ömer Gülsoy’u böyle görmek içten içe onu çok üzüyor.

Ömer Gülsoy ailenin güç ve komuta noktası. Sözünün üstüne söz söylenmemesine alışmış. Ben ne dersem o kafasında bir adam. Ama her anne baba gibi hayatta onu en hassas yeri olan evladıyla sınamış. Ömer bu hâle oğlunun ölümünden sonra bürünmüş. Bu tür adamlar kendisine muhalefet edilmesinden hazzetmeseler de bir yandan da hoşlarına gider. İşte tam da bu yüzden Ömer’in Ateş’e ve kararlarına saygı duyduğunu düşünüyorum. Onlara ne kadar sert davranırsa davransın ne kendisini ne de kardeşlerini ezmesine izin vermiyor çünkü Ateş. Yaman, evlendiğinde bile “Onu rahat bırak ne yapacaksan bana yap” diyecek kadar gözü kara Ateş’in çünkü. Belki de bu yüzden Gülfem’in yalanını bilip sessiz kalıyor. Kendisinden sonra ailesini her şeye ve herkese karşı sadece Ateş’in koruyacağına inandığı için. Ömer gibi adamlarla yaşamak zordur içinde bulundukları şartları uymazlar. Şartlar onlara uysun isterler. Hâl böyle olunca da Ömer hastalığını kabullenmek istemiyor. Kendisine acınsın hiç istemiyor. Bu yüzden Ateş’e “Sen niye her dediğime tamam diyorsun” diye çıkıştı. Çünkü o Ömer Gülsoy ne merhamete ne de acınmaya ihtiyacı yok. Ama şunu biliyorum ki Ömer’in yaşadığı travma ile ortaya çıkan bu hastalığı geçmişle ilgili sır perdelerini aralayacak gibi duruyor.

Her insanın sınavı ayrıdır ve kendine özgüdür. Vural’ın sınavı ise önce sevdiği kadın sonra evladı oldu. Vural ilk bölümden beri geçmişiyle yargılanarak karşımıza çıkan bir adam. Geçmişindeki karanlık öyle bir kazınmış ki insanların zihinlerine şimdi ne kadar masumum dese de inandıramıyor kendini. Yani en azından bazı kişilere inandıramıyor bunların başında ise Ateş geliyor. Ateş ve Vural bir köprünün iki ucunda ve artık savaş kılıçlarını birbirine tamamen doğrultmuş durumdalar. Bu zamana kadar en yakın arkadaşının, Ömer Ağabeysinin ve Gülfem’in oğlu diye her şeyi siniye çektiğini söylese de bu durum artık tamamen değişti. Vural kendi gücünün gayet farkında. Ve bizim şu an bilmediğimiz bazı sebeplerden de Gülsoylarla daha derin bağlantıları olan biri. En azından şu an görünen o. Vural şu anki gücünü kolay elde etmemiş bu belli ama karşısında da kendisinin ve gücünün farkında olan bir Ateş var. Bu ikilinin savaşı oldukça sert geçecek orası belli.

Vural geçmişin en önemli şahitlerinden birisi. Sadece şahitte değil aslında geleceğe yön veren isimlerinde başında. Hayatımız bizim kararlarımız etrafında şekillenir ve zamanında Gülfem’in vermiş olduğu bir karar ile belki de herkesin hayatı bambaşka şekiller aldı. Vural askerdeyken Gülfem’in Ahmet ile evlenmesi bana göre oldukça yanlış. Adı konmasa da ikilinin arasında bir şey olduğu belli ve gidip en yakın arkadaşı ile evleniyor. Sıradan biri de değil. Bu noktada kafamda teker teker yanan soru işaretleri var. Gülfem gerçekten severek mi evlendi? Evlenmeye mecbur mu bırakıldı yoksa mecbur muydu? Ahmet, Gülfem ve Vural arasındaki durumdan haberdar mıydı? Gülfem ve Vural arasında tam olarak neler yaşandı? Gülfem gerçekten Vural’ın ekonomik durumu sebebiyle mi evlenmedi onunla? Gülfem’in şu an ki statü takıntısına bakacak olursak bu ihtimal hiç de uzak gelmiyor. Geçmişte neler yaşandı bilinmese de bugüne büyük etkisi olduğu oldukça belli.

Vural’ın şu an bir numaralı hedefi Ateş olsa da hâlâ araştırdığı isim olan Okan ise hayat tarafından sınanmaya devam ediyor. Yaman’ın geçirdiği kaza bana kalırsa en büyük yarayı Okan’da açtı. Çünkü Yaman, Okan’ın sadece ağabeyi değil en yakın arkadaşı, sırdaşıydı. Ona bir şey olması durumunda büyük bir vicdan azabı ile yaşamak zorunda kalacaktı. Okan şüphesiz ki bu ailenin en duygusal ve nahif insanı. Acısından nefes alamasa da Feraye hamile diye kendisine çeki düzen verip ona yalan söyleyerek moral vermesi. Bu durumun en güzel kanıtıydı. Hazal ile konuşurken ne kadar derbeder olsa da onun incitmemesi, annesine karşı koruması düşünceli tarafının yansıması. Her insan hata yapar Okan bu hatayı ağabeyini korumak için yaptı. Sonrasında da yokuş aşağı yaşadılar hayatı. Hem kendisi hem ailesi için korkarken Okan şimdi ağabeyini mutlu edip, Cemile’nin hapsinden çıkmak için Sarp ile el sıkıştı. Bu olay olmasa belki bu kadar hızlı bir şekilde kabul etmezdi Sarp’ın teklifini ama yaşadığı bu kaybetme korkusuyla bir an bile tereddüt etmedi. Umarım bu verdiği karar sebebiyle daha çok canı yanmaz ne Okan’ın ne de diğerlerinin.

Hayat aldığımız kararlar doğrultusunda ilerlerken aldığımız kararlara çok dikkat etmek gerektiği düşüncesindeyim. Sonrasında altından kalkamayacağınız, sırtlanamayacağınız kararlar almamak lazım. Gerekirse 10 kere 100 kere 1000 kere düşünmek lazım. Anı değil geleceği kurtarmaya yönelik hareket etmek lazım. Bir kadın olarak Feraye’yi, yaşadıklarını elimden geldiğince anlıyorum ama? Feraye’yi anladığım şeyler kadar anlamadığım şeyler de var. Bir oran versem %49 ile %51 derdim sanırım. Yaman’ın haberini aldığında çektiği acıyı, kendisini kaybetmesini anlayabilirim. Çünkü aralarında ne yaşanırsa yaşansın hâlâ onu seviyor Feraye. Tamamen kaybetme korkusuyla son zamanlarda yaşattığı olumsuzlukları kenara bırakması da anlaşılabilir. Buraya kadar her şeye tamam ama Feraye’nin bir an önce kendine gelmesi lazım. Ve bunun en acil şekilde olması lazım. Süs bebeği gibi sürekli oradan oraya savruluyor. Kendi aldığı kararların sorumluluğunu başkalarına yüklüyor. Ateş, Feraye’nin hareketlerini şımarıklığa bağlasa da ben o kadar basite indiremiyorum. Feraye bir an önce her şeyin kendisi için yapıldığını farkına vararak, yapılan iyiliğe en azından aynı şekilde karşılık verebilir. Onun hikayesinin kötü adamı Ateş değil, bu hikâyede kötü de yok. Herkes kendi ateşinde kavrulurken, olaylardan bi haber bir adama sevenleri ayırıyor muamelesini Yaman yapabilir ama bu aşamada başka bir yolu tercih edebilecek Feraye yapmamalı diye düşünüyorum.

Feraye’nin biri derhal hafızasını tazelesin. Geçtiğimiz hafta önüne Ateş tarafından sunulan iki seçenek vardı. Evlilik ya da kendi yoluna gitme. İkisinde de Ateş destekleyeceğini ve yanında olacağını söyledi. Bunlara rağmen Feraye kendisi isteyerek yüzüğü tekrar parmağına taktı. Diğer yolu seçebilirdi seçmedi, o zaman aldığı bu kararın arkasında duracak. Bu kararı bebeği için aldıysa o imzayı da bebeği için attı. Yaman’ı severken Ateş ile evlenmesinin kolay olmadığını biliyorum. Ama öyle bir davranıyor ki sanırsınız berdelle zorla evleniyor. Ne Ateş ne de bir başkası Feraye’den sevgi pıtırcığı olmasını beklemiyor ama bir tebessüm etmek de zor değil. Kendisi sevmediği bir adamla evleniyorsa Ateş’de sevmediği bir kadınla evleniyor. Üstelik sırf Feraye ve bebeği korumak için Ateş’in karşısına aldığı şeyleri düşünürsek bu adama bir tebessüm etmek zor olmamalı. Annesini karşısına aldı, kardeşi sebebini henüz bilmediği bir şekilde kendisine düşman kesildi. Yaman’ın bu tavırlarının sebebini Ateş bilmese de Feraye çok iyi biliyor. Ki Feraye ikinci kere evliliği kabul ederek Yaman’dan da ağabeyini aldı. Sığındığı belki de yardım isteyebileceği tek kişiyi aldı. Ama tüm bunlar yaşanırken, insanların hayatlarında atom bombası etkisi yaratırken Feraye’nin tek yaptığı şey ağlamak, surat asmak. Bu böyle olmaz bir karar verdin, bir yola çıktın arkasında dur. Ateş’in yemek masasında söylediği şeyler ağırına gitti çünkü haklı olduğunu biliyordu. Kendisine itiraf edemediği şeyleri yüzüne vurmuştu Ateş. Ve gerçekten sürekli özür dileyip yirmi dört saati bırak on iki saat geçmeden hata yapmasından bıktım, bıktık. Sırf Feraye ve bebeği iyi olsun diye bunca uğraşan Ateş’e daha fazla saygısızlık yapmamalı Feraye. Ki ilk seferde önce evliliği reddetti sonra korkuyla kabul etti, ikinci seferde kaçtı sonra yine kabul etti. Üstüne üstlük bunca hatasının, bencilliğinin üstüne üzüntüsünün içinde yüzünü güldüren Ateş daha fazlasını hakkediyor. Olaylar bu şekilde gelişirken şunu sormak istiyorum. Ateş bu şartlarda neden Feraye’yi sevsin ki?

Son sahne birçok karakter için kırılma noktası olacak gibi görünüyor. Ama asıl Feraye için bir kırılma noktası olacak. Feraye artık tüm gerçekleri öğrendi. İşte asıl olaylar şimdi başlıyor olacak. Feraye’nin bu saatten sonra vereceği her karar çok önemli. Ki bana göre yapması gereken Ateş ve Yaman’ı karşısına alıp her şeyi olduğu gibi anlatmak. Anlatmaması için bir sebebi yok. Anlatsa Ateş ikisine de yardım eder zaten. Ama anlatmayacak. Korkacak ve o mektubu saklayacak. Bugüne kadar Yaman ikisi için doğru ya da yanlış bir mücadele içerisindeydi. Feraye, Yaman ile gerçekleri konuşup ikisi için savaşacak mı? Yoksa bebeği için korkup susarak herkesi bir uçuruma mı sürükleyecek merak ediyorum.

Feraye’nin bulduğu o mektup solunması zehirli bir havayı açığa çıkardı adeta. Bu mektuptan yayılan havayı soluyan herkes zehirlenmeye başlayacak. Feraye ona söylenen yalana mı üzülür yoksa aldatılmadığına mı sevinir bilemiyorum. Ama eskisi gibi davranmayacağını biliyorum. Ha çok bir değişim olur mu bilmiyorum sanmıyorum da Cemile’nin korkusuyla bebeğini koruma içgüdüsü ile içinden geldiği gibi yansıtamayabilir duygularını. Yaman, o ölümle burun buruna gelmişken ağabeyi ile evlenen Feraye için neler düşünür? Mektubu doğrular mı yalanlar mı? Merak ediyorum tek bildiğim Yaman’ın o konağa eski Yaman olarak dönmeyeceği. Ve Gülsoy konağında savaşın daha yeni başlıyor oluşu. Fragmanda gördüğüm kadarıyla Yaman oldukça doğru bir hamle yapıyor. Burada amacı Feraye’yi üzmekten ziyada ağabeyini üzmemek olacak bence. Çünkü artık Feraye Yaman için herkes. Tabii bu ne kadar mümkünse.Aslında bakınca hep Ateş ve Yaman’ın yaptıklarını konuşuyoruz. Feraye ise bu hayatta Feraye bir şey yapmayan, yapamayan tek insan olarak karşıma çıkıyor. Feraye için bu zamana kadar sürekli birileri bir şeyler yapmış. İlişki içerisindeyken Yaman onun mutluluğu için çabalamış, uğraşmış didinmiş. Şimdi de Ateş hem onun hem bebeğinin iyiliği için çabalıyor. Feraye’ye ne kadar kırılsa da, kızsa da yine onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Düşük tehlikesi atlattığını söylemedi mesela Ateş’e halbuki bu yola bebek için girmişlerdi. Ve ta 3.bölümde Ateş bebeğin cinsiyetini kız hissettiğini söylemişti ve öyle de oldu. Bilerek ya da bilmeyerek de olsa Feraye’ye aldığı hediyeler çok nahif düşünülmüştü. Çünkü biliyordu ki Feraye’ye şu an iyi gelecek tek şey bebeğiydi. Ve öyle de oldu. Feraye’nin üzüntüden dolu olan gözleri mutluluktan doldu, gülmeyen yüzü tebessüm etti. Ve bunların hepsi Ateş sayesinde oldu. Hâl böyleyken düşünüyorum da tüm bunlar karşılık beklemeden yapılsa da bir dönüt verebilir Feraye. Az da olsa mutlu olarak.

Yazımın sonun gelmeden önce değinmek istediğim birkaç husus var. Diziyi izleyen ve analiz eden biri olarak sosyal medyada yazılanları da elbet görüyorum. Herkesin bakış açısı farklı olabilir ama bu hafta özellikle değinmek istediğim bir konu var. O da yaşadığı travma gösterildiği hâlde bir karaktere sırf ilaç kullanıyor diye psikopat damgasının hemen yapıştırılması. Bu hipoteze göre ilaç kullanan Okan psikopat, intihar eden Yaman psikopat, Ateş psikopat. Hatta ve hatta ilaç kullandığı için psikopat sayılıyorsa dünyanın %95’i de psikopat. Yaşadığı sorunların farkında olan ve üstesinden gelmek isteyen bunun için doktora giden tüm insanlara bu sıfatı yapıştıramazsınız. Ki sırf bu damgayı yemekten korktuğu için doktora gidemeyen insanlar varken. Karakteri sevmeyebilirsiniz ama onu sevmiyorsunuz diye ve sadece ilaç kullandı diye herkesi zan altında bırakamazsınız. Bir diğer söylemek istediğim şey ise altı dolu bir sürü karakter yazan senaryo ekibine. Dizideki her karakterin oldukça sağlam hikayeleri var. Bu kadar çok hikâye barındıran karakteri yazmak kolay değildir. Senaryo ekibini bu açıdan tebrik ediyor ve her karakterin hikayesini tüm gerçekliğiyle izlemek için sabırsızlanıyorum.

Bir sonraki hafta tekrardan görüşünceye dek sağlıkla kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KURT KAPANI (Aile, 16.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

İnsan ne ister? Belki mutlu olmak, kimseye muhtaç olmadan yaşamını sürdürmek, çoluğuna çocuğuna iyi bir gelecek kurmak, para, mal, mülk… milyonlarca şey sayabilirim fakat bence en çok sevilmek, sarıp sarmalanmak ister insan. Tabi ki bu benim görüşüm zira insan en çok neye ihtiyaç duyuyorsa onu ister hayatında. Leyla mesela tek istediği şey çocuklarıyla yeni mutlu temiz bir hayat yaşamaktı, Cihan sevgi dolu bir aile, Serap intikam, Devin sessiz sakin huzurlu bir yuva ve Aslan her şeye rağmen bir arada duran ailesi olsun istiyor. Hepsini kendince hayalleri ve içinde ukde kalmış istekleri var ve şimdi asla istediklerini alamadıkları bu lanetli evden hepsi yara bere içinde ayrıldı.

Belki de o evi yakıp kül etmek en çok Aslan’ın canını acıtmıştır. O evi kül ederken çocukluğunu, aralarında kardeşlik bağı olan hatıraları, sevgiyle andığı anları da kül etti. Aslında o da biliyor bana kalırsa o evi yakarak kardeşleriyle birlikte kendini de ilk defa özgür bıraktı. Daha önce Aslan’ın en büyük esaretinin kendisini, öfkesini bir şekilde kontrol altına aldığını ve bu sayede içindekilerini dışarıya yansıtmadığını söylemiştim. Şimdi Leyla’ya yapılan şey o kadar ağır geldi ki ona üstelik hiç beklemediği, annesinden gelince bu hamle onu çılgına döndürdü, bence biz ikinci defa gerçek Aslan’ı gördük. Düşünsenize Cihan Tolga’yı öldürdüğünde bile gidip Cihan’a “Teslim ol, Leyla’yı kurtar” diye hesap sormamıştı, onda bile bu kadar öfkelenmemişti, zira ondan bekliyordu ama annesi, kendi öz evladına tuzak kurmuş, Aslan’ın tüm birlik olma çabalarını paramparça etmişti. İşte Aslan’ın asıl öfkelendiği şey tam olarak buydu. Annesi Leyla’nın, Cihan’ın ve onun hayatını yakıp kül etmişti o da karıştığında Hülya Soykan’ın kalesini yani hayatını yakıp kül etti. Aslan bunu yaparken bir şeyin de farkına varmaya başladı diye düşünüyorum :Aile olmak için beton yığınına, bir dizi kurala, güçlü olmaya ihtiyacı yok insanın, özünde sevgiye ihtiyacı var. Aslan’da, Devin’de, Leyla’da ve hatta Cihan’da bile var ama ne yazık ki Hülya bu tarafını çoktan toprağın altına gömerek, gücü tercih etti. Bir gün içindeki o kaybolan kızı tekrar uyandırır mı bilmiyorum ama Aslan’ı artık geri kazanması kırmızı kar yapmasına bağlı diye hissediyorum.

Aslan’ın bu güne kadar ödün vermediği tek şey ailesi oldu. Daha doğrusu Aslan da yavaş yavaş önce aile olmayı öğreniyor. Aslan, Soykanlar’da aslında ailenin kalıplarını öğrendi bugüne kadar. Her akşam birlikte yemek yenmesi, herkesin nazi düzeninde olması, birinin ölmesini bile bu düzeni bozmayacağı gibi kurallarla büyüdü. Doğal olarak da bunu olması gereken sanıyordu. Açıkçası Devin ondaki bu inanışları yavaş yavaş dağıttı. Mesela akşam yemeklerine çıktılar, etkinliklere gittiler. Hülya Soykan’a rağmen yaptılar bunları. Aslan aslında aile kavramının ne olduğunu her gün karısından, şimdi de Leyla’dan öğrenmeye başladı. Peki Aslan o eve neden bu kadar bağlıydı? Tek cevabı aslında ona bir hayal balonu içerisindeki mutlu, huzurlu ve herkesin bir arada olduğu ailesini özlüyor. Aslan belki çocukken, gençken kendisini bir noktaya kadar, özellikle söz konusu ailesi olduğunda tutmayı başarıyordu. Ben açıkçası Aslan’ın ailesine Hülya’nın çizdiği çizgilerle gördüğünü düşünüyorum. Hülya, Aslan onun ilk sözünü çiğnediğinde, yani güç halkasında ilk zayıf nokta belirdiğinde bugünlerin işaretlerini veriyordu. Daha önce de ailesinin zarar göreceği birçok durumda gücünü tercih etmiş, Aslan’ın defalarca delirtmişti. Hülya en kıymetlisine bile gücü söz konusu olduğunda acımamış biriyken, tabir-i caizse kontrol ettiği oyuncak bebek muamelesi ettiği kızına mı acıyacaktı? Acımadı.

Aslan aslında Devin sayesinde bunları azar azar görse de, kendi gözünde annesi çocuklarını seven, onları kendince koruyan bir anneydi. Bugüne kadar yaptıklarını da hep bu çerçevede görerek affetti ancak sırf sözünü dinlemediği için kızını ömür boyu hapishaneye kapatmak istemesi Aslan için, maymunun gözünü açmasına sebep olan bir olay oldu. Öyle büyük bir acının, hayal kırıklığının içine düştü ki onu oradan sadece Devin çıkarabilirdi ki öyle de oldu. Nasıl çıkarmasın ki? Onca acının içinde Aslan bir tek sevdiği kadınla gülüyor. Ona tutunuyor. Onun sevgisiyle nefes alıyor. Devin her şeye rağmen Aslan’ın ruhunun annesi tarafından parçalanmasına engel olamadı. Nasıl olsun zaten? Kim evladını annesinden koruması gerektiğini düşünür? Ona rağmen Devin ilk Hülya’yı çıkardı o evden zaten onun görmesi gereken daha çok acı var. Aslan’ı sona bıraktı zira en büyük acıyı o yaşıyordu. Aslan için için ölüyor ve tek nefes kaynağı da Devin, onun ciğerlerinden nefes alıyor. O evdeki yangın tüm Soykanların kalbinde de çıktı ve gördüğümüz gibi hepsinin can suyu yine en çok zarar gören, evladından dahi olan Devin’den başkası değildi.

Devin cephesindeyse olaylar çok daha karmaşık; ne Aslan ve çocukları bırakıp gidebiliyor ne orada yanlarında kalabiliyor. O acı çeke çeke o çiftlikte yaşamaya devam ediyor çünkü Devin aslında kendi dışında biri için sorumluluk duyduğunda bırakıp gidemeyen biri. Sorumluluk hissediyor ve kendinden ödün verme pahasına kalıp uğraşıyor. Daha önce kendi ailesine, annesine, kız kardeşine bakmak için elinden geleni yapıyordu, kaldıramayacağı sorumluluklar altına girip ailenin reisi gibi davranıyordu. Hatta annesine ve kardeşine ebeveynlik rolünü bile o üstlenmişti. Şimdiyse Aslan ve çocukları bırakıp gitmiyor. Bunun sorumluluk dışında bir sebebi daha var : Devin, Yağmur’un çığlıklarını, yalnız kalmışlığını duymadığı için kardeşinin bir dönem de olsa kaybolmasına, acı çekmesine engel olamadı. Kim bir ailenin, güç delisi, acımasız bir figürün küçücük ruhlara vereceği acıyı Devin kadar bilebilir? Kardeşiyle birlikte ebeveynleri yüzünden ruhunda büyük yaralar var. Aynı şey ne Leyla’nın çocuklarının başına ne de Aslan’ın  başına gelsin istemiyor. “Çocuklar için buradayım” dese de, ailenin tüm işlerinin içinde yer alıyor, Aslan’a, Leyla’ya destek olmak için elinden geleni yapıyor. Devin kendi acısıyla kavrulmasın diye Aslan’ı bırakacak kadar seviyor bu adamı. Kararını, Aslan’ın yerine aldığı kararları özellikle tasvip etmiyorum ancak burada Devin’in kalmasının kendisiyle pek ilgisi yok. Daha doğrusu iyi olsun diye gitmeye karar verdiği adamın annesinin ellerinde yok olacağını görmesi Devin için milat oldu diye düşünüyorum. Devin aslında çok net bir şey gördü : Yokluğunda daha iyi olacağına inandığı adamın tek varlık sebebi ve bunun farkına vardığı an bence tüm gidiş biletleri iptal edildi.

Devin sanki gizli bir yemin etmiş, elinin ulaştığı tüm ruhları tedavi etmeye çalışıyor. Kendi çocukluğunda yapamadığını, kurtaramadığını şimdi yapmaya çalışıyor diye düşünüyorum. Devin çok doğru bir şey söyledi; Bu evde zaten yeteri kadar çocuğun ruhu sakatlandı. O evdeki hiç bir çocuk ruhsal olarak sağlıklı çıkamadı. Cihan her gün ölmek isteyen, kardeşine düşman olan birine dönüştü, Aslan hiç tanımadığı biri oldu, Leyla desem orayı bir hapishane olarak tanımlıyor. Aslında bence Hülya hariç hiçbir Soykan kendini oraya ait hissetmiyor. Ama içlerinden biri var ki o hiçbir zaman oraya ait olmadı zaten. Cihan’ın en büyük arzusu ait olabileceği sevgi dolu bir aileydi, bu Soykan olmadığını bilmeden önce de böyleydi öğrendikten sonra da böyle oldu. O, o eve ait olmayı, oraya istediği zaman girip çıkmayı, ölüm tehdidi olmadan rahatça ailesiyle vakit geçirmeyi belki de en çok isteyen kişiydi bu yüzden bence ruhu en yaralı kişi de o.

Neden çoğu insan ruhsal acısını dindirmek için fiziksel acı çekmeye çalışır bilir misiniz? Çünkü o zaman ruhumuzdaki yaralar yerine vücudunuzdaki yaralar devreye girer ve kısa bir süreliğine de olsa unuturuz içimizdeki o kapkara bulutları. Cihan’ı hatırlayın mesela kendini dövdürüyordu sırf ruhundaki o boşluğu bir anlığına da olsa kapattırmak için. Fakat şimdi durum değişti, Cihan ölmekten korkmuyor olsa bile ölmek de istemiyor. Çünkü artık bu hayatta bir amacı, tutunacak bir dalı var; Soykanların elindeki her şeyi almak. Cihan o evde yalnızca çocukluğunu, gençliğini, değil ruhunu, umutlarını, sevilebilme ihtimalini de kaybetti. Ne Yusuf Soykan ona baba olabildi ne de Hülya onu bir evladı olarak istediği gibi sarmalayabildi. Cihan’sa öfke dolu, her gün ölmek isteyen, hayattan hiçbir beklentisi olmayan birine dönüştü. Yine de her şeye ve tüm yaşadıklarına rağmen hala kardeşlerini korumaya çalışıyor olması, yeğenlerine gösterdiği hassasiyet ruhu yaralanmış olsa da merhametini kalbinde taşımaya devam ettiğini gösteriyor. Aslan bir keresinde “Ben Cihan’ı örnek alırdım” demişti. Ne babası, ne amcası ne de tanıdığı başka güçlü adamları değil Cihan’dı onun örnek aldığı kişi. Bölümü izlerken aslında ne kadar benzediklerini de fark ettim bir yandan ikisi de aileleri, sevdikleri için sonuna kadar gidiyor, canı pahasına, ikisinin de gözü kara ve ikisi de güç elinde olsun istiyor. Bu yüzden Cihan en güçlü olmak istiyor ve fark ettirmeden bunu her iki tarafa da yapıyor. O şu an hem İlyas’ın hem de Aslan’ın itibarını ele geçirmek için adım atmış durumda fakat bence bu yolda hesaplayamadığı tek şey Serap. O Cihan için şu an tam olarak ne ifade ediyor bilmiyorum ama Cihan Serap için ne ifade ederse etsin eğer Soykan adının geçtiği taraftaysa Serap için düşman demektir.

Serap’ın öfkesi öyle derin ki, bunu Devin gözlerine bakar bakmaz anladı, bastırmaya çalıştığı korkusunu, içinde yaşadığı fırtınaları belki de ilk kez Devin gördü ve Serap hazırlıksız yakalanmanın verdiği tepkiyle Devin’e haklı olduğunu gösterdi. Serap’ın öfkesi de, travması da anlık değil, öyle ki Soykan ismini duyduğunda bile gözleri kararıyor, düşünsenize Cihan İbrahim Soykanla görüştü diye nedenini sormadan onu hiç düşünmeden öldürmeye çalıştı. Zaten İlyas’a söylediği “Ben bu hayatta bir tek seni seviyorum” lafı da öylesine söylenmiş bir söz değil bana kalırsa. Yaşadıkları korkunç, hala atlatabilmiş de değil bu yüzden Hülya gibi onun da gözü kararınca hiçbir şeyi görmüyor. Tek farkları Hülya bunu güç için yaparken Serap çok daha derin bir noktadan hareket ediyor diye düşünüyorum.

Hülya Soykan bu bölüm onu ağzım açık izledim desem yeridir. Açıkçası ondan bir hamle bekliyordum ama bu derece gözünü kırpmadan birine kendini yaralatıp kızına iftira attırması Hülya’nın yapacaklarının asla bir sonunun olmadığını gösteriyor bana. Hülya ailesinin üstündeki kontrolünü kaybettiğinde tamamen güçsüz kalacağını çok iyi biliyor, onları korku ve tehditle bastırmaya çalışıyor fakat bu yöntemler en dibi görmüş kişilerde işe yaramaz. Hülya her zaman güç odaklı yaşayan bir kadın. O güç her şeyin ötesinde, kimseye o gücü vermeye de niyeti yok. Onun için sevgi, aile kelimeleri tamamen gücünü sağlamlaştırmak için kullanılan bir araç diye düşünüyorum. Bugüne kadar da herkese bunu bir şekilde yutturdu. Geçen sezon Devin “Yaptığınız her şeyi iyilik yapıyorum diye aklayamazsın” demişti. Şimdi bakınca aslında Hülya kimseye iyilik falan yapmıyor. Gücüne güç katma derdinde. Aslan’ın o sevdiği, taptığı annesi gideli çok olmuş. Yusuf Soykan ona ne yaptıysa merhametini, sevgisini almış geriye bu kusura bakmayın ama deccalin kız kardeşini bırakmış. Ve kendini öyle büyük görüyor ki ne yaparsa yapsın herkes kabullenmek zorunda diye hissediyodu. Aslında herkesin bir bam teli vardır. Daha doğrusu herkesin asla geçilmemesi gereken, asla dokunulmaması gereken kırmızı çizgisi vardır. Eğer ki dokunursanız yanarsınız. Aslan için bu çizgi kardeşleriydi. Hülya bunun henüz farkında değildi ta ki evinin kül olduğunu gördüğü ana kadar.

Devin çok doğru bir tespit yapmıştı; o çiftlik, o ev Hülya’nın kalesiydi ve şimdi o kale tuzla buz oldu. Hülya Soykan’ın en büyük güç kaynağı yerle yeksan olurken bence hem Soykanlar için hem de diğerleri için yepyeni bir dönem başlıyor. Açıkçası bende izlemek için sabırsızlanıyorum.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

Can Kırıkları (Safir, 7.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Hayat birçok sınavla zorlar insanlığı. Acı, keder, aşk, intikam, öfke, ölüm vb. sonu gelmeyen bir liste çıkarabiliriz bu konuda. Sınavların çokluğu tartışılmazken her sınavın insanda açtığı yara bıraktığı iz de parmak izleri misali eşsiz oluyor. Ana teması aynı olsa bile farklı etkileniyoruz bu olaylardan. Bazen kendimize öyle acıyoruz, öyle üzülüyoruz ki karşımızdakinin yaşadıkları çok önemsi kalıyor gözümüzde. Bazense kendimizi karşımızdakinin yerine öyle çok koyuyoruz ki onun hayatını sırtlanıyoruz sanki. Her türlü bir uçurum dibinde yürüyoruz. Önemli olan bu uçurumdan aşağı ya da yukarı bakacağımıza karar vermektir. Yaman uzun zamandır kenarında durduğu uçurumdan aşağı bakıyor ve bu yüzden o uçurumdan düşmek üzere.

Yaman…Bu hikayede sanırım beni bir noktadan bir noktaya çok hızlı bir şekilde götürebilen tek kişi.Sinirden delirtirken bir anda “Acaba mı?” dedirtebiliyor. Yaman’a bugüne kadar çok serttim kabul ediyorum çünkü bu zamana kadar Feraye’ye yaptıkları benim bu hayatta asla ama asla göz yummayacağım şeylerdi. Kişisel alanına saygı duymayışı, hakaretleri ve psikolojik baskısı ile asla taviz vermeyeceğim bir adam. Bu konuda Yaman’a söylediğim her şeyin arkasındayım. Ama?Bu hafta Yaman ile ilgili bazı küçük detaylar çarptı gözüme. Benim haftalardır kızdığım hareketlerinin yanlış olduğunu bilmiyormuş ki Yaman. Yaptıklarıyla Feraye’ye ne kadar zarar verdiğinin bile farkında değilmiş ta ki Hazal balyozu kafasına indirene kadar. Feraye’ye yaptığı her şeyi gözüne sokup anlatana kadar. Yaman büyük bir aydınlanma yaşadı petrolde yalan yok ve bu da göz ardı edilemeyecek bir durum. Yaptığının yanlış olduğunu anladıktan sonra yine devam etseydi yine aynı şekilde sert çıkardım ama hayır, yapmadı. Hatadan dönmek de bir erdemdir en nihayetinde, fark ettiği andan itibaren dikkat etmesiyle takdir ettim Yaman’ı. Yanlış yapmamak güzeldir ama yanlışından dönmek de zordur hele ki Yaman gibi hayatı anlık duygularla fevri yaşayan, içindeki aşka olan bağlılığı nefes gibi olan bir adam için ama yaptı, döndü. Bu yüzden bu hâllerinin devamını bekliyoruz Yaman’ın. Ama olurda eski hâline geri dönerse o zaman ben de aynı şekilde hatalarına vurgu yapmaya devam ederim.Yaman’ın bu bölümdeki sakin tavırlarının en büyük sebeplerinden biri örgülü saçlı kıza farkında olmadan verdiği zararlardı. Farkında olmadan ona zarar vermiş ve hasta etmişti bu yüzden ailesini, kendisinin bildiği kadarıyla sevdiği adamı geride bırakıp gitmeye kalkması sarsmıştı onu. O an anlamıştı belki de asıl önemli olanın Feraye’nin mutlu olmasının onun için yeterli oldığunun. Çok acı bir biçimde verdiği zararlarla yüzleşmişti. Ve artık biliyordu Yaman, Feraye iyi olsun mutlu olsun da o bir şekilde devam ederdi.

Eskiden bu hikayede kalabalıkların içinde yalnız olan iki kişi var sanıyordum ama bu hafta anladım ki Yaman’da kalabalıkların içinde ki yalnız olan diğer kişi. Bir Okan’ı bir de Ferayesi varmış hayatta tutunduğu. Şimdi ise birini korumak için diğerini feda etmiş durumda. Köşeye sıkışmış debelenip duruyor, giderek de tükeniyor gücü. Gözlerinde yardım çığlıkları saklıyor. Hem duyulmak istiyor hem duyulmamak. Ki bence Yaman buhar olup uçmak istiyor. Acılarla baş etme yöntemleri farklıdır kimi kaçar kimi savaşır. Hangisini seçerseniz seçin o acı bir gün sizi pişirecektir. Yaman yaşadığı bunca acı sonrası olgunlaşacaktır belki kim bilir. Yaman şu an öyle bir noktada ki ne siyah ne beyaz ne de gri. Ama bir insanı oluşturan en temel faktör büyüdüğü ailedir bana göre. Büyüdüğü aile yaşadıkları, şahit oldukları şekillendirir karakterini. Ve ailede göremediğiniz sevgiyi dışarıda tamamlamaya çalışırsınız. Mesela kız çocukları ya babalarına çok benzeyen bir adamla beraber olur ya da asla benzemeyen aynısı erkek çocukları için de geçerlidir. Ya annelerinin benzerini bulur ya da tam zıttını. Bana soracak olursanız Yaman, Feraye’de annesinin tam zıttını bulmuş. Çünkü Gülfem ne kadar soğuksa Feraye o kadar sıcak.

Gülfem bu hikayenin cadısı kabul edilir mi bilmem ama çok da masum bir kadın değil orasını biliyorum. Gülfem’de beni rahatsız eden o kadar şey var ki… Empati yapmaya çalışıyorum, onun baktığı perspektiften bakmaya çalışıyorum ama olmuyor zaten tam anlamıyla olması da mümkün değil. Öncelikle Gülfem’in ailesinden zengin bir kadın olduğunu biliyoruz koca evinde görmemiş parayı ama hâl böyleyken de bu genellikle parayı sonrasna görüp kendini kanıtlamaya çalışan insanlarda olan tepeden bakma huyunu anlamıyorum. Ve bu ailede sadece Gülfem’de var. Ne Ömer de ne çocuklarında yok böyle bir durum. Ama Gülfem sanırsınız rahmetli İngiltere kraliçesi Elizabeth öyle bir hava. Gülfem’in öğrenmesi gereken en birinci şey şu ki zengin olması ona saygı duyulacağı anlamına gelmiyor o saygıyı hakketmesi gerekiyor. Otorite kurmaksa mesele Ömer Bey’de otoritenin Allah’ı var ama kimseyi aşağılamıyor. Kızıyor, bağırıyor ama hor görmüyor onun tek kıstası karakter keşke Gülfem’de biraz ona baksa. Bir diğer nokta ise çocuklarını malı olarak görmesi. Çocukları gelmiş kaç yaşına hayatlarındaki her şeye karar vermek, kontrol etmek istiyor. Kimle beraber oluyor, ne yapıyor bunlara takmış durumda kafayı. “Oğlum bu kızı seviyor, bu kızla mutluysa kimseye laf düşmez” demiyor. Neden? Oğullarına layık değilmiş. Tipik Türk annesi oğluna kimseyi yakıştırmıyor. Tabii bir diğer yakıştırmama sebebi de millete rezil olacağız. Bir şey söylemek istiyorum ki ben bıktım bu elalemden. Ya sen annesin anne eşini kaybetmesin ondan geriye sana pırlanta gibi üç evlat kalmış üstlerine düşmeni anlarım da bu sahibi gibi tavırları anlayamam. Benim bildiğim anneler “Elalem ne derse desin evladım mutluysa gerisi önemsiz” der ama tabii Gülfem bu. Oğlunu yanına getirtmek için hastayım yalanı söyleyen bir kadın.

Gülfem her çocuğunda bir ize sahipken bence en derin izi Yaman’a bırakmış. Yaman’ın sevilmediğini uzun zamandır bildiğini hepimiz biliyoruz ama kafamı karıştıran bir nokta var. O da şu ki evet Gülfem’in göz bebeği Ateş. Bu yüzden Ateş annesinin sevgisinden gayet emin, Okan’da sevildiğini biliyor, Gülfem’de hissettiriyor Okan’a. Şimdi evlat ayrımı yaptı demek istiyorum ama birini sevip ikisini dışlamıyor ki ikisini sevip ortancayı dışlıyor.  Ateş gitmesin diye yalanlar, yalvarmalar ama konu Yaman’a gelince “İyi olmuş oğlum burdan uzaklaşmak iyi gelir” oluyor. Ateş’in evleneceği kişi asla kabul edilmeyip sürekli gerginlik sebebiyken Yaman’a bir o gün tepki gösterip sonrasında koyverme sebebi ne? Gülfem neden sadece Yaman’a bu kadar uzak? Fragmandan yola çıkarak da söylüyorum evlatlarından sadece Ateş yanında yani ortada Yaman ve Okan yok ama bize verilen kesitte Gülfem “Hangisi”, “Yaman mı Okan mı?” demiyor “Okan mı?” diyor. E Gülfem hanım sizin bir oğlunuz daha var o ne diye aklınıza gelmiyor?Gülfem’in tüm bu tavırları, Ömer’in değer vermesine rağmen “sen gönlüme göresin” demesine rağmen Yaman’a ne işi ne yönetimi vermeyişi derken benim aklımda uzun zamandır “Acaba mı?” dedirten şeyi sizle paylaşmak istiyorum artık. Tüm bu veriler ışığında aklıma iki seçenek geliyor Yaman ya evlatlık ya da Gülfem’in eşinin gayrimeşru çocuğu. Bunlar tabii ki birer düşünce doğru mu yanlış mı bilemem. Ve bu soruların cevabını bize zaman getirecek.

Hayatın espirinden midir bilmem bu hayatta hep en çok sevdiklerimize kızarız ya Yaman’ın Ateş’e olan öfkesi de bundan kaynaklanıyor sanırım. Geçen hafta ağabeyine olan sevgisi, küçükken ona sığınırdım sığındığımdı o demesi, Feraye ile yüzleştikten sonra “Ağabeyimi gerçekten seviyorsan evlen artık” demesi bile ona olan sevgisinin kanıtı olabilir. Babasını doğru düzgün hatırlamayan bir çocuk ağabeye sığınmış, ona güvenmiş ama yaşadığı evde neler olduysa bu çok sevdiği adamla yarışır hâle de gelmiş. Bir insanı çok sevebilirsiniz ama sürekli sizin yaptıklarınız görmezden gelinip onunkiler alkışlanırsa, o sevgi gölgede kalmaya başlayabilir tıpkı Yaman’ın ki gibi. Yaman, Ateş’i en az Ateş’in onu sevdiği kadar seviyor. Sadece ona yazdığı mektup bile bunun ispatlarından. Sadece bir itiraf değildi o mektup. Olayı anlattı ama “Sen zaten ne yapılacağını bilirsin” dedi, haftalardır sesli söyleyemediği iç sesiydi. Biliyordu ki Ateş’e anlatsa çözer ama yapamıyordu işte. “Arkamdan üzülme diyemem” demesi gidişinin onda açacağı yarayı bilmesinden çünkü pişmanlık da var, Yaman’da suçu olmadığını bildiği hâlde bir aydır ağabeyine davranışlarından kalan. Bu zamana kadar Ateş’in kardeşine olan sevgisini görüyorduk şimdi Yaman’ı da gördük ve bir gün gerçekler gün yüzünde çıktığında Ateş’in yaşacağı şok, Yaman’ın tavrı ile şekillenir gibi geliyor. Çünkü Ateş şu an içine düştüğü durumu kolay kolay sindirebilecek bir adam değil.

Hayatımızda tutunduğumuz dallar vardır tıpkı Okan’ın Yaman’a tutunacak dal olması gibi. Yaman, Ateş’den gördüğü ağabeyliği elinden geldiğince Okan’a göstermeye yansıtmaya çalışmış. Ki bence çok iyi bir ağabey de olmuş. Okan’ın korkmadan içini açabildiği, hem dert ortağı hem eğlendiği kişi olmuş Yaman. Öyle sevmiş ki kardeşini onun için kendini feda etmekten geri durmamış her ne kadar koruma şekli tartışmaya açık olsa da. Okan da ağabeyini hiç yalnız bırakmıyor, elinden geldiğince yanında olup acısını beraber sırtlanmaya çalışıyor. Yeri geliyor ağabey olan Okan oluyor bu yüzden belki de Yaman’ın için en zor veda Okan’a olan vedasıydı. Ölüme giderken bile onu koruyacak bir yol bulup gidiyordu. Güvenebileceği tek kişi olan Ateş’e emanet ederek. Çünkü biliyordu ki ona kendisi gibi sahip çıkabilecek tek kişi ağabeyleriydi. Okan ve Yaman kardeşten öte bir durumdalar bence ikisi de birbirileri için her şeyi yapar, yapıyorda. Sanırım can olmak böyle bir şey.

Ve Yaman tutunduğu son dalı, Ay ışığı, Ferayesi… Çocukken parkta görür görmez aşık olduğu o kız. Feraye ve Yaman iki inatçı keçi mi? Keçi evet sadece inatlaşarak, birbirlerine imalar yaparak sonsuza kadar yaşayabilirler. Bir taraf konuşmuyor diğer taraf ne konuşuyor ne de dinliyor. Aynı çemberde milyonuncu tur atılıyor. Bugüne kadar belki de Feraye Yaman’a biraz daha sert olup kendisine zarar verdiğini söylese Yaman en başından bu kadar saçmalar mıydı bilmiyorum. Feraye’nin bir aydır içinde yaşadığı gizli aşk acısını artık Yaman’da içine gömdü. Ondan uzaklaşarak, kişisel alanına saygı duyup verdiği zararı telafi etmeye çalışarak ama en önemlisi de “Aramızda yaşananların artık bir önemi kalmadı” diyerek. Bu o kadar basit bir cümle değil çünkü o yaşananlar Yaman’a aldığı nefesi zehir ediyordu ama şimdi o soluduğu zehir ile Feraye’ye zarar verdiğini anladı ve kesti. Geçmişte yaşanan duygular zarar veriyorsa o iyi olsun diye silmeyi kabul etti. Kıra döke de olsa vazgeçti Yaman yine ikili arasında iyi ya da kötü bir şeyi yapan Yaman oldu. Yaşadıkları yüzleşme sonrası bile tek çift laf etmeyen Feraye oldu. Zaten asıl merak ettiğim şeylerden biri de bu ya Feraye bir şey yapacak mı?

Hayattan darbe almayan kimse yok yeni doğmuş bir bebek bile yiyor darbesini ama önemli olan ayağa kalkıp mücadele edebilmekte. Kan kusup kızılcık şerbeti de pek güzel diyebilmekte. Sesini çıkartabilmekte. Bu zamana kadar Feraye’yi içinde bulunduğu durumu anlamaya çalıştım. Acısı, hamileliği kolay değil dedim ama yani artık yeter demek istiyorum. Ne yaşanırsa yaşansın hayat Feraye’nin hayatı, karar verme yetkisi onda ama Feraye sadece susmakla, kaçmakla uğraşıyor. Çıksın artık o sesin bir çabala bir şey yap. Doğru ya da yanlış fark etmez kendi hayatın, kendi bebeğin için çabala. Tamam ortada bir yalan var ama arkanda her koşulda duran bir adam var. Bir dediğini iki etmeyen arkadaşın var. Bir silkenmeli artık Feraye şu ipleri bir eline almalı. Ağlamakla hayatı döndüremez çünkü. Bir diğer nokta ise şu Feraye ile ilgili kafama takılan. Şimdi Yaman’ın ağabeyine çocukluğundan beri ne kadar düşkün olup sevdiğini gördük. Biz gördük de yıllardır Feraye hiç mi anlamadı Ateş’in Yaman’ın için önemini? Yaman’ın hayatına bu kadar uzak mıydı gerçekten? Yan yanayken sadece fiziksel paylaşımda mı bulundular da Yaman’ın bu tepkilerine şaşırdı. Bence her insan hayatında değer verdiği bir kişinin kendisine yaptığı yanlışa sinirlenir. Ha yanlış anlaşılmasın Yaman’ın o hareketlerini aklamak gibi bir derdim yok öfkesini anlıyorum demek istiyorum. Feraye, ağabeyine olan sevgisini bilse böyle bir tepkiyle karşılaşacağını bilir ona göre de temkinli olurdu ama olamadı.

Feraye’nin kararsızlığı artık sadece bizleri değil Ateş’i de yormaya başladı ki bence haklı da bu yorgunlukta. Feraye sürekli Ateş’e “Seni zor durumda bırakmayacağım,söz” deyip yirmi dört saat geçmeden mutlaka zor durumda bırakacak bir şey yapıyor. Ateş’e haber vermeden çekip gitmesi çok büyük bir yanlıştı Ateş onu korumak için tüm ailesini karşısına alırken hem de. Böyle bir durumda sadece kendi ailesine değil Muhsin amcası karşısında da mahcup duruma düşüyordu Ateş ki bu hikayede son mahcup olacak kişi o şu an için. Ateş’in tüm anlayışı, desteği, fedakarlığı karşısında Feraye’nin hata üstüne hata yapıyor olması, sürekli adamı zor durumda bırakması gerçekten çok sıkıcı olmaya başladı. Ya adamı annesinden para alıp terk ettiğinde bile tepki vermedi Ateş. Onu anladı ve korudu. Feraye ne yaptı hiçbir şey. Ateş her zaman ki gibi çok netti. İstersen kaldığımız yerden devam edelim istersen kendi yoluna gitmek istediğin gibi git ben yanındayım dedi. Bu sefer Feraye yüzüğü kendi seçerek taktı. Diğer seçeneği de seçebilirdi seçmedi. Bu sefer kendi isteyerek taktığı o yüzüğün formalite de olsa bazı kurallarına dikkat etmeli. Her şeyi geçelim bunca acısının içinde yüzünü bir şekilde güldüren bu adama hakkettiği saygıyı duymalı artık çünkü Ateş bu saygıyı fazlasıyla hakkediyor.

Ateş öyle bir yolda yürüyor ki ucu belli değil etrafı ise zehirli ağaçlarla çevrili. Arkasında dönen binbir türlü dolap, sırtından bıçaklamalar. Ve ne olursa olsun kendi değerlerinden ödün vermeyişi. Ateş’in sert noktaları fazlasıyla keskinken tüm olanlara karşı Feraye’ye tepki göstermemesi de hamileliğin getirdiği zorlukları tahmin etmesinden kaynaklanıyor bence. Çünkü ben sert bir tepki verir diye düşünmüştüm ama Ateş sert yanını değil anlayışlı tarafı ile onu dinlemeyi seçti. Bundaki asıl sebep ise Muhsin amcaya duyduğu minnet ve Ferayeye duyduğu saygından kaynaklı. Zaten ikilinin arasında başka bir şeyden bahsetmek de şu an için imkansız.

Ateş’in sevdikleri söz konusu olduğunda nasıl bir adama dönüştüğünü biliyoruz ama onun da bir sınırı var. Ve bu sınır artık oldukça açıldı özellikle de annesi tarafından. Karşısındaki annesi bile olsa sınırlarını ve özel alanını aşmasına izin vermiyor. Ne kadar sevse de kıymetlisi olsa da Gülfem’e resti çekip tepkisini gösteriyor. Annesine bile sınırı aştığında böyle sert çıkan öfkesini gizlemeyen bir adam bunca zaman düşürüldüğü bu durumu öğrendiğinde neler yapar? Onu bu duruma sokanlara karşı yine anlayışlı kalabilir mi yoksa ateş fırtınası mı başlatır? Sanırım bu soruların cevabı da yavaş yavaş çözülecek.A teş’in geçmişi tamamen giz altındayken bir çatlak oluştu şimdi. Nikah masasında terk edilen eski sevgili Melis. Kim bu Melis? Ateş bu kızı neden nikah masasında terk etti? Nasıl bir hikaye gizli? Ve tüm bu taşlar ortaya döküldüğünde mi asıl Ateş’i göreceğiz bakalım.

Ateş ve Yaman’ın bu hayattaki en büyük ortak noktalarından biri de şüphesiz kardeşleri Okan’a olan sevgileri. Ateş tüm kardeşlerini çok seviyor, Yaman için Okan’ın değeri paha biçilemez o keza Okan için de Yaman’ın ama bu hafta Okan’ın Ateş’e olan bağını da hissettim. Ateş’in o sert duruşundan çekinse de yine onu çok seviyor ve güveniyor. Hatta Bade’den öğrendiği gerçekler üzerine gurur duyup hayran oldu bir kez daha. Okan, Yaman’ı nasıl kaybetmekten korkuyorsa Ateş’i de kaybetmekten ona bir şey olmasından korkuyor. Sanırım her ne kadar uzakta da olsa Yaman’da Okan’da onu baba figürü yerine koymuşlar. Sanırım Okan’ın en büyük şansı iki tane onu çok seven ağabeye sahip olmak.

Her ne kadar iki tane dağ gibi ağabeye sahip olsa da bu onu yaşadığı hayattaki zorluklardan kurtarmak için yeterli olmuyor. Ağabeyleri hayatını kolaylaştırmak için elinden geleni yaptıkça hayat Okan’ı daha da köşeye sıkıştırıyor. Okan, Gülsoy kardeşler içinde en çocuk ruhlu ve neşe dolu olanı bence. Ayrıca pırlanta gibi bir kalbi var. Sürekli didişip dursalar da Hazal’a yardım etmek istemesi, hamile olduğunu öğrendi diye Feraye’ye sevdiği pastadan alması, meyve-sebze alması bunlar çok ince davranışlar. Aynı zamanda çok da olgun Okan. Bade’den öğrendiklerini Yaman’a anlatırsa neler olabileceğinin farkında olduğundan bu sırrı içine gömdü şimdilik. Bunu nereye kadar içinde tutabilir bilmiyorum. Okan ağabeyleri için endişelenirken Sarp, Okan’ın sırrını öğrendi ama şimdilik Vural’a söylemedi. Bakalım Okan kendi sıkıştığı bu durumdan nasıl sıyrılacak? Ya da sıyrılabilecek mi?

Safir bu bölümde gerilimi oldukça yüksek bir noktada bıraktı. Yaman’a ne olacak? Feraye ve bebek iyi mi? Ateş, Feraye’nin nikahtan habersizce hastaneye gitmesine tepki verecek mi? Tüm bu soruları pazartesi günü alacağız sanırım. O zamana kadar umutla kalın

 

ESARET (Aile, 15.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Ben biz insanların bir şekilde bir şeylere esir olduğumuzu düşünüyorum. Acılarımıza korkularımıza, öfkemize hatta sevdiklerimize bile esir olup hayatı kendimize zehir edebiliyoruz. Devin acılarına, Cihan öfkesine, Hülya hırsına esir olmuşken, Aslan ailesine esir olmuş durumda.

Aslan çok zeki biri, öfkesini, acısını, yaralarını istediği gibi kontrol altına alabiliyor, sanırım onun da esareti bu, asla bir Devin gibi her yeri yakıp yıkamıyor yahut gemileri yakıp gidemiyor. Aslında bana kalırsa bir tek kendisini değil çevresindekileri de bu şekilde kontrolü altında tutuyor. Amcasına yaptığı blöf hemen işe yaradı mesela, annesini ne zaman kontrol altına almak istese bunu bir şekilde başarıyor ve Hülya’nın itiraz etmesi bile olanaksız hale geliyor. Devin’i mesela önce kendisinden ayrılamayacağı konusunda çok güzel ikna etti, sonra dağ evinde onu özgür bıraktı, boşanmayı kabul etti ve bunun teminatı olarak nişan yüzüğünü Devin’e verdi. Çünkü biliyordu öyle ya da böyle Devin o yüzüğü kendi elleriyle ona geri takacaktı. Boşanalım dedi demesine de sizce Aslan bu dediğini gerçekten yapacak mıydı? Ben hiç zannetmiyorum o Devin’i bu kadar seviyorken ve tüm ailesini dahi onun için yakmaya hazırken onu bırakmazdı, bırakamazdı. Ayrıca Aslan Devin’i çok iyi tanıyor, öfkesini de acısını da, aşkını da görüyor. Ona söyledikleriyle Devin’i bir şekilde ikna edeceğinden emindi. Çünkü manipüle etmek onun işi.

Aslan Soykan bir stratejik deha, bir manipülasyon ustası. Bu özelliklerini sevdiklerine karşı (bu zamana kadar) kullanmazken, düşmanlarına karşı bir zen ustası maheretiyle yapıyor. Bu dehasını bu defa İlyas Koruzade’yı ortaya çıkartmak için çok güzel kullandı. Yaptığı plan sayesinde hem İlyas Koruzade’yı bulmuş olacak hem de hepsini ifşa etmiş olacaktı. Zira kendi arayacak olsaydı belki de onu asla bulamayacaktı üstelik onun kaçma durumunu da yok etmiş oldu söyledikleriyle. İlyas Koruzade’nin zayıf noktasına oynadı ve amacına ulaşmış oldu ki İlyas hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bu sayede hem yaptıkları planı ekarte etti hem de resmi olarak hepsine savaş açmış oldu. Aslında Aslan hem içeride hem dışarıda büyük bir savaş veriyor. İçerideki savaş kalbiyle, dışarıdaki savaş ailesinin kökünü kazımak isteyen düşmanlarına karşı ancak düşmanlarından biri de ailesinden olunca önceleri kullanmadığı bu özelliklerini artık herkesi izaya sokmak için kullanmak zorunda kaldı. Tüm bu durumların bir istisnası var, Aslan’ın korumak istediği, kaybetmemek için her şeyi yaptığı tek bir kişi var, o da Devin’den başkası değil.

Aslan, Devin’i içine girdiği durumdan korumak için büyük bir savaş vermeye başladı. Aslan’ın amacı Devin’i zor durumda bırakmak, istemediği bir şey yaptırmak yahut onu kendine esir etmek değil onu korumak. Evet kabul ediyorum yöntemleri asla normal değil dahası asla kabul edebileceğim yöntemler de değil ama şunu da kabul etmek lazım Devin de hiç normal değil ve normal tepkiler verebilecek durumda değil. Daha dorusu şöyle anlatayım :Devin’in şu andaki halini görmesem, Aslan’ı bana bir kamera ile izletseler, Aslan’ı bizzat kendim et çengeline çekerdim. Bir kadını kaçıracak, eve kapatacak, esir edecek falan ilk lafım “Aslanım sen hayırdır?” olurdu. Ancak Devin asla normal değil. Ben Aslan’ın Devin’i herkesten, her şeyden önce Devin’in kendisinden korumaya çalıştığını düşünüyorum.

Devin içine girdiği bataklıktan çıkamıyor çünkü bu bölümde daha net anladım Devin kendini artık bir yere ait olmaya layık görmüyor. Bebeğiyle tutunuyordu, onu da kaybedince tamamen kendini kaybetti. Aslan da acı çekmesin, bir sevdiğini daha acı çekerken görmemek için de bıçağı döndürdü, kendisine sapladı. Bu yüzden de Aslan bilinen tüm sınırları ihlal ederek Devin’i korumaya çalışıyor. Devin ise Aslan’ın bu davranışlarını kendisine müdahale ve kararlarına saygısızlık olarak görüyor ki Devin açısından da bakınca durum bu.

Devin Aslan’ın aksine asla öfkesine hakim olamayan, aklına eseni anında önünü ardını düşünmeden yapan bir karaktere sahip. Özgür olmayı benimsemiş biri, bu yüzden Aslan’ın yaptığı şeyi kabullenemiyor. Zaten kabullenmemesi kadar doğal bir şey yok çünkü o kendi doğru bildiği yolda hareket etmeye alışmış bu zamana kadar, şimdi Aslan’ın onu hapsetmesinin onu çılgına çevirmesi çok normal. Onun açısından bakınca zaten bu durum asla kabul edilemez. Aslan’ın yöntemleri vandalca ve Devin bunu bin yıl geçse kabul edecek biri değil. Ancak onu delirten o eve hapsolması değil diye düşünüyorum. Daha önce de defalarca söyledim, Devin kendisini dünyaya kapatmaya, acılarını susturarak hem kendini hem de çevresini koruma altına almaya alışkın biri. Daha önce de böyle ayakta kalabilmişti. Mesela bebeğinin acısıyla yüzleşmedi, evliliğini bitirme kararı aldı. Hatta İstanbul’da bile kalmayacak hem Aslan’a evlat veremeyeceği acısını yaşamayacak hem de Aslan’ın acı çekerek onunla kalmasını engelleyecekti. Tabi Aslan mağlubiyeti, kaybetmeyi kabul edecek bir adam olsaydı. Devin sevdiklerini uzaklaşarak korumayı, Aslan da onları sarmayarak korumayı biliyor. Burada ikisi de çok haklı diye düşünüyorum. Yani birinden biri suçlu değil. İkisi de kendince birilerini korumaya çalışıyor ancak Devin için bunun çok kolay olacağını söyleyemem zira karşısındaki adam öyle git demekle, ya da bebeğimiz olmayacak bitti demekle sevdiklerinden vazgeçecek biri değil. Bu yüzden Devin kırk yıllık yöntemiyle ancak daha fazla yorulur ancak yolun sonu değişmez diye düşünüyorum.

Ben burada ne Aslan’ı anlayışsız ne de Devin’i bencil görüyorum. Devin bahanelerin arkasına sığınıyor çünkü gerçeklerle yüzleşemeyecek kadar yorgun bana kalırsa. Gidemeyeceğini, gitse bile dayanamayacağını çok iyi biliyor ama bu kadar yaralıyken Aslan’ın yanında da kalamaz, bu yüzden onun yanında kalıp aynı zamanda kendini ondan uzak tutacak bahanelere sığınıyor. Aralarındaki engeller büyüdükçe Devin’de anlıyor aslında ondan vazgeçemeyeceğini yoksa Devin’in o evde kalmasının sebebi çocuklarken boşanmayı erteletmesine ya da “Biz boşanmıyoruz” demesine gerek yoktu, sadece çocuklar için de kalabilirdi ama o boşanma durumuna değindi ve yüzüğü tam da Aslan’ın istediği gibi ona geri taktı. Devin çocukları çok sevse de o eve dönmesinin tek sebebi çocuklar değil. Üstelik Aslan’ın da dediği gibi Devin nefret ede ede de olsa o evde aile ile kalmaya devam edecek. Şu an geriye sadece bir kişi kaldı o eve girmeyen; Cihan.

Daha önce Cihan’ın derdinin intikam almak değil Soykanların başına geçmek olduğunu söylemiştim. Zaten eğer tek derdi bu olsaydı İlyas’la böyle kolay kolay anlaşamazdı. Zaten bence derdi Soykanlarla da değil Aslan’la, zira Leyla’nın tutuklandığını gördüğünde Aslan gibi o da ilk düşüncesi onu kurtarmak oldu, hatta kendini ve diğerlerini yakma pahasına onu kurtaracağını söyledi. Bu da demek oluyor ki Cihan Aslan’ın olan her şeyini istiyor. Aslında bakacak olursanız Cihan’ın Aslan’ın her şeyini istemesi kadar normal bir şey yok, çünkü bu güne kadar Cihan’dan ne esirgendiyse Aslan’a fazla fazla verildi ve Cihan ömrü boyunca buna tanık oldu. Buna en çokta anne bildiği Hülya’nın sevgisinin bir damlasını bile ondan esirgerken Aslan’ın üstüne titremesi belki de Cihan’ın canını en çok yakan şeydir. Şimdi Aslan’a bu kadar bilenmesinin de, onun sahip olduklarını istemesini de anlayabiliyorum. Her ne kadar anlasam da asla onaylamıyorum. Aslan bugüne kadar Cihan’a hep iyi oldu. Bir ailenin günahlarını kardeşine yöneltmesi Cihan’ın hala 15 yaşındaki ergen tribinde olduğunu düşündürdü bana. Ailedeki ondan sevgisini esirgeyen dahil herkese bir kılıf buldu çünkü aslında Cihan’ın öfkesi onun yerini yerle bir eden babasına. Onun intiharı, suçlanması, Cihan’ın ailede yetersiz görünmesine sebep oldu bu yüzden de Cihan babasının koltuğunda oturana saldırıyor diye düşünüyorum ve bu kafa karışıklığının daha ne kadar devam edeceğini de merak ediyorum.

Cihan’ın öfkesi ve nefreti yalnızca seçili Soykanlara yönelirken avukat Serap’ın öfkesi çok daha başka; o tüm Soykanlardan nefret ediyor. Serap’ın şu an için en çok dikkatimi çeken özelliği tüm Soykanlardan nefret ediyor oluşu, geçmişinde yaşadığı anı hatırladığında yahut Cihan yarasını öptüğünde yüz ifadesi çok kötü oldu. “Geçmişindeki travmalarının sebebi kim, bunun Soykanlarla ilgisi ne, İlyas onu kurtardığı için mi ona baba diyor, gerçek kızıysa İlyas nasıl onun böyle bir şeye maruz kalmasına izin verdi?”   gibi onlarca soru oluştu aklımda. Eğer ona bu iğrençlikleri yaşatan bir Soykansa iki seçenek var demektir; Yusuf yahut İbrahim Soykan. Serap şu an için bir sır küpü ama onun sebeplerini çok merak ediyorum doğrusu. Onun bu öfkesi hangi noktada Aslan’ı etkileyecek göreceğiz.

Aslan Devin için kendi dahi herkesi yakmaya hazırken Hülya da kurduğu imparatorluk için her şeyi yapabilecek durumda. Burada şunu görüyorum ki Hülya köşeye sıkıştıkça etrafını alev saran akrep gibi hiç düşünmeden bulduğu her şeye saldırıyor. Öyle ki Devin’i tutuklatmayı bir saniye bile düşünmedi. Tek derdi ondan kurtulmaktı peki Hülya’yı bu kadar endişelendiren ne? Ailesinin yahut derneğinin isminin lekelenmesi mi, haksızlığa uğramak mı belki de her şeyin üstündeki kontrolünü kaybediyor oluşu ne dersiniz. Hırsı ve öfkesi o kadar büyük ki korkarım sonu alevlerin arasındaki akrep gibi olacak. Kontrolünden çıkan her şey onun için yok olmaya, ayağının altından kalkmaya mahkum ona göre. Öyle ki kızı haksız yere hapse girdiğinde bile bunun kendisine karşı çıktığı ve torunları ona kaldığı için tepki bile vermedi bu duruma. Halbuki bu Leyla’nın ilk acı çektiği hapishanesi değildi.

Ben Leyla’yı Soykanların özgürlük nişanesi gibi görüyorum; o evden, evin kurallarından, sürekli istenmediği halde bir şeylerin dayatılmasına belki de karşı çıkıp o evden çıkan ilk kişidir. Üstelik alelade bir çıkış değildi onunkisi çok değerli Yusuf Soykan’ın tablosunu yakarak çıktı o evden Leyla. Ah Leyla’m ah aslında onun tek istediği çocuklarının onun yaşadığı esareti yaşamamasıydı, fakat belki de Soykan olmak bir lanetti ve kurtulmak imkansızdı. Zira onun gibi Devin de ne yaparsa yapsın o eve bir şekilde geri dönüyordu.

Aslan canı pahasına Leyla’yı hapisten çıkaracağına ant içti, Devin’se Leyla hapiste olduğu sürece çiftlikte kalacağını söyledi. Bu durumda Aslan bir yandan Leyla’yı kurtarmaya çalışırken diğer yandan Devin’i kalmaya ikna etmesi gerekiyor. Bakalım kazanan kim olacak izleyip görelim.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Kirli Oyunlar (Safir, 6.bölüm)

YAZAR : a. Ela Erdoğdu

İnsanı dünyadaki diğer her şeyden ayıran en temel özelliği sadece düşünmesi değil aynı zamanda düşündüğünü analiz edebiliyor olmasıdır. Bana soracak olursanız duygular insanın hayatını manipüle etmek için varlar. Çünkü duygularımız içgüdülerimiz ile bağlantılıdır genelde. Ben hayatımın önemli dönüm noktalarında duygularımı minimum düzeyde tutmaya çalışırım. Bakın hiç umursamam demiyorum bu zaten imkânsız bir şey ama bu seviyeyi elimden geldiğince en altta tutarım. Çünkü duygular değişir ve o an duygusal davranıp verdiğimiz bir karardan hayatımızın sonuna kadar pişmanlık duyabiliriz. Bu yüzden mantığınızı her zaman bir tık önde tutmanızı tavsiye ederim sizlere tıpkı Ateş’in hayatında da olduğu gibi.

Ateş bu hikâyenin buz adamı. Bunu onu gören herkes hemen anlıyor ancak bu durum onunla kısa bir sohbet ettikten sonra değişiyor. Değişmemesi mümkün değil zaten. Ateş bütün benliğiyle bir ayna gibi adeta. Siz ona ne gösterirseniz o size onu yansıtıyor. Vural ile konuşurken ona Vural’ın karanlığını yansıtarak konuşuyor, Hazal, Feraye ve Okan ile konuşurken ise anlayışlı tarafını. Çünkü bu hayatta siz ne iseniz karşılığında onu bulursunuz. Artık gerçekten Ateş’in bu kadar sırtından bıçaklanıyor olmasına ben bile katlanamıyorum. Kime iyilik etse kime destek olsa yanında olmaya çalışsa sırtına bir bir indiriyor hançeri.

Birçoğunuzun Ateş’e olan öfkesi mevcut olabilir ama tek bir konuda olamaz. Feraye ve Yaman konusunda Ateş’in bir suçu yok çünkü adam hiçbir şey bilmiyor. Ne o eski sevgilinin Yaman olduğunu biliyor ne de Feraye’nin canını ölmek isteyecek kadar yakan kişinin Yaman olduğunu. Tüm olayları bütün detayları ile bilse Feraye ile evlenmek yerine onu Yaman ile konuşması gerektiğini söyler aldığı cevaba saygı duyar sonrasında da Feraye’ye kendisine bir hayat kurması konusunda destek olur, istediği sürece de yanında olurdu. Ya da Yaman, Okan’ı dinleyip Ateş’e Feraye ile olan geçmişini anlatsa Ateş yine böyle bir duruma girişmezdi. Ama yok kimse Ateş’e doğruları söylemiyor buna rağmen de her hareketini yanlış bulup suçluyor. Diğer olaylarda bakış açısı farklılığı olabilir diyerek anlayış beklenebilir belki ama Yaman ve Feraye olayında en suçsuz kişi Ateş.

Sevdiklerinin canı yandığında içinden bir canavar çıktığını kabullenen Ateş ve Hazal ile, Feraye ile hatta Bade ile şakalaşan bir Ateş. İkisi bir bedende birlikte yaşıyor. Hep söyledim Ateş’in tehlikeli bir tarafı var. Damarına asla ama asla basılmaması gereken bir adam çünkü hayatını belli kurallar ve değerler üzerine sapasağlam bir şekilde inşa etmiş. Sınırları konusunda oldukça net ve bunu karşısındaki insanlardan da gizlemiyor. Ama karşısındaki herkes bile bile lades demekte ısrarlı. Ateş’in zor bir adam olduğunun kanıtı içindeki karanlık tarafı kontrol altında tutabilmesinde gizli. Bu tür kontroller uzaktan bakıldığında kolay görünse de insanı çok yorar çünkü o anki duygu yoğunluğunuzu karşınızdaki insanın kim olduğunu unutmadan, kırıp dökmeden kontrol atında tutmanız çok zordur. Hem bu yanınızı kontrol edip hem merhametli bir insan olmak. İçindeki gizli ve jiletli tellerle örülü duvarlara rağmen Ateş merhameti de değer vermeyi de çok iyi bilen bir adam.

Ateş hem Muhsin’e olan minnet borcu hem de bir kadın olarak Feraye’nin içinde bulunduğu zor duruma gözlerini kapatamadı ama Feraye mutlu olsun diye yaptığı şeyler sadece bunlardan kaynaklanmıyor. Ateş, Feraye’ye değer veriyor. Bu değer babasından ayrı onun tek başına boğuştuğu bunca şeye rağmen kendi gibi kalabilmesine, iyi niyetine değer veriyor. Görüyor çünkü ne zaman olumsuz bir olay yaşasalar Feraye’nin mahcubiyetini görüp özründeki samimiyeti hissediyor. Bundan dolayı onu güldürdüğünde kendisinin de mutlu olması, annesinin gelinliği zarar gördü diye özel tasarımcıyı özel uçakla getirtip o gelinliği yaptırması. Yürüdükleri bu evlilik yolu formalite de olsa Feraye’nin içinde hiçbir şeyin eksik ve uhde kalmasını istemiyor. Ama tüm bunları yaparken de onun yüzünden tüm bu olanları âşık olduğu adamla yaşamak istediğini anlayarak saygı duyuyor. Ateş şu an Feraye’ye çok saygı duyuyor ve değer veriyor olsa da ona söylediği yalanları, içine düşürdüğü durumu öğrendiğinde esecek rüzgâr her şeyi tam tersine çevirecek.

Ateş tüm içtenliğiyle kendisine adımlar atarken Feraye için de Ateş artık konağın büyük oğlu imajından sıyırılmaya başlıyor. O artık sadece Ateş Gülsoy değil Feraye için dert ortağı, destekçisi, yol arkadaşı. Ateş’e duyduğu saygı giderek artmakla beraber kendisi için daha değerli oluyor. Ateş’in hayatında önemli bir yer olmasa “tüm gerçeği anlatsam benden nefret eder mi?” endişesi içinde filizlenmezdi. Hayatınız da yeri olmayan insanlar için böyle şeyleri düşünmez, sizin için neler düşüneceğini önemsemezsiniz çünkü. Ama Feraye bunu önemsiyor Ateş’in gözünde kötü bir konuma düşmek her şeyi öğrendiğinde iyice bataklıkta batmak istemiyor. Bu konuda Hazal ile aynı şeyi düşünüyorum eğer ki Ateş’e cesaretini toplayıp her şeyi daha da geç olmadan anlatırsa Ateş fikrini söylese de kararına saygı duyacaktır. Feraye, yaşadığı bunca zorluğun yanında sadece iki kişinin yanında gülümsüyor. Ateş ve Hazal. Ateş de Hazal da ona bir an da olsa acısını unutturuyor. Tüm bunlara karşı önemli olan tek şey artık Feraye’nin cesaretini toplayabilmesi. Cesaretini toplayamadıkça Ateş’e sürekli yalan söylemeye devam edecek ve daha çok ezilecek bu yalanların altında.

Feraye bir kılıcın üstünde yürüyor. Her adımda ayakları kanıyor ve giderek de kılıcın en ucuna yaklaşıyor. İşte tüm mesele o uca geldiğinde ne yapacağı. Feraye’yi çok fazla anlayamadığım, bu ne tutarsızlık dediğim nokta oluyor. Düşünüyorum nasıl böyle yapar diye işte o an aklıma benim Feraye olmadığım geliyor. Ne onun gibi çocukluk aşkımdan darbe yedim ne de onun kadar umutsuz olduğum zamanlar oldu. Hayata bakış açımız yaşadığımız aile yapısı bile farklı o yüzden ben onu hiçbir zaman tam olarak algılayamam. Ama unutmamamız gereken bir nokta daha var ki bu kız hamile. Hamilelik başlı başına zor bir olayken tüm bunları aşk acısıyla, ihanet gerçeğiyle, yürütmek zorunda olduğu bir oyunla ve gizlice yaşamak zorunda. Hormonları bu kadar yüksek ve dengesiz bir dönemdeyken Feraye’nin bu kadar tutarsız olması da çok normal. Bunca boğuştuğu dert içinde sanırım hiçbirimiz mantıklı kararlar veremezdik. Ama inanıyorum ki bir an gelecek Feraye hayatının tüm iplerini kendi eline alacaktır.

Feraye ne kadar sıkışmışsa Yaman o kadar açıkta. Yaman ile ilgili düşüncelerim değişmedi ki zaten Yaman’da değişmiyor. Her hafta bir öncekinden daha fazla ileri gidiyor. Ben Yaman’ın bu aşırı eril, sahibiymiş gibi tavırlarından artık gerçekten çok sıkıldım. Öyle ya da böyle sen bu kızı terk ettin mi? Ettin yani ne bekliyor olabilirsin ki bu kız hayatı boyunca senin arkandan üzülüp, yalnız mı kalacaktı? Şimdi “ama aldatıldığını sanıyor” savunması gelmeden not düşelim. Feraye de sanıyordu. Yaman’a zarar verdiğini gören var mı? Ben görmedim mesela. Aldatılırsan arkanı döner gidersin ki öncesinde sen gitmişsin. Yaman’ın meselesi tamamen yine sahiplenici o tutuşla karşı tarafı mahvetmeye yönelik dönüşmeye başladı. Kaldı ki bunların hiç biri olmasa kızdan uzaklaşmıştı. Senelerce mi bekleyecekti Feraye? Hamilelik olayı olmasa bu kadar erken olmazdı belki ama illa bir gün bu kızın hayatına biri girecekti. Yaman’ın ilişkileri boyunca da bu kıskanç ve sahibiymiş gibi tavırları varmış. O zaman da Feraye bu tavırlarından memnun değilmiş, bunu söylemiş de ama sevdiği kadın için onun rahatsız olduğu bu tavırlarını törpüleme çabasına bile girmemiş. Şundan da eminim ki Feraye bu süreci Ateş dışında başkasıyla yaşıyor olsa da bu kadar dert etmezdi. Bu durumun onu normalden fazla rahatsız etmesi hem ağabeyine düşman olamıyor oluşu hem de tekrar kendisini Ateş’e karşı kaybetmiş olması. Yaman da çok iyi biliyor ki bu konuda Ateş’in suçu yok çünkü bilmiyor. Yaman’ın yaptıklarını aşk acısı ve kıskançlık adı altında normalleştiremem. Eğer bunu normalleştiren varsa da size şunu hatırlatmak isterim bu ülkede “kıskançlık” arkasına saklanılarak kadınlara neler yaşatıldığına bir bakın. Yaman özünde çok iyi bir adam olabilir ama yaşadığı bu yol ayrımı onun içindeki bastırılmış duyguları gün yüzüne çıkardı. Yaman’ın geçmiş hisleri bana geçiyor ama şu an bana geçen tek şey intikam hırsı. Yaman’ın istediği şey Feraye’nin üzülmesi ve onu zor durumda bırakmak.

Yaman ve Feraye’nin ilişkisi cidden çok karışık. Bu zamana kadar Yaman’ın bir şeyi istediğinde Feraye’yi nasıl ikna ettiğini gördük. Yaman gerçekten aşkını açıkça yaşamak istiyorsa bir şekilde onu ikna ederdi diye düşünüyorum. Ki Yaman ilan etse de Feraye ne diyecekti ki? Kaldı ki bu ilişkinin yönetici gezegeni Yaman’ken ne diyebilirdi! Daha önce de söyledim tekrar söylüyorum. Ailelere söylenmemesi anlaşılabilir ama Feraye’nin çevresi bilirken Yaman’ın çevresi bilmiyor. Yaman ona mesajla asılan kişiye bile ilişkisi olduğunu söylemiyorken bu konuda topu sadece Feraye’ye atmak da doğru olmaz. İki taraf içinde gizli olması daha iyiymiş demek ki.Yaman ve Feraye birbirine hem çok yakın hem çok uzakmış aslında. Mesela Feraye ne kadar didişseler de Ateş’in Yaman için bu kadar önemli ve değerli olduğunu bilmiyor. Yaman ise parkta âşık olduğu o kızın ruhuna sarılması mümkün olmayan yaralar açıyor. Bazı yararları sevgiyle bile iyileştiremezsiniz çünkü. Yaman da Feraye’ de öyle yara bere içinde ki birbirlerine ne yaptıklarını göremiyorlar bile. Feraye acısını içine hapsederken Yaman her yere saldırıyor, düşünmeden hareket ediyor bu yüzden de hiçbir zaman istediği sonucu alamıyor, alamayacak da. Yaman’ın sakinleşip durulmaya Feraye’nin ise ipleri eline almaya ihtiyacı var. Çünkü canı yanan tek kişi Yaman değil madem can yanması böyle bir şey ise Feraye’de artık aynı şekilde karşılığını versin de görelim bakalım, kim kimi ne kadar seviyormuş?

İki cambaz bir ipte oynamaz sözü son zamanlarda aklıma sadece Ateş ve Yaman’ı getiriyor. Aslında uzaklaşıp baktığınız zaman ikisi de birbirine benziyorlar ama tabloya yakından baktığınızda detaylar ortaya çıkıyor. İkisinin de karanlık ürkütücü tarafları var Ateş bunu dizginlerken Yaman dizginlemiyor. Ateş son ana kadar mücadele ederken, Yaman pes ediyor. Birisi içindeki siyahı içindeki zindanda hapsederken son zamanlarda Yaman içindeki beyazı hapsediyor. Birbirlerinden ayrıldıkları çok nokta olsa da birleştikleri bit nokta var o da birbirlerine verdikleri değer. Ateş için Yaman hem çok kıymetli hem de seviyor, Yaman için Ateş ise çocukluğunun sığınağı ve koruyucusu. Ağabeyi, düşman olamadığı. Yaman, Ateş’in kalbinin güzelliğinin farkında bu yüzden bilerek böyle bir şey yapmayacağını biliyor ama içindeki kıskançlık bazen karşısındakinin ağabeyi olduğunu unutmasına sebep oluyor. Bir gün gerçekleri ortaya çıkıp da bu iki kardeş karşı karşıya geldiğinde neler olacak çok merak ediyorum.

Bu bölüm sonu ben nefesimi tuttum ve öyle izledim. Ateş bundan sonra ne yapacak? Bade bildiklerini söyleyecek mi? Yaman ne yapacak? Gülfem’in planı ayağına mı dolanacak? Ateş ne hissediyor? Feraye gerçekten iyi olacağına inanıyor mu? Tüm bu soruların cevabını önümüzdeki hafta alacağız ve sanırım bu hafta oldukça zor geçecek.

Bu hafta sizlere çok sevdiğim bir şarkının sözleriyle veda etmek istiyorum.

Benim yerime de sev
Bekletme hayatı
Bu kadarına razıysan yaşa gitsin
Kaç kişiyiz savunan sevdayı?

 

Çıkmaz Sokak (Aile, 14.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Üstünden bir ömür geçti gibi hissettiğim bir dizi oldu Aile. Nerede kalmıştık? Nasıl olmuştu derken kendimi birden yine o hummalı koşturmacanın içerisinde buldum. E o zaman ne diyeyim? Yeniden hayatıma hoşgeldiniz SOYKANLAR!

Ben hayatı dik yokuşları olan, tümsekleri bulunan, bazen dümdüz ilerlerken bezense dolambaçlarla dolu , türlü türlü ayrım noktaları olan bir yola benzetiyorum. Bizse birer yolcuyuz, bu yola başlarken yalnız yahut yanımızda biri olması önemli değil, önemli olan o yolda ilerlerken başımıza gelenlerle nasıl başa çıktığımızdır bana göre. Devin mesela bu yolculukta o kadar yıprandı ki Aslan’la yollarını ayırdı, zira çıkmaya çalıştığı yokuş o kadar dikti ki Devin’den masumiyetiyle birlikte anneliğini de alıp götürdü. Aslan’sa tüm yokuşlara, tümsek ve çukurlara rağmen yola devam etme çabasında, çünkü biliyor ki ilerlemekten vazgeçerse bir daha asla toparlayamayacak; ne kendisini, ne ailesini ne de Devin’i. Şimdi yeni bir yolun başındalar fakat bu sefer çıktıkları her yol önü dümdüz duvarla örülü çıkmaz sokağa çıkıyor diye hissediyorum.

Devin onu bıraktığımızdan çok daha kötü bir halde bulduk. Yine acılarını almış, kendini dünyaya kapatmış yas tutuyor bir halde bulduk onu. Ama en önemlisi o yine çocukluğunda olduğu gibi tüm yaşadıklarına karşın kendini izleyici moduna almış, sorunlarından, onlarla yüzleşmekten kaçıyor. Hatırlarsınız Devin Aslan’a o aileden olanları sanki uzaktan belgesel izliyormuş gibi yaparak sağlam çıktığını-ki ben bunu sonuna kadar tartışırım – söylemişti şu an tam da aynısını yapıyor; kaçıyor. Devin geçen süre içinde katil olma ihtimaliyle yüz yüze gelmiş, çocuğunu kaybetmiş ve tüm bunların sorumlusu olarak gördüğü “Hastalıklı” diye tanımladığı aşkından vazgeçmiş vaziyette yapayalnız savrulurken çıktı karşımıza. Peki Devin bunu neden yapıyor kendine? Ya da şöyle sorayım neden Devin acıyı bir tek kendi çekiyormuş gibi davranıyor? Çünkü Devin paylaşmayı bilmiyor; ne acısını paylaşabiliyor Aslan’la ne sevgisini ne üzüntüsünü ne de sorunlarını. İşin kötü yanı ne biliyor musunuz? Devin birini sevmeyi de, sevmemin getirdiği sorumlulukları da bilmiyor, zira kendisi görmemiş ki gösterebilsin. En temelinden ailesinden sevgi görmemiş ki birine sevgisini sunabilsin. Devin Aslan’a aşık ama onun aşkı sevgisiz, tutkulu bir aşk maalesef. Burada zayıf bir duygudan bahsetmiyorum. Sevgi inceliklidir, sarar, sarmalar, affeder, iyileştirir. Ancak aşk sevgiden bağımsız büyümeye başlarsa çok tüketici olabilir. Devin’in içindeki duyguyu şu anda hem kendini hem Aslan’ı tüketen bir aşk olarak görüyorum. Üstelik o kaçmayı, sorunları yok saymayı sanki kendi başına değil de bir başkasının başına gelmiş de bu olaylar Devin de tanık oluyormuş gibi davranıyor. Çünkü böyle davranmak kolayına geliyor, devam etmesini sağlıyor. Daha da önemlisi Devin delirmiyor. Akıl sağlığını da bu şekilde koruyacağına ben eminim de Aslan’ın karısından iki bağırdı diye vazgeçeceğini de hiç sanmıyorum.

Devin yalnız kalmayı da bu sorunları kendi başına yok saymayı da kendi tercih ediyor ne yazık ki, zira o istedikten sonra Aslan’ın onun yanında olmamasının hiç imkanı yok. Zaten biz Aslan’ın Devin izin verdikten sonra her an yanında olmaya hazır olduğuna şahit olduk. Aslında bu konuda onu anlıyorum; Devin bu zamana kadar hep kendi başına kendi başının çaresine baktığı için, normal bir ailede sevgi görmeden büyüdüğü, her zaman bir şeylerin üstesinden gelmek zorunda kaldığı için başka türlüsünü düşünemiyor. Bunları hayatına birini almış olsa bile tek başına yapması gerektiğini düşünüyor. Ama bu yaptığı Aslan’a haksızlık tıpkı bir daha çocuklarının olmayacağını öğrendiğinde ona hiç bir şey söylemeden, bunu onun için yaptığını söyleyip gitmesi gibi. Aslan için en doğru kararı verdiğini düşünüyor fakat ben ikili ilişkilerde ikisini de ilgilendiren bir durum varsa bunun karşıdaki kişinin de bilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Devin kendince en doğrusunu yapıyor, işte sevdiği adamı acıdan da koruduğunu sanıyor ama aslında korumaya çalıştığı en önemli şey kendi aklı ve kalbi de bir yandan. Düşünsenize Devin tüm hayatı boyunca anne ve kardeşinin bir başkası yüzünden acı çekmesine şahit oldu. Kendisini korudu ama sevdiklerini koruyamadı. Annesi aklını yitirdi, kardeşi oradan oraya savruldu. Devin’in artık sevdiklerinin acısına katlanacak dermanı da yok. Bu sebeple Aslan’la acılarını paylaşmıyor. O alışkın nasılsa, sevdiği adamın da acı çekmesine gerek yok diye düşünüyor ama burada Aslan’ın alması gereken kararı kendisinin alması bence yanlış, onaylamıyorum ne yazık ki…

Aslan’ı tüm yaşananların ardından yine aileyi toplamaya çalışmasıyla bulduk. Zira artık tam anlamıyla o ailenin başındaki kişi konumunda ve bunun olmasını istemeyen onlarca kişi var etrafında. Bir yandan onları düşmanı bellemiş ve süründüklerini görmek için her şeyi yapmaya hazır intikam ateşiyle yanıp tutuşan kardeşi Cihan, diğer yandan yine asla sözünü dinlemeyip, başına bin bir bela açan annesi Hülya, onları sırtından vurup kaçan enişte Tolga, yeni bir yaşam için kolları sıvayan ablası Leyla, asla elindekiyle yetinmeyip illegale yönelen amcası İbrahim ve yüzünü dahi görmek istemeyen çok sevdiği karısı Devin. Aile o kırılan masa gibi parçalanmış, çakıl taşları gibi darmadağın olmuş durumda. Ve tüm bunları toplamak yine Aslan’a düşüyor. Aslan başından beri hedeflediği şeyi yapmak istese de daha açılışta kendisini temize çekmesinin, aileyi bir araya getirmesinin eskisinden de zor olacağının sinyallerini almış oldu.

Aslan yaşadıklarından dolayı çok sıkışmış durumdaydı ve tıpkı Devin gibi o da yapayalnızdı. Cihan, Avukat Serap, Hülya, İbrahim ve hatta Devin onu öyle bir çıkmaza sürükledi ki sanki her biri onun bir tarafından tutmuş çekiştiriyormuş gibi hissediyordu. Bulabildiği çıkar yolsa Aslan’ın istediğinde ne kadar gözü kara olduğunu gösteriyor bana göre. O yaptığı planla gözünü kırpmadan tüm aile üyelerini tutuklattı. Bunun sonucunda ne olacak aile yeniden çiftlikte mi toplanacak bilmiyorum ama bu kez karşısındaki düşman sıradan biri yahut gözünü kırpmadan yok edebileceği biri değil “Kardeş” dediği Cihan.

Ben Cihan’ın Soykanlara bilenmesini de, onları yok etmek için Koruzadelerle iş birliği yapmasını da anlıyorum. Zira Cihan Soykanlar yüzünden sevgisizliğe mahkum bir hayat sürmüş, aile bildikleri tarafından dışlanmış, ailenin en karanlık işlerine bulaşmıştı. Ayrıca onlar yüzünden ilk defa aile olabilecekken bebeğini kaybetmişti. Üstelik belki de bambaşka bir hayat yaşayabilecekken, belki bugün bir ailesi, sevdiği bir kadın ve hatta çocukları olabilecekken bunların hiçbiri yok, sadece sırtında bir kurşun ve yapayalnız yaşamaya çalışıyor. Buna sebep olanlarsa hala bir “Aile” gibi kameralara gülümsüyor. Cihan böyle düşünürken onları yok etmek istemesi üstelik bunun yavaş yavaş fiziksel olarak değil güç, itibar ve maddi kayıpla olmasını istemesi kadar doğal bir şey göremiyorum. Fakat burada şunu da söylemem gerekiyor tüm bunlar için Cihan’ın yaptıklarını haklı olsa da Cihan’ı haksız bulduğum konular da var.

Cihan adalet peşinde değil Güç peşinde. Bu yüzden de hedef olarak kendine Hülya, İbrahim yahut İlyas’ı seçmedi Aslan’ı seçti. Halbuki bu hikâyede Aslan da en az Cihan kadar suçsuz ama Cihan’ın derdi Aslan’ı ekarte edip onun yerine ailenin başına geçmek. Zira derdi gerçekten aileyi tamamen maddi olarak yok etmek olsaydı bambaşka şeyler de yapabilirdi. Çünkü Cihan; Soykan ailesinin kara kutusuydu, Yusuf Soykan’ın yaptığı illegal her şeyin bir numaralı tanığıydı, istese eline bir kaç sağlam belgeyle aileyi yerle bir edebilirdi ama yapmıyor. Bundan dolayı doğrudan Hülya‘yla uğraşmak yerine Aslan’la uğraşıyor. Eğer derdi intikam almak olsaydı Hülya’yla arabada olduğu vakit tereddüt etmez o arabayı ileri sürerdi ama yapmadı. Sizce Cihan’ın öyle bir şey yapmaya cesareti var mıydı? Ben hiç zannetmiyorum. Bundan dolayı Eğer Cihan güç değil de adalet peşinde olsaydı, uğraştığı kişi Aslan değil de Hülya olsaydı burada onu en çok savunan kişi ben olurdum ancak kimse kusura bakmasın karşımdaki adam Hülya Soykan’ın yansıması olan oğlundan başkası değil.

Cihan ailesini, Koruzadeler oğullarını, Aslan çocuğunu ve sevdiği kadını, Devin’se hem çocuğunu hem de anne olma ihtimalini kaybetti. Böyle düşününce Hülya neler kaybetti bu süreçte acaba diye düşünmeden duramıyorum. Bence o benliğini ve ruhunu kaybetti. Çünkü Hülya geçmişte çok fazla baskıya maruz kalıp çok fazla mücadele etmiş bugünlere gelebilmek için ki kendisi de bunu sık sık dile getiriyor. Hülya ne yaşadı da şimdi ki Hülya’yı yarattı açıkçası çok merak ediyorum. Aslında Hülya Soykan üzerine biraz düşününce istese Devin’e çok daha farklı şeyler yapabilirdi onu ekarte edebilmek için. Düşünsenize Hülya gibi İngiltere’de prestijli bir kliniği şak diye ayarlayacak kadar güçlü biri istese Devin’i bir şekilde yok edebilirdi ki bunu ilk bölümde Aslan’ın sevgilisine yaparken çok net gördük. Ama o onu sadece Aslan’dan uzaklaştırmaya çalışıyor. Peki bunu neden yapıyor? İlk cevabım tabi ki oğlu için olsa da biraz bakış açısını değiştirince acaba diyorum; acaba Hülya Devin’i korumaya çalışıyor olabilir mi? Hadi bunun üzerine biraz kafa yoralım; bence Hülya Devin’i kendine benzetiyor, bu yüzden kendi yaşadıklarını o yaşasın istemiyor. Aslan’la konuşurken bunu da dile getirmişti “ Ben de aynısını yaşadım, daha çok acı çekeceksiniz” demişti. Düşünüyorum da Hülya gibi ailesine bu kadar bağlı, Yusuf Soykan ismini bu kadar yüceltmeye çalışan bir kadın neden iki oğluna da asla gelin almadı, evlenin diye baskı yapmadı? Benim istediğim biriyle evleneceksiniz bile demedi hiç iki oğluna da. Hadi diyelim Aslan istemezdi itiraz ederdi onun istediği biriyle evlenmeyi ama Cihan asla bu isteğini geri çevirmezdi, evlenirdi ama o bunların da hiçbirini yapmadı. Dahası biz bir kere bile Hülya’nın torun istediğine şahit olmadık, Hülya gibi bir kadın soyu devam etsin diye her şeyi yapması gerekmez miydi? Halbuki o Devin’in hamile olduğunu öğrendiğinde beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bence Hülya Soykanlara gelin gelsin istemiyor, tıpkı kendi gibi ruhları yavaş yavaş emilecek yeni kurbanlar istemiyor bu aileye. Tüm bunları düşündüğümde elimde tek bir cevap kalıyor; Hülya Devin’in kendisi gibi olmasını, yitip gitmesini istemiyor olabilir. Hatta bu yüzden çok daha ileriye gitmiş bile olabilir ama bu konuyu açmak için elimde biraz daha argüman olması gerekiyor, o yüzden biraz daha kendime saklayacağım bu durumu. Tabii ki bunlar varsayım, senaryonun gidişatında aklıma takılan soruları sizinle de paylaşmak istedim sadece.

Soykan ailesinde bağlar hiç olmadığı kadar kopuk, Aslan aileyi iki şekilde tanımladı ve bana kalırsa biz bu sezon iki duruma da çok net tanık olacağız. “Birbirini çok severek yahut nefret ederek” Soykanlar bir şekilde yeniden bir araya gelecek. Aslan bunun ilk adımını attı, Devin mecburi geri geldi. Tüm Soykan ailesi tutuklandı ve Koruzadelerle belki de hiç olmayacak kadar çetin bir savaş başladı. Benim asıl merak ettiğim Cihan’ın durumu ne olacak? Ko. ruzadelerle birlikte olmaya devam edip ettiği intikam yeminini yerine mi getirecek yoksa o da nefret ede ede Soykanlara mecburi bir katılım mı sağlayacak göreceğiz.

Dolu dolu bir sezon açılışı oldu bana göre herkesin eline, emeğine sağlık.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın .

 

 

 

 

 

 

 

Ve Sonsuza Kadar Mutlu Yaşadılar… (Ya Çok Seversen, 13.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

En son kalbiniz ne zaman yerinden çıkacakmış gibi attı, midenizdeki kelebekler kanatlanıp uçtu, sevinçten otuz iki dişiniz göründü. Bunlar aşkın ilk kıvılcımlarının işaretidir bana göre. O an ruhumuz eşini seçer ve eğer bu uğurda mücadele edersek iki ruh birbirini bulur. Ateş ve Leyla birbirlerini gördükleri ilk an ruhları birbirini seçti. Onlar önlerindeki tüm engellere, kalplerindeki yaralara ve ruhlarındaki boşluğa rağmen birbirlerinde tamamlanmayı başardılar. Bu onların aşk hikayesiydi ve ben bu hikayeye ortak olduğum için çok mutluyum.

Leyla işi gereği en yapmaması gereken şeyi yaptı, aşık oldu. Aşık olduğu kabul etmek, ne yapacağına karar vermek onun için çok sancılı bir süreç oldu. Sonunda aşkına sahip çıkma kararı aldığındaysa yepyeni bir yola girdi ve bu yol onu hem yıllardır hayalini kurduğu aileye sahip olmasını sağladı, hem annesine kavuşturdu hem de aşık olduğu adamla birlikte olmasını sağladı. Leyla’nın hikayesi çok üzücü bir şekilde bir park köşesinde başladı, yıllar süren yalnızlığı yerini kocaman bir aileye bıraktı. Şimdi önünde kocaman mutluluk dolu bir hayat var inanıyorum.

Leyla gibi küçücük yaşında yapayalnız kalan biri daha vardı o evde: Berit. Berit Leyla’nın belki de Arcalı çiftliğine kalış sebeplerinin en güçlüsüydü. Çünkü o Berit’e her baktığında kendini, çocukluğunu, annesizliğini görüyordu. Bu yüzden Berit’in yaşadıklarını birazcık daha olsun yumuşatmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Berit Leyla’nın sevgisi, Ateş’in yardımı sayesinde yeniden hayata tutundu. Sustuklarını, travmaların atlattı onların özverili davranışları sayesinde. Onlar Berit’i koşulsuz sevip her zaman yanlarında olacaklarının güvenini verdikçe Berit’te yeniden solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin sulanması gibi açıldı. Şimdi biliyorum ki Ateş abisi Leyla ablası ve diğer kardeşleriyle yepyeni bir hayat onu bekliyor. Çok mutlu olması dileğiyle.

Berit’in dili bir açıldı, pir açıldı desek yanlış olmaz sanırım, ama bence bu durumdan en çok nasibini alan kişi tabi ki de Aydos, ya da onun deyişiyle; aptal aşık Aydos oldu. Aydos kaybetme korkusu yaşayan ve bir çok konuda tetiklenen bir çocuktu, bence birilerine bu kadar çabuk bağlanmasının sebebi de buydu. Kaybettiğim kişiyi ne kadar çabuk unutursam o kadar az acı çekerim diye düşünüyordu. Öyle ki kaybetmek istemediği kişilerin eşyalarını saklayıp gitmesinler diye uğraşacak kadar korkuyordu kendi içinde. Bu umursamaz tavırları kardeşlerine olan bağlılığı hep bundandı. Aydos Leyla’nın mahkemede Ateş olsa da olmasa da yanlarında olacağına bir daha şahit olmuşken ve Ateş son anda geri dönüşken bence o da emindir artık ne Leyla ne de Ateş onları asla bırakmayacak. Bence bu konuda emin olan bir kişi daha var: Ilgaz.

Ilgaz anne babalarını kaybettikten sonra belki de en çok zorlanan kişi oldu. Bir yandan koruması, kollaması gereken küçücük kardeşleri, diğer yandan üstündeki sorumluluğun altında eziliyor oluşu onu katı, gergin, her şeye temkinli bakmaya iten bir ruh haline büründürdü. Tüm bunlarla birlikte bir de gün geçtikçe kime güveneceğini bilmemek, kardeşlerinin geleceğinin halasının yahut Umut abisinin elinde olma ihtimali, Ateş’in bir türlü onları benimseyip sevmemesi onu mahvediyordu. Ilgaz anlayamayacak kadar küçük olsa da hem Ateş hem de Leyla onu çok iyi anlıyordu. Çünkü ikisi de onda kendinden bir parça görüyordu. Ateş’in öfkesi, duvarları vardı Ilgaz’da, aynı zamanda Leyla’nın anaçlığını ve merhametini taşıyordu içinde. Ilgaz koca yükleri olan ve bu yüzden ailesinin yasını dahi tutamamış bir çocuk ama şimdi yanında sonsuz güvenip onları koruyacağına inandığı abisi Ateş ve onları bir anne şefkatiyle saran Leyla var. Ilgaz artık her an elinde savaş baltalarıyla gezip kendi ve kardeşlerinin etrafında duvar örmek zorunda değil, zira sorumluluklarını seve seve üstlenecek birileri var artık hayatında.

Ilgaz gibi Arcalı ailesinin yükünü taşıyan bir daha vardı bana göre; Umut. Başta ona çok kızsam da Umut’un yaptığı tüm hataların sebebi babası ve halası bana göre. Babası sürekli onu ikinci plana atıp emeklerini görmezken, halası sürekli onu manipüle edip aklını karıştırıyordu. Rakip şirketle ortaklık yapmasının sebebi bile babasıydı. Çünkü babası ona adaletli davransaydı belki de Ateş’le böyle dalgalı bir kardeşlik ilişkileri de olmayacaktı ve halası onu böyle istediği gibi kullanamayacaktı. Ben inanıyorum Ateş ve Umut el ele vererek o şirketi yeniden şahlandıracak. Zira Umut mutlu olmak isteyen, sevilip sayılmak ve görünmek isteyen biri, Ateş ona hak ettiği değeri gösterdiğinde Umut’ta ruhundaki boşluğu dolduracak.

Ve Ateş o bambaşka biri oldu İstanbul’a geldikten sonra. Ateş sürgün gibi, ceza gibi apar topar gönderilmişti zamanında baba evinden. İlk geldiğinde nefes dahi alamayacağı bir yerdi burası onun için öyle ki evin dışında yaşayacak, evde yanlışlıkla bile uyuduğunda panik atak geçirecek durumdaydı. O evde bile kendine bir sınır çizmiş ve kimsenin özel alanına girmesine izin vermeyecek kadar yalnız bir yaşamı vardı. Leyla ve çocuklar hayatına girdiğindeyse babasının mektubunda yazdığı her şey bir bir olmaya başladı. Önce çocukları kalbine sonra da hayatına aldı. Onun Leyla’ya olan aşkı, çocuklara olan sevgisi ruhundaki boşluğu tamamen kapattı. Bunca yıldır tüm dünyayı gezdiği halde bulamadığı huzuru, mutluluğu kardeşleri ve sevdiği kadınla buldu. Kaybettiği ailesinin yerine yepyeni bir aile sahibi oldu. Yıllardır çevresine ördüğü duvarları tek tek indirdi ve kendiyle, geçmişiyle en önemlisi abisiyle barıştı o.

Ateş Arcalı zorunlu geldiği, intikam almak ve annesinin şirketini korumak için kaldığı İstanbul’da bile isteye, seve seve kalmayı tercih etti. Üstelik bunu yaparken bir an bile tereddüt etmeden ne istediğini bilerek yaptı. Ateş’in Leyla’ya olan aşkı da bambaşkaydı bana göre. O Leyla ile değişebileceğini gördü, onun için prensiplerinden ödün verdi, en katlanamadığı şeylere bile katlanır oldu ve kendi içindeki merhameti, sevgiyi keşfetti. Ben biliyorum ki onlar bundan sonra önlerine ne engel çıkarsa çıksın bir şekilde atlatacaklar. Çünkü aşkları da sevgileri de en çetin sınavlardan geçip bu günlere geldi. Çok, çok mutlu olmalarını dilerim.

Ne demişler en güzel hikayeler iki şekilde başlar ya biri bir yolculuğa çıkar ya da bir yabancı şehre gelir. Ateş ve Leyla’nın yolculuğu yollarının kesişmesiyle başladı. Bu güzel yolculuğa şahitlik ettiğim için çok mutluyum. Emeği geçen herkese çok teşekkürler.
Yepyeni bir dizide görüşmek üzere sevgiyle kalın.

KAOS (Safir, 5.bölüm)

Yazar : A. Ela Erdoğdu

Hayatın en büyük sınavı nedir? Yaşayabilmek mi yaşarken kendi değer algılarımıza göre düzgünce yaşamış olmak mı? Sadece kendini düşünmek midir doğru olan yoksa kendin için bir şeyler yaparken etrafına ne yaptığını ya da yapabileceğini de dikkate almak mı? Özgürlük bu demek mi oluyor yani? Ben istediğim gibi yaşayayım, mutlu olayım gerisi önemli değil mi diyoruz. Yoksa kendi mutluluğunu sevdiklerini mutlu ederek daha da mı arttırıyoruz. Sanırım bu hikâyede iki taraf da mevcut ama bana soracak olursanız asıl mesele sevdiklerinin mutluluğuyla mutlu olup, hüzünleriyle hüzünlenebilmek en güzeli. Tıpkı Ateş’in yaptığı gibi.

Ateş Gülsoy bu hikâyenin giz pelerinli Mr. Darcysi. Ateş’i izlerken aynı Mr. Darcy’i okuduğum anlardaki gibi kendimi güvende hissediyorum. Hepimizin hayatında bir Ateş vardır sadece varlığının bile bizi güvende hissettirdiği insanlar. İşte Ateş tam olarak öyle benim için. Bir kere empati yeteneği var, insanların özel alanlarına saygılı özellikle de bir kadının kişisel alanına, merhametli, yardımsever, anlayışlı, saygılı, nazik ve en önemlisi dürüst. Ama bana soracak olursanız dürüstlük olmadan diğer özellikler tek başına yetmez. Çok saygılı, nazik biri olsun ama yalan söylüyor? Olur mu sizce? Bence olmaz çünkü sevginin de aşkın da temelinde yatan duygu güvendir. Güvenmediğiniz biriyle asla bir yol yürüyemezsiniz. İşte Ateş’in hayatı da en temelde dürüstlüğe dayanıyor.

Ateş, ona dürüst olduğunuz, kandırmadığınız sürece ayaklarınızın altına cenneti serebilecek bir adam. Kime ne zaman, nerede ve nasıl davranması gerektiğini bilen biri. İnsanlara insan olduğu için saygı duyan biri. İnsan kendisini sağlam oluşturduğunda hayatı da sağlam temellerin üstünde dimdik oluyor. Ne bir rüzgâr ne bir sel onu yerinden edemiyor çünkü kökleri sıkıca kök salmış oluyor. Hayatının her anında ne istediğini bilen be ona göre hareket eden bir adam olmuş Ateş şimdiki isteği de Feraye ve bebeğine güvenli ve huzurlu bir hayat sunabilmek. Tek önceliği bu ve bunu yaparken de karşısındaki insanı mahcubiyete boğmadan, oldukça samimi bir şekilde yapıyor ki bence Gülfem’i asıl çıldırtan şeylerden biri de o.

Gülfem için söyleyecek çok bir söz yok. Tek bir cümle bile onu özetlemeye yeterli “ Klasik Türk erkeği annesi” Oğlunun tek varlık sebebinin onun evladı olmak olmadığını kabul etmeyen, onu kaybetmemek için her şeyi yapan, onun sevdiği kadına her türlü yakıştırmayı ve kötülüğü yapan. Çevremizde o kadar çok Gülfem var ki o yüzden izlerken ekrana girip, Gülfem’i kollarından sarsarak “O senin oğlun sevgilin ya da kocan değil, sana bağlı bir birey hiç değil” demek istiyorum. Gülfem’in bu kadar çok tepki göstermesinin sebebi de Feraye’den Aleyna kadar kolay şekilde kurtulamayacağını düşünmesi çünkü Feraye yere ayakları daha sağlam basan arkasında Ateş ve Ömer Bey’in durduğu biri. Gülfem, kocasını kaybettikten sonra Ateş’e öyle bir bağlanmış ki Ateş bile durumun bu kadar ağır olduğunu yeni fark etti bence. Elbette her anne evladına düşkündür ama Gülfem’inki bağımlılık boyutunda. Ateş annesine çok derin bir sevgi beslemesinin yanında saygı da duyuyor ama bir yere kadar. Ateş şu an âşık olarak evlendiği düşünülen bir adam, hâl böyleyken annesine verdiği tepki bence tam olması gerektiği gibiydi. Annesine sadece annesi olduğunu, hayatını paylaşabileceği bir eş, arkadaş olmadığını olması gereken bir dille anlattı. Kimine göre Ateş orada annesine karşı çok sert ve tehditvari konuşmuş olabilir ama bana göre öyle değil. Orada çok kilit bir cümle vardı ve Ateş’in haya bakış açılarından birini daha gördük. “Belli ki sen karıma saygı göstermeyeceksin ben de ondan sana saygı göstermesini isteyemem o halde” bu cümle çok güzel bir özetti çünkü onun için saygı kazanılacak bir şey. Sırf annesi diye saygıyı hakketmediğini güzelce söyledi. Bu hayatta anneniz de olsa babanız da olsa herkesin bir yeri ve sınırı var, olmalı. Hayat sizin dilediğiniz gibi yaşarsınız. Ellerinde size sunabilecekleri net bir bilgi olur, uyarmak ister kabul ama Gülfem’inki tamamen tepeden bakmak ve oğlunu kaybetmek istememekle alakalı. Ama bir bilse ki oğlunu Feraye yüzünden değil ona söylediği hastalık yüzünden kaybedeceğini. Ona yalan söyleyip yanında, kontrol altında tutmak isteyen annesine karşı o zaman göstereceği tavırlar bugünkü halini mumla aratabilir.

Hayatında en önem verdiği şey dürüstlük olan bu adamın etrafında ona yalan söylemeyen kimse yok neredeyse. En yakınından en uzağına herkes büyük küçük fark etmeden ona yalan söyleyip kandırıyor. Onu kandıranlardan biri de Feraye. Bu bölüme kadar Feraye’nin Ateş’e gerçekleri söyleyememe sebebini anlayabiliyordum ama bu bölümde olanlardan sonra benim fikrimde bazı değişimler oldu. Bu zamana kadar Ateş’in tepkisinden ve onun karşısında düşeceği durumdan çekinip söylememesini anlıyordum ama bu hafta Feraye’ye olan tavırları, saygısı, onu düşünme tarzı bunu değiştirdi. Artık eminim ki Feraye, Ateş’i karşısına alıp tüm olanı biteni anlatsa, “bunları sana anlattım senden saklayamam ama bana bunları yaşatan adama söyleme lütfen” dese Ateş bu kararına da saygı duyar. İstediği zaman istediği şekilde yanında olur, destekler. Ama yok anlatmıyoruz sadece susuyoruz. Ateş, yaşadıkları her olayda Feraye’ye karşı çok net oldu. Ailesiyle sorun yaşayacağını ama korkmamasını söyledi, yalnız olmadığını söyledi. Onu güvende hissettirip, mutlu etmek için çabalıyor ama ona bu kadar destek olan adama karşı Feraye hiçbir şey yapmıyor. Evet, Ateş ondan hiçbir şey beklemiyor olabilir hiçbir zaman da beklemeyecek belki ama Feraye’nin kendisi için bunca şey yapan adama karşı da saygı duyması gerek. Yaman ile herkesin görebileceği ve Ateş’in de öğrenebileceği yerlerde konuşmaması, yakınlaşmaması gerekir. Hiçbir şey yapmasa bile Yaman ile olan hareketlerine dikkat etmek zorunda. Buradan sadakat, aşk gibi kavramlar yüzünden söylediğimi de düşünmesin kimse. Feraye iki tarafa ağır yalanlar söyledi. Yaman gerçekleri öğrenirse Feraye’yi yeniden kazanma yoluna girer ama Ateş öğrenirse olanlardan sonra Gülsoy Ailesi büyük karışır, benden söylemesi.

Ateş bu hikâyede nasıl ki Feraye için bir anahtarsa Yaman’da Feraye için bir paradoks. Yaman ve Feraye adeta dipsiz bir kuyu ama bu kuyudan kastettiğim tek şey aralarındaki derin bağ değil kuyunun karanlığı da. Bilirsiniz kuyuda dibe yaklaştıkça iyice karanlığa teslim olursunuz Feraye ve Yaman’da kendi derinliklerinde karanlığın içinde kaybolmuş durumdalar. Bu ilişkinin baskın tarafı çok açık bir şekilde Yaman’mış. Günümüzde de flashback sahnelerinde de açıkça belli ilişkiyi istediği şekilde istediği yöne çok rahat çevirmiş. Yaman’a geçen hafta gerçekten üzülsem de bu hafta yerini kızgınlığa bıraktığını açıkça söylemem gerek. Yaman’ın aşk anlayışı çok ama çok farklı. Birbirleriyle güzel şeyler paylaşan ilk heyecanları ilk duyguları paylaşan bir çift için fazla çelişkileri var içinde.

Öncelikle Yaman’a sormak istiyorum madem bu kadar aşıktın, onsuz nefes alamıyordun, gözün her şeyi yakacak kadar karaydı bunca zaman aklın neredeydi? Bakın tüm bu olanları boş verin şöyle düşünün. Nevşehir küçük yer Feraye’nin okulu bittiğinde elbet birileri görücü gelir, babası hiçbir şey bilmiyor. Yaman söylemeden Feraye’de babasına söylemez. Ee o zaman ne yapacaktın? Adama sorarlar Yaman bey şimdi böyle şov yapıyorsun, kızı her türlü zora sokuyorsun da bu denli aşıksan niye gizli gizli yaşadın bu aşkı? Şimdi nasıl dedenlerden korkmuyorsan yine korkmasaydın? Yaman’ın aşk anlayışı sahiplenme. Sürekli “benimsin” diyor kıza. Pardon ama Feraye bir insan mal değil birine ait olacak önce bir bunu hatırla. Kızın canını söküp, gerginlikten titremesine sebep olup o yokken Okan’a ağlayıp sızlayınca da en büyük aşık sen olmuyorsun. Gerçekten seven adam senin gibi yapmaz Yaman ne kadar acı çekse de cehennem ateşlerinde kavrulsa da ona kıyamaz, onun için çok değerli olduğunu bildiği, telafi edemeyeceği bir şeye zarar veremez, hakaret edemez. Sen hepsini yapıyorsun nasıl aşk bu? Canı yanıyor ne yapsın gibi bir bahane zaten olamaz. Feraye’de acı çekiyor, Feraye’de ihanete uğradığını düşünüyor, o da paramparça ama Yaman’ın yaptıklarının onda birini yaptı mı? Kabullendi hayatına bakmaya çalışıyor. Çünkü sevmek böyle bir şeydir acıdan ölmek istesen de kendi içinde bunu hapsedebilmektir. En basiti : Feraye ihaneti öğrendiğinde ölmek istedi, Yaman’sa Feraye’nin kıyameti olmaya başladı. Yani durum gayet net leradat. Yaman hata üstüne hata yapmaya devam ediyor ve bana göre de aşkı artık sadece aşk olmaktan çıkıp öfkeyle yakıp yıkan bir kasırga hâlini almaya başladı. Ha tabii bir de tekrardan Ateş’e kaybetmemek istemesi var bu öfkenin içinde. Bu yolun sonu nerede nasıl biter bilmiyorum ama Feraye olarak da baksam bir kadın olarak da baksam Yaman’ın yaptıklarının onda birini bana yaşatan bir adamı asla affetmezdim. Söylemek istediğim bir şey var ama onun içinde biraz beklemek istiyorum sadece şunu söylemek isterim ki. Umuyorum ki flashbackte gördüğümüz o fotoğrafı Yaman istismar etmez ve Feraye o fotoğrafa izin verdiği için pişman olmaz.

Yaman ve Feraye’nin şu anda beraber yürüdükleri tek yol Ateş’e söyledikleri yalanların yolu. Geçtiğimiz haftalarda da söyledim yine söylüyorum Ateş’in karakteri insanı kendisine çeken bir enerjiye sahip olsa da aynı zamanda tehlikeli de bir adam. Ama bu tehlike de ortaya sebepsiz çıkmıyor tabii ki. Ateş çok dik ve net bir adam. İstediği tek şey ona yalan söylenmemesi. Sebep, sonuç ne olursa olsun, kim söylerse söylesin ona yalan söyleyenlere çok da anlayışlı olacağını düşünmüyorum. Tıpkı Mr. Darcy’nin ne kendisini ne de Elizabeth’i ilgilendirmeyen bir konu yüzünden kendisine yalan söylediğini öğrendiğinde Elizabeth’i yaktığı gibi Ateş ’de onu kandıran herkesi yakacak. Fiziksel bir zarardan bahsetmiyorum ama mental olarak onu kandıran, aptal yerine koyan herkesi çok zor günler bekleyecek. Cemile’nin sürgün eder lafı çok hafif kalacak belki de. Biraz kendinizi Ateş’in yerine koymanızı istiyorum. Siz herkese böyle iyi davranırken arkanızdan bu kadar dolaplar döndüğünü öğrenseniz ne yaparsınız? Şahsen ben yakarım hepsini. O yüzden Ateş tüm her şeyi öğrendiğinde onun gazabından korusun Allah herkesi çünkü Ateş acımayacak.

Bermuda şeytan üçgeninde savrulan ağabeyleri dışında Okan hayatının en garip süreçlerini yaşıyor. Kabul ediyorum Okan’ın zaman zaman bizleri sinir ettiği yerler oldu ama son zamanlarda çok haklı ve çok mantıklı hareketler yapıyor. Ağabeyine ağabeylik yapıyor her ne kadar dinlenmese de ailesi dağılmasın diye elinden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor. Mücadele etmeye çalıştığı şeyler 23 yaşında biri için çok fazla ve tam olarak içini dökebildiği kimse yok. Yaman’ın bir delilik yapmasına engel olmaya çalışıyor, Ateş ve ailesi zarar görmesin diye ona da tam olarak anlatamıyor. Üstüne bir de ona bu kadar güvenen Ateş’e ihanet etmiş olmanın yükü eklendi. Okan bir noktada patlayacak ama bu nasıl bir patlama olur bilmiyorum. Yine kasamda tuttuğum küçük küçük noktalar var biraz daha biriksinler istiyorum emin olabilmek için. Okan gibi beni de şaşırtan bir diğer noktada Ömer Bey’den geldi. Her şeyin başına Ateş’i getirmeye çalışıyor sanırken bir anda Vural dışında kimsenin bilmediği babalarıyla ilgili sırrı ona anlatması, ailemiz için yerime sen geçip gerekeni yapar mısın demesi oldukça şaşırtıcıydı. Şahsen ben hiç böyle bir şey beklemiyordum, Okan’da beklemiyordu. Şok içinde dedesinin söylediklerini kabul etti ama ikimizin kafasından da aynı soru geçiyor bence “Dedenin planı ne?” izleyip göreceğiz.

Bunca derdinin kederinin içinde boğulan Okan’a Hazal ona iyi gelecek gibi hissediyorum. Hem Yaman’ı hem Feraye’yi korumak adına oluşturulan bu ittifak zaman içinde güzel bir şeylere dönüşür gibi hissediyorum. Birbirleriyle didişmeleri, aynı dili konuşmaları hem aynı hem zıt olan noktaları. Ben bu hafta Okan ve Hazal’ı izlerken çok keyif aldım. Ve bu dengesiz Gülsoy ve Oduncu Hasan ağabeyi neler bekliyor çok merak ediyorum. Dört gözle neler yaşayacaklarını izlemeyi bekliyorum.

Hayat sürprizlere gebedir bunu kimse inkâr edemez ve kimin içinde ne gizli olduğunu da asla bilemeyiz. Tıpkı bu hafta Cemile’nin Feraye ile olan konuşmasının yarattığı şok gibi. Hâlâ şunu söylüyorum ki Cemile için ne iyi ne kötü diyebiliyorum. Onun tek derdi kızı, kızına dokunmadığınız sürece size bir zararı olmaz gibi görünüyor ama bilemeyiz Cemile bu. Her an her şeyi yapabilir. Ama bu hafta Feraye’ye attığı adım çok önemliydi. Temelinde kızını düşünen bir konuşma olsa da Feraye’yi de dikkatli olması konusunda uyarmıştı. Çünkü o Feraye’nin aksine Ateş’in gizli tarafını görmüştü. Feraye’ye “hırsına yenilme dikkatli ol” dedi ama keşke Feraye bir kez olsun onu dinleseydi çünkü belki de hayatının spoilerını almıştı Cemile’den kim bilir.

Feraye… Ah ay ışığı ah demek geliyor sana baktıkça insanın içinden. Hem o kadar saf hem de savunmasızsın ki. Kendini bunca zaman hep yapayalnız hissetmiş, düştüğünde elini tutan kimse de olmamış. Hâl böyleyken de Ateş’in yardım elini bence unutuyor tekmiş gibi hissediyor hâlâ. Feraye çok gururlu öyle olduğunu söylüyor ama bence o kadar da çok değil gururu. Çevremde gurur kumkuması denilen çok kişi gördüm ama Feraye o derecede değil. Çünkü bahsettiği gibi olsa Yaman’a bu kadar taviz vermeye devam etmez. Her ne kadar o bana artık zarar veremez dese çok güzel zarar veriyor ve buna kendisi izin veriyor. Yaman kendisine canı yandığı için bunca şey yaparken sen neden susuyorsun? Senin de canını yaktı sen de karşı hamle yapsana üstelik o senden daha zor durumda kalacak. Ama yok sadece Hazal ile konuşup ağlıyoruz böyle olmaz Feraye. Bebeğim için güçlü olacağım diyorsun ama kim nereye isterse oraya savuruyor seni. Acısını kontrol etmeyi öğrendiği gibi hayır demeyi de öğrenmeli bir an önce. Yaman’a hayır diyerek işin içinden çıkabileceği çok an oldu. En basiti dans sahnesi “Kusura bakmazsanız ben çok yoruldum oturalım mı Ateş” dese konu kapanacak. Ama yok hem Yaman’a fırsat verip hem de peşimi bırak diyemezsin. Hayırdan da mı anlamadı seni kolundan tuttuğu gibi sen de bas tokadı tavrın net olsun. Çünkü gururu için yaşayan, gururlu prenses denen bir kadın acısının ateşini ellerinin arasında kor yapar sonra da söndürür. Feraye’nin gücünün acilen farkına varması lazım yoksa olaylar hiç hoş bir tarafa evrilmeyecek gibi hissediyorum.

Yazımın sonuna gelmeden değinmek istediğim son bir nokta var. Asla anlam veremediğim bir nokta. Yaman’ın Aleyna’ya olan tavrı. Aleyna, Yaman ona âşık oldu ve evlendiler sanıyor. Olan bitenden haberi yok kızın. Sevdiği adamla evlendiği için mutlu ama Yaman nasıl davranıyor? Aleyna böyle bir muameleyi hakketmiyor arkadaşlar. Kız suçsuz, Yaman’ın onu sürekli itip kakmaya, bağırıp çağırmaya hakkı yok. Ki zaten her konuda bunu yapamıyor. Cemile’nin karşısına dikileceği konularda alttan alıyor çünkü biliyor ki arkasında annesi var. Mesela Feraye’ye böyle davranamıyor onu her konuda eziyor çünkü biliyor ki arkasında Cemile gibi karşısına gelip hesap soracak kimse yok. Yaman bir an önce sebebi ne olursa olsun kadınlara insan gibi davranmayı öğrenmeli. İstediği gibi oraya sürükleyemeyeceğini, bağırıp çağıramayacağını, ezemeyeceğini çünkü ülkece bu tip erkeklerden çok canımız yandı ve yanmaya da devam ediyor.

Bu haftada bölüm tansiyonu oldukça yüksek bir noktada bitti. Yaman yine sonunu düşünmeden bir işe kalkıştı ve büyük ihtimalle yine istediğini alamayacak. Ki böyle düşünmeden hareket etmeye devam ederse sonuç zor değişir. Son sahnedeki asıl soru Feraye’nin bu durumdan nasıl kurtulacağı. Heyecanla bekliyoruz bakalım.
Bir sonraki hafta görüşünceye dek saygıyla kalın.

Sensiz Olmaz (Ya Çok Seversen, 12.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Ben aşkın bir anlamda fedakarlık olduğunu düşünüyorum aynı zamanda. Zira aşkta karşındaki kişi için bilerek isteyerek bazı şeylerden ödün verirsin, bazen istemediğin halde geri adım atarsın, alttan alırsın ve tüm bunları yalnızca karşındaki kişi üzülmesin diye yaparsın. Tabi ki buradan kastettiğim şey kesinlikle tek taraflı fedakarlık, toksik bir ilişki yahut kendini hiçe sayıp sadece partnerini önemsemek değil. Sadece değer verdiğimiz kişi için törpüleriz bazı şeyleri ve bunu yapmak bizden asla bir şey eksiltmez. Aslında bence bunu sadece aşık olduğumuz kişi yaparız demek doğru değildir; karşımızda sevdiğimiz değer verdiğimiz kim olursa olsun onun için fedakarlık yapmaktan çekinmeyiz. Ateş mesela kardeşleri için bambaşka bir yaşamı seçti, Leyla ise çocuklar için içi kanaya kanaya Ateş’le aynı ortamda kalmaya devam etti.

Leyla; Arcalı çiftliğine geldiğinde tek amacı peşindekilerden kurtulmaktı. Bunu yaparken bir anda kendini ona muhtaç, ailesinin acısından konuşmayı bırakmış Berit’i, kaybetme korkusuyla en umursamaz halini takınan, çocuk olduğunu kabul dahi etmeyen Aydos’u ve kardeşlerini korumak için küçücük yaşıyla kocaman yükler yüklemiş Ilgaz ile karşı karşıya kaldı. O kendi gibi kimsesiz olarak gördü ve yanlarında olmak istedi. Onların tam karşısındaysa sorunsuz, çocuklara bir birey gibi dahi davranmayan, onlarla değil aile olmak bağ bile kurmak istemeyen ve onlarla işi bittiğinde dünyanın öteki ucunda yatılı okula göndermek isteyen bir vasileri vardı. Bu aileye bu kadar değer veren, kutsal gören Leyla için kabul edilemez bir durumdu. O an Ateş onun için bundan ibaretti.

Bir insanı tanımak için emek sarf etmek, vakit geçirmek ve bir hareketi neden yaptığını bilmek anlamak gerekiyor. Leyla Ateş’i tanıdıkça onun içindeki acıyı, kalbini yakıp kavuran sebepleri, neden böyle kalın duvarları olduğunu anlamaya başladı. Çocuklara neden bu kadar uzak olduğunu, onları neden sevmek istemediğini gördü. Sonra gün geçtikçe çocuklara nasıl değer vermeye başladığına şahit oldu. Ateş’in kalbini, ruhunu sevdi bu yüzden. Ateş aile olmak istediği insandı bundan dolayı araları her ne kadar bozuk olsa da, ayrı olsalar ve hatta Ateş’in yaptıklarını hala affetmemiş olsa da söz konusu çocuklar olunca Leyla da annesinin yerini asla öğrenmeme ihtilaline rağmen Ateş’e her şeyi anlattı. Çünkü eskisi gibi değil ikisi de, Leyla Ateş’e yalan söylemeyecek kadar çok seviyor onu, bu yüzden söz konusu annesi olmasına rağmen ona Füsun’un tehdidini anlattı. Ateş’se Leyla’nın söylediği onca yalana rağmen söylediği şeyi doğru sayıp harekete geçecek kadar güveniyor ona.

Bence bu Ateş ve Leyla için çok önemli bir gelişme; ikisinin de birbirinin çok kalın duvarlarını yıktığını gösteriyor bu durum bana göre. Leyla sevgisizlik duvarını yıkmışken, Ateş güvensizlik seddini aştı. Şimdi önlerinde mutluluk olduğunu düşünüyorum, zira onlar aşklarıyla, aileleriyle ve sevdikleriyle sınandılar. Bu sınavın sonucunda hem Ateş’in hem de Leyla’nın dileği kabul oldu. Leyla diğer seçenek annesi olduğu halde Ateş’i seçmişken, Ateş Leyla’nın söylediği ve söylemediği her şeye rağmen Leyla’yı affetti. Onların aşkları bu sınavı gerçi ve kazandı bana göre. Leyla bu süreçte çok acı çekti, hırpaladı, kalbi kırıldı ve aşık olduğu adamı kaybetme noktasına geldi. Ateş’se kalbiyle, ruhuyla ve güveniyle sınandı.

Hani az önce yukarıda dedim ya birini tanımak için vakit de geçirmek gerek aynı zamanda diye, işte Ateş’e de aynısı oldu; o çocuklarla vakit getirdikçe, kalplerindeki sevgiyi, aile özlemini gördükçe aslında kendisinden çokta farkı olmadıklarını, onunla aynı acıyı çektiklerini ve ona ihtiyaçları olduğunu gördü. Üçünün de korkmadan, çekinmeden sığınabileceği bir abiye ihtiyacı vardı. Kalbi çocukların sevgisiyle doldukça onun ruhundaki boşlukta dolmaya, özlem duyduğu şeyleri yaşamaya başladı. Bu yüzden kardeşleri için hiç düşünmeden fedakarlık yapmaya hazır hale geldi. Çocukları kaybetmemek için Yakup gibi birini dahi evinde kalmasına izin verdi. Bunun en büyük sebebi belki Leyla’ya olan aşkı diye düşünülse de onun bu konudaki diğer bir önceliği çocuklar bana göre. Ayrıca bana kalırsa eğer Ateş holding ve çocuklar arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa ben Ateş’in çocukları seçeceğini bu saatten sonra onlardan ayrı kalmak istemeyeceğini düşünüyorum açıkçası. Ateş çocuklar ve Leyladan önce fırtınalı bir denizde bir gemi gibiydi, nereye. O denizde rüzgar nereye esse oraya giderdi. Ama şimdi gittiği yer de, vardığı yer de çok net.

Şimdi düşünüyorum da Ateş’in bu hallerini görünce aslında babasının yazdığı mektupta söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu görebiliyorum. Babası ona ondan aldığı ailesini kardeşlerini, çiftliği bırakarak geri vermiş oldu. Tüm bu vasilik durumları, koyduğu kurallar, aldığı önlemler tamamen ne Ateş ailesiz kalsın ne de çocuklar kimsesiz kalsın diye yapılmıştı aslında. Bunu baştan beri biliyor olsam da izlemek, yavaş yavaş birbirlerine alıştıklarını görmek, Ateş’in artık yalnız olmadığını bilmek çok hoşuma gitti açıkçası. Her ne kadar halaları bu durumu tersine çevirmek için uğraşsa da sanırım tüm yaptıklarının ayaklarına dolanmasına çok az kaldı. Zira Bige’nin içine şüphe tohumları ekildi ve bir sonuca varmadan da bırakmayacak gibi görünüyor.

Füsun Arcalı erkekleri arasında görünmemiş, babası ve abisi tarafından iş hayatında kabul görmemişte olabilir. “Ben de duradayım ‘’ demek için gözü hiçbir şeyi görmemiş olabilir. Füsun o kurtlar sofrasında hayatta kalabilmek için çok mücadele vermiş Umut’un anlattığına göre. Açıkçası bir kadın olarak bunu duymak beni çok üzse de yine de Arcalı holdingde ayakta kalabilmek için yine bir hemcinsinin üstüne basarak var olamaya çalışması kabul edeceğim bir şey değil. Üstelik bunu şimdi küçücük çocuklar üzerinde yapıyor. Sırf şirket elinden gitmesin diye yeğenlerini hiç düşünmeden harcayabilecek bir kadın Füsun maalesef. Üstelik Füsun Ateş’le uğraşmaktan önünü göremeyecek durumda, Jülide Arcalı sayesinde kazandığı ışık onu kör ediyor farkında değil. Önce Jülide, sonra Leyla şimdi de Firuze Füsun elindekileri kaybetmemek için saldırılıyor ve bu saldırıdan etrafındaki herkes nasibini alıyor maalesef.

Leyla ve Ateş’in aşkı rüya gibiydi, önce hiç uyanmak istemeyecekleri kadar güzel bir düştü, sonra o düş başlarında yıkılmış olsalar da, ben bir şekilde u ilişkiyi kurtaracaklarını düşünüyor.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

.

BIÇAKSIRTI (Safir, 4.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Hayatımızı şekillendirmemizi sağlayan değer yargılarımız sadece bizi değil en yakından en uzağa tüm insanlığı etkiliyor. Her ne kadar bu fikri kabul etmesem de çoğunluğun benimsediği değerler doğru onların işine gelmeyenler ise yanlış olarak kodlanıyor. Ben evrensel bir değerler sistemi olduğuna inanmıyorum çünkü yaşadıklarımız bize değer vereceklerimizi gösterir. Benim yaşadığım hayat ve sizlerin yaşadıkları aynı olamayacağı için değerlere bakış açımızda büyük ihtimalle farklıdır. Şimdi size yaşadığımız dönem içerisinde kült olan ve bence hâlâ hakkettiği değer göremeyen bir kitaptan bahsedeceğim. Benim için çok özel bir yeri olan Gurur ve Önyargı’dan…

19.yüzyıl İngiltere’sinde geçen, yazıldığı döneme göre kalem olarak oldukça başarılı olan bu eseri tabii ki edebi olarak incelemeyeceğiz. Size o kurguda bulunan ve hepimizin çok yakından tanıdığını düşündüğüm bir karakterden bahsedeceğim. Bu karakter hiç şüphesiz Mr. Darcy oldukça gururlu ve ciddi bir yapıya sahiptir. Çok keskin noktaları, yeri geldiğinde aşılmaz duvarları var. İlk bakışta sizi ürküten ama bir yandan da kendine çeken bir adam. Damarına bastığınız da aynı şekilde karşılığını alacağınız, merhametini göz ardı eden biri. Sınırlarına ve keskin noktalarına değinmediğiniz zamanlarda ise vakit geçirmenin, yaşamanın aşırı keyifli olduğu bir adamdır. Artık sizde Mr. Darcy’nin kime benzediğini tahmin etmişsinizdir sanırım Ateş Gülsoy’a.

Ateş, onu tanıdığımızdan beri sergilediği tavırlar, davranış ve tutumlarıyla bizi aşırı derecede şaşırtmadı çünkü Ateş oldukça keskin bir karaktere sahip. Sanki bilgisayar oyununda bir karakter de oyuna başlamadan seçtiğimiz özellikleri bir daha değiştiremiyoruz. İlk üç bölümde ağırlıkla Ateş’in anlayışlı, sakin, olgun yönlerini gördük ama bu bölümde kendisiyle ilgi birkaç şey daha öğrendik. Bu zamana kadar insanlara karşı olan saygısını, özverisini, anlayışlı hâlini görmüştük. İnsanlara insan oldukları için değer veren ve kimseye tepeden bakmayan bir adam ve Mr.Darcy ile tek farkları bu. Ateş’in kibri yok ama kendine oldukça güvenen biri ve bu küçüklüğünden beri gelen bir şey gibi görünüyor. Çünkü daha 15 yaşında evden ayrılmak her baba yiğidin harcı değildir. Bunca güzel şey yanında Ateş’in içinizi ürperten bir tarafı da yok değil. Yalana asla tahammülü olmayan, kontrolcü bir adam. Bu özellikler aslında çok da ürkütücü değil ama? İşte tüm giz o ama da saklı. Ateş onu daha yeni tam anlamıyla tanımaya başlayan, beraber bir yola çıkıp da yol arkadaşı oldukları Feraye’ye onu daha yakından tanımasını isterken söylediği ilk şey “bana yalan söyleme” oldu. Sonuçta bu hayatta kim aptal yerine konulmaktan hoşlanır ki? Kendisiyle ilgili bu bilgileri anlatma sebebi Feraye’yi korkutmak ya da huzursuz etmek değildi elbette. Birbirlerini daha iyi tanımak ve daha çok yardımcı olabilmek içindi çünkü şu an Ateş için Feraye ve bebeğinin iyi olması çok önemli. Çünkü Feraye’ye söz verdi ve o sözü ne pahasına olursa olsun tutacak. Dik, inatçı ve kontrolcü bir adam Ateş Gülsoy. Dışarıya oldukça kapalıyken yakınlarına, değer verdiklerine açık ama şu an değer verdiği herkes kendisine yalan söylüyor.

Feraye, Ateş’i annesi ve kardeşlerine oranla daha az tanıyor ve köşeye sıkışmış durumda. Buna ek olarak her ne kadar Ateş’e gerçekleri söylemek istese de Yaman’ın öğreneceğinden, Ateş’in ona haber vermesinden korkup susuyor. Ama bu hikâyede Ateş’ yalan söyleyen tek kişi Feraye değil annesi ve kardeşleri hatta Cemile bile ona yalan söylüyor. Hayatta en nefret ettiği şey yalan olan bu adam en değer verdiği, onlar için hayatını geride bıraktığı ailesi ve elinden tuttuğu küçük hanım tarafından kandırıldığını öğrendiğinde neler yapar inanın bilmiyorum. Ama tahmin etmekte zor değil Ateş geri sayımı olan bir bomba artık ve bu bomba etrafındaki herkesin ona yalan söylediğini öğrendiğinde patlayacak. İşte o zaman adının hakkını verip tüm Nevşehir’i mi yakar yoksa kendisine yalan söyleyenlerin hayatlarına ateş yağmuru olarak mı yağar izleyip göreceğiz.

Aile olmanın getirisi sadece aynı soyadını ve kanı paylaşmak değildir. Aile de zaten sadece aynı kanı taşımakla olunmaz. Bir olmak, anlamak, koruyup-kollamak ve sevmektir aile olmak. Ateş’in evlat ve torun olmak dışında bir diğer kimliği de ağabey olması. Şu an kendisinin bilmediği sebeplerle Yaman ile gerilseler de Okan ile arasında çok daha farklı bir bağ olduğunu düşünüyorum. Belki Okan’ın en küçük olması ya da Okan’ın ağabeyine karşı içinde negatif duygular olmamasından kaynaklıdır bu his. Ben Ateş’in asıl benliği dışında oluşturduğu ağabey kimliğini çok beğeniyorum. Neden mi? Hemen anlatayım çünkü birçoğunuzun “kardeşlerini bırakıp gitmiş” diyeceğini tahmin edebiliyorum. Haklısınız da ama ağabey olmak demek hayatınızı olduğu gibi kardeşlerinize adayacaksınız demek değildir. Tıpkı ebeveyn olduğunuzda çocuğunuz için en iyi şeyleri yapmak istemeniz ama kendi benliğinizi de unutmamanız gerektiği gibi. Ateş kendi hayatını kendi istekleri doğrultusunda kurmuş ve elinden geldiğince de kardeşlerine ağabeylik yapmaya çalışmış gibi görünüyor. Böyle olmasa Okan da ağabeyine karşı böyle olmazdı diye düşünüyorum. Okan, Ateş’den çekinse de, gerçekleri öğrenip ortalığı kasıp kavuracağından korksa da ona çok güveniyor. Çünkü biliyor Okan “Ağabey yetiş” dese Ateş tek bir soru sormadan yardımına koşar ki bunu Okan söylemeden yaptı bile. Kardeşinin yalan söyleyip söylemediğini anlayacak kadar iyi tanıyor onu. Söz konusu ailesi olduğu zaman tamamen bambaşka bir adama dönüşen, Vural gibi bir adamın kafasına silah dayayabilen bir adam Ateş. Bu da onunla ilgili bir şey daha gösteriyor bize. Eğer ki sevdikleri söz konusuysa ellerini kirletmekten korkmuyor. Vural’ın kafasına silah dayadığında kendisine uzanan silahları önemsemedi ta ki o silahlar kardeşini hedef alana kadar. Kardeşinin gözünde gördüğü korkuyla birlikte bıraktı her şeyi. Ateş’in Okan’ı emniyete götürmesine ben hiç şaşırmadım bunu Bora olayını öğrense de yapardı Ateş. Belki de Okan’ın bu olayı ona anlatamamasındaki tek sebep de bu çünkü Okan’ın da korkuları var. Ve ağabeyi bu korkuların ne kadar ciddi olduğunu çok tatsızca öğrenmiş oldu.

Okan ailenin en küçüğü olmanın getirdiği tüm özellikleri taşımasının yanında bana göre oldukça da olgun bir genç. Ağabeyini kurtarmak için Bora’ya yaptığı, Melih’i kurtarmak için kendi hayatını riske atması bunların göstergeleri. Ama aynı zamanda da korktuğu şeyler var. Bora olayında bu kadar panik olmasının tek sebebi sadece katil olduğunu düşünmesi ya da içeride başına geleceklerin korkusu değildi. Vural’ın dedesine, annesine ve ağabeylerine de yapacaklarından korkuyor. Ki bu korku çok küçük yaşta babasını kaybeden biri için oldukça normal bir durum. Okan bu kaybetme korkusu ile büyümüş, korkusu da onunla büyümüş. Önceki yazılarımda Okan ile ilgili bazı şeylerden şüphelendiğimi ama elimde net bir bilgi olmadan söylemek istemediğimi sizlere söylemiştim. Bu bölüm o şüphem doğrulandı o yüzden artık sizlere de söyleyebilirim. Bora olayından beri Okan’ın olaylara verdiği tepkilerden panik atağı olduğunu tahmin etmiştim çünkü neredeyse kendini kaybetme noktasına geliyordu. Bu bölümde en büyük atağını geçirdi. Benim değinmek istediğim nokta şu ki panik atağın aşamaları vardır yeni ortaya çıksa kendini kaybedecek boyutta ataklar hemen geçirmez çevremde panik atağı olanlardan biliyorum. Soru şu Okan’ın ne zamandan beri ve neden panik atağı var? Bu durum herkes tarafından biliniyor mu yoksa son geçirdiği atak zor olduğu için mi gizli kalsın istedi? Tüm bunları cevap aldığımızda Okan ile ilgili birçok şeyi de çözeriz gibi görünüyor.

Okan’ın Ateş’e olan güveni ve sevgisi ortada ama Yaman ile aralarında farklı bir bağ var. Ateş ve Okan’a ağabey/kardeş ilişkisini net olarak söylerim ancak Yaman ile arasında ağabey kardeşten çok arkadaşlık ilişkisi var gibi görünüyor. Bora olayı dışında Okan hep Yaman’a akıl verip, yol göstermeye çalışıyor. Hata yapmaması için debeleniyor. Büyük ihtimalle yıllardır böylelerdi çünkü Yaman çok fevri genellikle düşünmeden hareket ediyor ve bu da en çok da kendisine zarar veriyor. Okan ağabeyinin kendisini daha da yıpratmaması için elinden geleni yapıyor. Ağır konuşmaksa ağır konuşmak çünkü başlarında Vural Bakırcı gibi bir bela varken hepsinin hayatı ki buna Feraye’de dahil tehlikedeyken Yaman’ın odaklandığı tek bir şey var. Başlarında böyle bir dert varken, sürekli tetikte ve dikkatli olmaları gerekirken kardeşini yalnız bıraktı Yaman. Bunun için Yaman’ı da suçlayamam ama sevdiği herkesi korumak için kendini yakmışken sevdiği kadından aldığı darbelerle yerle bir oldu. Kendine bile yardımcı olamazken Okan’a nasıl yardım edebilirdi ki? Her ne kadar darmadağınık olsa da kendisini topladığı an soluğu yine Okan’ın yanında alıyor. Yaman ve Okan birbirlerine dönüşümlü ağabeylik yapıyorlar adeta. Yan yana ve güvende oldukları sürece kimse bundan şikayetçi değil gibi görünüyor.

Geçtiğimiz hafta bazı davranışları yüzünden beni hayal kırıklığına uğratıp, sinirlendirse de ben bu hafta Yaman’ a gerçekten çok üzüldüm. Bir insan için en büyük acı sevilmemektir ama bundan da ağırı vardır. Bunu duymak. Yaman hayatı boyunca Ateş’in gölgesinde kalmış en azından o böyle olduğundan emin. Sürekli inatlaşsalar da dedesinin sürekli Ateş’i ön plana çıkarması, annesinin ona davranışlarındaki farklılıkları görüyordu Yaman. İçten içe hissediyor ve biliyordu belki ama bazen bildiğin şeyi duymak bile sizi paramparça eder. Bunu da açıkça söyledi annesine zaten “Açıklamana gerek yok zaten bildiğim bir şeyi senden duymuş oldum”. Bu durum çok ama çok ağır bir çocuk için annesi tarafından daha az sevildiğini bilmek. Ben anlamıyorum zaten bu evlat ayrımcılığını sadece dizi de değil gerçek hayatta da anlamıyorum. Hepsi senin canın, ruhundan bir parça nasıl bu kadar fark olabilir ki? Yaman ve Ateş her ne kadar yeni geriliyormuş gibi görünse de ta çocukluklarında bu gerginliğin temeli atılmış gibi duruyor.

Dışarıdan havalı, dertsiz, tasasız görünen bir adam Yaman Gülsoy. Ancak kalbinin kapısını aralayıp bakınca acı gerçek tokat gibi indi suratıma : Yaman hep ötekileştirilen çocuk olmuş. Ne yapsa kimseye yetmeyen ne yapsa takdir alamayan. Aileden yaralı olan çocuklar hayatlarının bir döneminde illaki savrulurlar çünkü tutunacak kökleri oldukça zayıftır. Ben Yaman’ın, Ateş’ e bir şey anlatmamasını hep kendinin halledebileceğine inanması olarak düşündüm ama bu hafta bir parantez açıldı zihnimde. Yaman belki de içinde “ağabeyime anlatırsam olayı herkes öğrenir ben yine suçlu o yine kahraman olur” fikri dolandığı için anlatamadı ve hayatını yaktı. Tüm bunları da kardeşini ve ailesini korumak için karşılık beklemeden yaptı. Gülfem dışarıdan baktığınızda çok fedakâr ve iyi bir anne gibi görülebilir ama hataları çok fazla. Bir oğlunu kandırıp hayatının değişmesine sebep oluyor bir diğer oğlunun da asla sevilmediğini düşünmesine. Yaman ailesinde hiç sevilmediğini düşünen bir adam. Ailesinden göremediği sevgiyi de yıllarca Feraye’de görmüş, hissetmiş. O yüzden Feraye’ye olan bu duygu durumu. Geçen hafta çok kızdım ama bir yanı çocuk kaldı Yaman’ın. Sevdiği kız onu dinlesin istiyor, onu sadece dinlesin, inansın. Başka derdi yok ama herkesi korumak istediği için de bunu açıkça yapamıyor. Bu yüzden debelendikçe debelendi. Onurunu, gururunu ayakları altına alıp peşinden koşması, her şeyi unutmaya hazır olması çünkü onu bu hayatta seven tek insan oydu onun için. En azından o güne kadar.

Hepimizin hayatında “bu her şeyin değiştiği andı” dediğimiz dakikalar olmuştur ama hiçbirimizin bu kadar kısa zamanda Yaman gibi sık bir şekilde yaşadığını sanmıyorum. Ailesi için kendisini harcaması, sevilmediğini duyması ve ayrı da olsalar tutunduğu tek dalı olan Feraye hakkında öğrendikleri. Geçen hafta öğrendiklerine çok inanmasa da Cemile’nin yüzüne haykırdığı ve Feraye tarafından da onaylanan bilgilerle artık tamamen yıkıldı Yaman. Bu hayatta değer verdiği sevdiği herkesin tercihi Ateş olmuştu. Yaman annesine kırgın olabilir ama onu seviyor, Feraye’yi çocukluğundan beri seviyor ve hayatının en önemli iki kadını da her zaman olduğu gibi Ateş’i seçiyor. Çok büyük bir yıkım bu hiçbir zaman tercih edilen olmamak. Son öğrendiği gerçeklere kadar Yaman her şeyi geride bırakmaya çok hazırdı Feraye ile ama artık durum değişti. Artık aldatıldığından tamamen emin ve canı çok yanıyor. Yaman’ın yaşadıklarını düşününce bile içiniz daralır emin olabilirsiniz. Feraye, Hazal’ın da dediği gibi gururlu prenses. Ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın söz konusu onuru ve gururu olduğunda her şeyi yapıyor. Bağıra bağıra Ateş ile bir aydır görüştüğünü onaylayabiliyor, Yaman’ın yüzüne Ateş’i bırakamayacağını, ona herkesten çok güvendiğini söyleyebiliyor. Yaman, Feraye’yi kadınlık gururundan öyle yaraladı ki o yarayı sarmak için kalbine beton döküp susturdu adeta. Bu zamana kadar sevdiği kadın için her şeyi ayaklar altına alsa da bu öğrendiklerinden sonra Yaman’ın Feraye’ye bu şekilde yaklaşmayacağından eminim. İkili arasında çok güçlü bir savaş başlamak üzere ama bu savaşın sonucu ne olur inanın ben de bilmiyorum.

Yaman, annesi ve Feraye’den öğrendiklerinin ağırlığıyla ezilirken Feraye ise bambaşka fırtınalarda savruluyor. Göstermeye çalıştığının aksine Feraye şu an da korkmuş bir kız çocuğu gibi. Şu an hayatına tamamen temel yaşam içgüdüleri ile devam ediyor. Kalbini susturmaya çalışırken, aklına ve gururuna sarılıyor. Onlardan ve bebeğinden güç alıp Yaman’a ve Cemile’ye karşı direnmeye çalışıyor. Bunu yaparken de onun elini sorgusuz sualsiz tutan, yanında olan, onun iyiliğini düşünen bir adama yalan söylemenin ağırlığını yaşıyor. Feraye ciddi anlamda korkmuş durumda bu yüzden çok sağlıklı düşünemiyor. Ateş’i karşısına alıp “Bu bebeğin babası Yaman ama beni aldatıp Aleyna ile evlendi. Bizi hakketmiyor lütfen söyleme” dese ben Ateş’in söyleyeceğini asla düşünmüyorum. Bunu da ikinci bölümde hastanede Feraye’ye söylediği “Sen rica etmesen de kimseye söylemezdim zaten” cümlesinden yola çıkarak söylüyorum. Bir şekilde gerçekleri anlatsa Ateş’de belki daha farklı bir çözüm bulurdu. Ama yaşadıklarını göz önüne alınca ben Feraye’yi anlıyorum. Her şeyden önce bir kadın olarak anlıyorum. İhanete uğradığını öğrenmek, sonra bebek… Kafayı yesen yersin ama bir el uzandı ona yardım etmek için. Bu eli tutmak onun için de kolay olmasa da bebeği için yaptı bunu. Çünkü ağabeyini biliyor hayatı hem kendisine hem bebeğine zehreder, babası bunu kaldıramaz. Hâl böyleyken el mecbur diyor çıkıyor yola.

Feraye için durum çok net Yaman’a söylediği cümle aslında kendisine de bir sesli itiraftı “Ateş’i kaybedemem” çünkü bu kendisi için değil belki ama bebeği için son olurdu. Ateş, Feraye için bu zamana kadar sadece evin büyük oğluydu şimdi ise yol arkadaşı, koruyucusu. Ateş’i daha iyi tanısa gerçekleri bir nebze de olsa ona anlatabileceğini düşünüyorum ben ama tanımadığı için onu hem kaybetmekten hem de incitmekten korkuyor. Çünkü kendisini geçti bebeğinin hayatının koruyucusu Ateş. Feraye sadece Yaman’ı üzmek için “Ben Ateş’e herkesten çok güveniyorum” demedi çünkü Ateş’e gerçekten çok güveniyor. Onun bu dik, sorun çözücü, kararlarının arkasında duran hâline şaşırıyor. Feraye için Ateş artık hem bir yol arkadaşı hem de minnet duyduğu bir adam, Ateş için ise Feraye minnet duyduğu Muhsin amcasının küçük kızı. İkisinin birbirine hissettiği duygular yol arkadaşlığı ve saygı onun dışında şimdilik görünen bir başka duygu yok. Feraye, Ateş’e söylediği yalanların altında zaman geçtikçe ezilecek gibi hissediyorum çünkü Feraye üzülmesin diye yaptıklarını gördükçe canı yanacak. Ve söylediği daha doğrusu sakladığı gerçekler ortaya çıktığında ikisini neler bekler bilmiyorum çünkü Ateş adeta patlamaya hazır bir bomba.

Feraye için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan, onun üzülmemesi için annesini bile karşısına almaktan çekinmiyor Ateş. Geçen hafta da söyledim Ateş bir karar verdiyse olay bitmiştir karşısındaki annesi de olsa geri adım atmaz, atmadı da. Bu hafta annesini tam olarak olmasa da karşısına aldı ama anne oğul arasındaki bu gerilimin zamanla daha da artacağına inanıyorum. Çünkü Gülfem şu an için kabullenmiş gibi dursa da arkadan arkaya bu işi bozmak için elinden geleni yapacak ve bu yaptıklarıyla Ateş’i daha da uzaklaştıracak kendisinden. Tüm bu yaptıklarının üstüne bir de yalan söyleyerek onu kandırdığını öğrendiğinde Ateş’i kaybetmenin eşiğine gelecektir. Ateş için her ne kadar annesi çok kıymetli olsa da verdiği sözde durmak Ateş için çok önemli. Ateş artık o evde sadece Yaman ile değil annesiyle de gergin dakikalar yaşayacak ama olaylar sonrası hangi taraf daha da delirir işte orası bir muamma.

Adının hakkını vererek evde küçük kıvılcımlar saçan Ateşten nasibini almadan duramadı Cemile çünkü onu tanımıyordu. Yaman gibi köşeye sıkıştırabileceği biri sandı böylelikle Gülfem’den de intikam alacaktı. Ama işler hiç de umduğu gibi olmadı Ateş’in gazabını iyice üstüne çekti. Feraye’ye yaşattığı korku, masum bir bebeğin canına kastedecek olmasından ona zaten yeterince sinirli olan adamı iyice üstüne çekti. Ateş sevdikleri söz konusu olunca bambaşka biri oluyor ve bunu kendi de farkında Cemileye gösterdiği ise bunun çok küçük bir kısmıydı. Cemile şu an oldukça korkmuş olsa da gözü döndüğünde onun da ne yapacağı belli olmuyor. Ama Ateş’in üstü kapalı “İçimdeki canavarı dışarı çıkartma” demesini dikkate alır mı yoksa ateşe körükle mi gider bilmiyorum. Sanırım bunu Cemile de bilmiyor, yaşayıp göreceğiz.

Gülsoy konağının temel taşı olan Ömer Gülsoy bu hafta benim kafamı biraz karıştırmış olabilir. Bu bölüme kadar despot olarak gördüğümüz adamın aslında tam olarak da öyle olmayabileceğini düşünüyorum. Bundan zamanla emin olacağız. Geçtiğimiz haftalarda da söylediğim gibi Ömer için aile her şeyden önemli, onlar söz konusu olduğunda gözü hiçbir şeyi görmüyor. Vural ile yaptığı konuşmadan da bunu açıklayabiliriz. Ama o sahnede asıl önemli olan bence Ömer’e olan tavrıydı. Ömer, Melih ve Bora arasındaki hikâyeyi anlattıktan sonra ona söylediği “bana niye söylemediniz çocuğu buradan gönderirdim” sözü oldukça açıklayıcıydı. En başından dedelerine gitseler hiçbir şey bu noktaya gelmeyecekti Okan bunu çok net gördü. Belki iki kardeş sadece bu endişeyle değil dedelerinden bir ton laf yemenin korkusuyla susmuştur. Ya da her ikisi aynı andadır ama Okan, Ateş’in Vural’a yaptıklarından sonra dedesinin kızmak yerine onunla gurur duyduğunu gördü. Bu sahnelere tanık olan Okan belki de bir gün dedesine gidip her şeyi anlatır hem vicdanı sussun diye hem de herkesi özgür kılmak için. Ama bakalım hayat bize ne getirecek.

Ömer Bey bu bölüm Okan’ı tebrik ettiğinde Okan’ın gözlerinde korkusuyla harmanlı olan mutluluk parıltısı çok özeldi. Ömer Gülsoy, eski toprak denilen adamlardan bu tarz adamlar kendi iradelerini kabul ettirmeyi sevseler de kendilerine baş kaldırılması da hoşlarına gider. Bu tip adamlar için her ne olursa olsun erkek adam dediğin susmaz, sesini çıkartıp hakkını alır. İşte bu yüzden Ateş ile sürekli didişse de ona saygı duyması. Çünkü onun deyimiyle “adam gibi karşısına geçip” konuşuyor. Ömer torunlarını korumak istiyor, onları seviyor da ama belli edemiyor. Ateş’in yeri çok ayrı, Okan’a da arada söylense de çok bir şey demiyor ama Yaman öyle değil bunun sebebi de büyük ihtimalle sofrada söylediği şeylerden kaynaklı. O akşam yemeğinde Ömer Bey ile ilgili bir bilgiyi daha çözdüm ben. Sürekli Aleyna için söylediği “ailemize uygun mu?” cümlesindeki uygunluk maddi koşullar değil. Karşısındaki kişinin karakteri yani Ömer Gülsoy statücü bir adam değil. Karaktere bakan bir insan çünkü Feraye ile ilgili söylediği her güzel söz onun karakteri ile ilgiliydi. Onun yetiştiriliş tarzını söyledi, Muhsin’in kızı çünkü o. Muhsin’in Ateş dışında Ömer Bey için de bir değeri var. Bunu Ateş’in anısında ona karşı çıkıp torununu odadan çıkarmasına rağmen yanında tutması, engelli kaldığında dahi kapı dışarı etmemesi, evine gittiğinde patron-çalışan ilişkisinden ziyade iki eski dost gibi konuşmalarından anlayabilirsiniz. Ömer ve Muhsin o konağın kara kutusu, geçmiş onlarda gizli.

Yazımın sonuna gelmeden önce son sahneyle ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum. Öncelikle tesadüf mü yoksa bilerek mi seçildi bilmiyorum ama Feraye’nin nişan için giydiği gül kurusu rengi elbise benim çok dikkatimi çekti. Üç elbise arasından seçildi çünkü. Gül kurusu renginin canlılık, hayat enerjisi ve yaşama sevinci anlamına gelmekle birlikte psikolojide ruh halini dengeleyen tedavi edici bir özelliği olduğunu gördüm yaptığım araştırmalarda. Bu yönden bakıldığında Feraye’nin artık kendi yaralarını sarmaya başlayıp, daha iyi olacağı mı vurgulanmak istendi diye düşündüm. Bir diğer dikkatimi çeken şey ise Ateş’in isteme için Feraye’ye yaptırdığı kırmızı gül buketi oldu. Ateş, Feraye’yi yanan kırmızı güllerin içinden kurtardı. O gece Feraye kırmızı güllere de benzin dökmüştü çünkü. Şimdi onu yanan kırmızı güllerin arasından kurtaran bu adam kırmızı güller hediye ediyor. Kırmızı gülün anlamını sizlere daha önce de söylemiştim. Zaten Feraye’de güllere bir süre bakakaldı. Bu kadar tesadüfte olur mu bilemiyorum. Oldukça gergin ve heyacanın dorukta olduğu son sahnede Yaman’ın sorun çıkarmayacağı belli ama bu bundan sonra sorun çıkarmaz demek ki? Yaşayıp göreceğiz.

Bir sonraki yazıda görüşünceye dek aşkla kalın.

AŞK SARHOŞU

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

İnsan olmanın doğası gereği annemizin karnından çıktığımız andan itibaren sevilmek ve benimsenmek isteriz. Bu isteğin karşılanması gereken ilk yer ise kesinlikle ailedir. Ailede sevildiğini hissetmeyen, sürekli yetersiz hissettirilen birey hayatlarında hangi yaşa hangi konuma gelirse gelsin bunun izlerimi taşırlar çünkü aileden sevgiyi alamadığınızda isterseniz dünyaya hükmedin yine içinizde “kesin buna da bir şey derler” korkusu ile yaşayacaksınız. Bu durumlarla baş etme yolları kişiden kişiye değişse de benim yaygın olarak gördüğüm iki tip savunma mekanizması oluyor. İlki ve daha sık gözlemlediğim aşırı özgüvenli, kendini beğenen, umursamayan bir diğeri de hayattan kendini soyutlamak. Benim yaşadığım çevrede gördüğüm insanlar da genellikle ilk mekanizma görülüyor çünkü içimizde kilitli kalan o çocuk size her daim özünüzde kim olduğunu hatırlatıyor.

Dışarıya karşı sustursanız dahi içinizde size kendini duyurabilmek için çığlık atmaktan vazgeçmiyor tıpkı Jamie’nin dışarıdan görüldüğündeki hâlinde olduğu gibi. Jamie’ye ilk bakıldığında bizlere verilmek istenen mesaj çok net “yakışıklı ve egosu tavan” bir adam hayatta hepimizin duyduğu sözdeki gibi “yakışıklı olduğunu farkında olan en tehlikeli erkek tipidir” sözü kafamın içinde yanıp yanıp söndü Jamie için. Öncelikle belirtmek isterim ki sırf tek gecelik ilişkiler yaşıyor diye Jamie’yi yargılayamam çünkü sahnelerde açıkça görüldüğü gibi kimseye bir ümit vermiyor, kalplerini kırmıyor. Olayın başında herkes bu durumun sonuçlanacağını biliyor. E herkes halinden memnunken laf söylemek düşmez. Bu tarz bir yaşantıyı doğru bulursunuz ya da bulmazsınız ona bir şey diyemem ama Jamie için durum biraz karmaşık orası çok net. Kafamdaki düğümü çözmeye başlayan an ise kesinlikle aile yemeğiydi. Kardeşler arasındaki tezatlık, karakterleri, ebeveynlerinin tavrı bu ailede bir sorun olduğunun göstergesiydi. Tüm kardeşler adete sürekli kendisinin en başarılı olduğunu kanıtlama çabası içerisinde gerçi bu durum pek Jamie için geçerli değil. Bir diğer düğümün özgürleştiği an ise kardeşine olan sert tavrı, sinirliyken dahi olsa onu evinden kovduktan sonra düzeltme çabası içerisine girmemesi, ailesine işiyle ilgili bazı gerçekleri rakamsal olarak saptırarak söylemesi ve artık tamamen emin olmamı sağlayan an ise ailesinden olabildiğince uzakta yaşamak istediğini söylemesiydi. Elimde biriktirdiğim tüm kartları açtığım zaman kartların bana söylediği şey çok netti “Memnuniyetsiz ebeveynler”.

Tüm aileyi süzgeçten geçirdim sonra kafamda kız kardeş doktor, en küçük kardeş bilişim sektöründe ve yatırımlardan zengin olmuş ve Jamie bir baltaya sap olmadan o işten o işe gezinen ki bu çocuklar yemek sofrasında dahi kendilerini kanıtlama çabası içerisinde. Josh’da ikinci mekanizma olan kendini soyutlama var kendine güven sıfır bunu da sürekli ağabeysini, onunla ilgili her şeyi abartarak söylemesinden belli Jamie ise ailenin isyankâr çocuğu modunu üstlenmiş durumda. Tıp fakültesi terk, herhangi bir işte sürekli çalışamıyor, umursamaz ve rahat. Kendine güven oldukça yerinde ama içinde hala o takdir ve sevgi bekleyen çocuk gizli ama diğerlerinin aksine bu yaşamın kendisine ait olduğunu, önemli olanın babasının değil kendi mutluluğu olduğunu anlamış ve ipleri eline almış. Sanki babasına bir savaş çağrısı bu “Sen istediğin kadar mükemmel ol ama ben buyum” deme şekli. Jamie özünde hırslı, zeki, yetenekli, inatçı ve ikna kabiliyeti yüksek bir adam bunu ilaç pazarlama sektörüne girdikten sonra açıkça görüyoruz her ne kadar başta işe parası için girmiş olsa da rekabet kanını kaynatıp ateşliyordu onu.

Jamie duygularını dondurmuş bir adam büyük ihtimalle ne olduklarını bile unutmuş anı yaşama derdinde. Yaşayamadığı, tadamadığı her şeyden kaçan bir adam ama aşk bu Eros’un gelip de sizi okuyla ne zaman vurup aşkın ateşine düşüreceğini bilemezsiniz. Jamie’ye biri ilk görüşte bir kadından böyle etkileneceğini, peşinden koşacağını söylese güler geçer söyleyenle dalga geçerdi büyük ihtimalle ama aşk işte tüm lokmalarını güzelce yedirdi ona. Maggie’den etkilendiği onu ilk gördüğü anda değişen bakışlarından oldukça belliydi, o ilk karşılaşma sonrası otoparkta yaşadıkları andan sonra işi biraz gurur meselesi yaptı algısı bir kıpırdanmıyor değil çünkü Jamie bir kadın tarafından reddedilmişti ve bu hiç normal değildi.

İlk başta büyüsüne kapıldığı bu kadının peşini bırakmaya da niyeti yoktu verdiği emekler meyvesini verdi ve Maggie ile buluştu işte o ilk buluşma Jamie’deki değişimin başlangıç anıydı. Maggie bugüne kadar gördüğü hiçbir kıza benzemiyor, kafasındaki tüm kalıpları yıkıyor ve ona şok üstüne şok yaşatıyordu. Gördüğü ilk anda büyüsüne kapıldığı bu kadınla vakit geçirdikçe asıl benliği daha da ortaya çıkıyor ve daha da kapılıyordu bu büyüye. Artık sadece Maggie ile değil kendisi ile tanışıyordu.

Hayat işte zıt kutuplar birbirini çeker teorisini arada da olsa çürütmeyi seviyor. Buzlar Kralı Jamie’nin karşısında Karlar Kraliçesi Maggie’yi çıkarmıştı. İki aynı kaybolmuş ruh tesadüfen birbirini bulmuş ve bir bütün olmuştu her ne kadar bu Maggie için zor olsa da. Maggie ilk görüp hikayesini dinlediğimde “ah ya kıyamam ben sana “olmuştum yalan yok amaaa tıpkı Jamie gibi Maggie’de bir maske arkasında saklıydı.

Hayatında kimseyi uzun süre tutmayan, kısa ilişkilerin kadını olduğunu öne süren, çetin ceviz Maggie vardı bu tavırlarını kendisi de söylerken hastalığına bağlasa da aslında kalbindeki tozu üflediğimizde görünen şey başkaydı. Jamie nasıl babasıyla içinde savaşıyorsa kendisi de annesiyle savaşıyordu. Daha 26 yaşında olan bu genç kadını ne arayıp soran ne yanında olan ne de sarıp sarmalayan bir anne yoktu büyük ihtimalle de kızını hep hastalığından vurup hayatından kovmuş Maggie de annesinin ona yasattıklarının etkisiyle “Annem bile kabullenmezken kim niye kabullensin” düşüncesi ve kimseye aciz olmama düşüncesi var. İlk bakışta çok rahat ve güzel bir hayatı var gibi görünse de aldığı karar çok zor düşünebiliyor musunuz kendi kendinizi yalnızlığa mahkûm ettiğinizi? Şahsen ben düşünemiyorum çünkü yalnızlık zaten çok zorken onun durumunda yalnız olmak daha zor ama bakış açısına da saygı duyuyorum. Maggie ile çok fazla bağ kurdum çünkü benim de ailemde aynı hastalığı yaşayan bir büyüğüm var ve yüzündeki o acıyı inanın ki Maggie’de de gördüm. Çocukları ve kocasına yük olmaktansa tek başına olmayı tercih edeceğine eminim tıpkı Maggie gibi. Ama o işler öyle olmuyor arkadaşlar hayatta her şeyin temeli olmasa da yaşamın temel taşlarından biri sevgi, yük olduğunu düşündüğün ailenin sevgisi senin savaşma gücün oluyor işte ona o gücü verecek kişiyi Maggie sonunda bulmuştu sadece fark etmesi, kabullenmesi biraz zaman aldı. Geç olsun da güç olmasın diyelim.

Ben tabloları hayatın yansımasına benzetirim ve bazı insanlarda birbirinin yansımasıdır. Onlara baktığımızda sudaki yansımamızı görmüş gibi hissederiz tıpkı Maggie ve Jamie gibi. Bu iki kalp farklı kişilerle benzer olayları yaşayan hayattan aynı yerden yara alan insanlardır. Unutmayın ki bir yarayı en iyi o yarayı alan tanır. İkisi de bir şeyler yaşamaya başlarken birbirlerinin benliklerine bu kadar işleyeceklerini düşünememişti. Dolambaçlı, inişli çıkışlı ilişkimsi kıvamda yaşadıkları zaman diliminde ben Jamie’nin acıma duygusuyla Maggie’ye yaklaştığını onun aksine hiçbir zaman düşünmedim. Jamie asla ona acımadı, seminerdeki adamla konuştuktan sonra onu testten teste, hastaneden hastaneye sürüklerken bile yaptığı şeylerin sebebi acıma duygusu değildi ama korku vardı ama bu korku sevdiği kadını kaybetmekten gelen bir korkuydu. O adam ve Maggie’nin düşündüğü gibi ileride yaşanacaklardan korkması değildi. Şartlar ne olursa olsun Jamie kaybetmekten hiç hoşlanmazdı ve bu her konuda geçerliydi.

Neşeli bir buzdağı olan Jamie’nin aksine Maggie biraz daha pozitif, biraz daha duygusaldı en azından duygu ne demek biliyordu. Jamie’nin sert köşeleri kadar onun da yumuşak köşeleri vardı ama bu onları daha güzel yapıyordu tıpkı zıt oldukları halde bir araya gelince oluşturdukları mandala desenleri gibi. Maggie yumuşak tarafını ise bana göre Jamie’den korktuğu o sözcükleri duyduğunda gösterdi ve o an ben şok olmuştum. Kendi hayatımı sorguladım bu yaşıma kadar kaç kere “seni seviyorum” dediğimi düşündüm sanırım bir sayı vermem zor olur ama Maggie ve Jamie için bu zor değildi. Seni seviyorum derken sanki panik atar geçirir gibi olmasının da temeli de bu çünkü “ilk defa” söylemişti ve o an bende Maggie gibi şok olmuştum ki Maggie’de öncesinde bir kediye söylemiş çok farksız sayılmazlar. İşte buradan anlayın ne kadar zor, sevgisiz hayatlarından çıkıp geldiklerini neden bir anda anlamadıkları şekilde birbirlerine bu kadar kapıldıklarını. Bir yarayı en iyi o yarayı bilen iyileştirir.

Bir yanda sevdiği kadın için tüm gücüyle savaşan o iyi ve mutlu olsun diye uğraşan Jamie bir diğer tarafta sevdiği adama kıyamayan, ona kendisinin verebileceklerinden daha iyisini verecek insanlara gitmesini isteyen Maggie zor bir round. Maç zor olmasına zor da birbirine adeta gemici düğümüyle bağlanmış bu kalpleri ayırmak o kadar kolay olmayacak.

Yaşanılan bu ayrılık sürecini bitirenin Jamie olacağından hep emindim çünkü Maggie ona asla kıyıp geri adım atmazdı ama Maggie onu kovduğu halde onsuz hiçbir şeyin anlamı olmadığını bilen Jamie maratonda koşar gibi koşardı aşkı için, koştu da. Bir yandan ona kıyamasa da onu bu denli seven, hayatını önüne seren bir adama hayır demesi mümkün değildi. Günün sonunda birbirlerine kavuşan iki kalp birbirini iyileştirmişti. Jamie’nin aşkı ve desteğiyle belki de Maggie tamamen iyileşemese de olumlu bir ilerleyiş göstermiştir kim bilir. Ama emin olduğum tek bir şey var ki o da o evde kahkalarının asla dinmediği, gözlerinden yaşın sadece gülmekten geldiğidir.

Bir sonraki filmlerde görüşünceye kadar sevgiyle kalın, hoşça kalın…
Ayça Ela Erdoğru

 

Ayrılsak Da Beraberiz (Ya Çok Seversen, 11.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Aşık olduğunuzda en fazla ne kadar ileri gidebilirsiniz? Ferhat mesela; Şirin için dağları delmiş, Mecnun çöllere düşmüş, Kerem Aslı’yı bulmak için diyar diyar onu aramış. Bunlar bildiğimiz efsaneleşmiş aşklar. Peki aşkımızı göstermek için bu kadar büyük fedakarlık mı yapmalıyız, sevdiği insan için değişmeye çalışmak, onun için prensiplerinden ödün vermekte aşkı değerli yahut aşıkları ölümsüz kılmaz mı?

Aşkın ispatı olmadan seven sevmiş, sevilen sevilmiş olmuyor mu? Ateş ve Leyla’nın aşkları için nasıl değiştiklerini , aslında ne kadar yol aldıklarını gördükçe aklıma tam da bunlar geliyor. İkisi de aşık olduktan sonra bile isteye kendinden çok ödün verdi. Ateş tahammül edemediği şeylere katlanmasını öğrenirken, sert yanlarını törpüleyip baskılarken, Leyla yola çıkma amacını değiştirdi.

Leyla bu yola çıkarken tek amacı ailesinin yerini bilen adamı iyileştirmek ve konuşturmaktı, böylece annesini bulacak ve bir ailesi olacaktı. Bu uğurda hiç istemediği bir iş yaptı, sürekli oradan oraya sürüklendi, kaçak bir hayat yaşamak durumunda kaldı ve en sonunda sevdiği adamla ayrılmak zorunda kaldı. Tüm bunlar bir noktadan sonra tüm sinir uçlarına dokundu ve hiç hesap soramadığı, neden diyemediği annesinin suçu olarak kabul etti. Zaten Leyla kutsal bulduğu bir yolculuğa çıkmıştı, fakat bu yola devam ederken fark etti ki birlikte yola çıktığı insanlar dahi onu kullanmaktan, yarı yolda bırakmaktan geri kalmıyor, tuttuğu her dal elinde kalıyor ve o günün sonunda yine yapayalnız kalan kendisi oluyordu.

Bence Ateş’e kızgın olmasının en büyük sebebi bu; aşkla tuttuğu o eli ona bıraktırmak zorunda bıraktığı için kızgın ona, yalnızlığını anlayamadığı, onu yeniden ailesiz bir başına bıraktığı için kalbi affedemiyor Ateş’i. Üstelik Ateş onu ailesi gibi gördüğü çocuklardan ayırmış oldu. Ayrıca Ateş’in Leyla’nın aşkından bir şüphesi olmasa bile bu bölüm gördük ki Leyla Ateş’in ona yaptıklarından sonra bu konuda şüpheleri oluşmuş. Aslında bu konuda asla onu yargılanıyorum zira belki de kim olsa aynı şeyi düşünecekti. Çünkü Ateş bu konuda ona çok acımasızca davrandı, kalbini hırpaladı, gururunu kırdı ve tüm bunlar kocaman bir “Acaba” olarak geri döndü ona. Fakat şunu söylemeliyim ki Ateş’in asla duygularını inkar etmeyip her seferinde kendini açıklamaya çalışması bence çok güzel bir detay.

Leyla’nın onun aşkına inanması gerekiyor. O evde kalmaya devam edebilmesi için, üstelik annesinin kolyesini dahi geride bırakmaya başlamışken tutunacak bir dala ihtiyacı var ve şu an düşündüğü tek şey çocuklar. Bu yüzden sözde de olsa artık annesini aramayı bırakıp çocuklara adadı kendini. O şu an belli etmese de Ateş’e çok kızgın ve kırgın ama bir o kadar da aşık bu yüzden istese de yanından ayrılamıyor, çocukların durumu kadar ona olan aşkından dolayı da Leyla kalıyor o evde.

Leyla’nın yetimhaneden kaçmak, dolandırıcılık yapmak, o evde kalmak için kendince haklı sebepleri vardı ve hep buna göre hareket etti. Fakat ben annesinin sebeplerini tam anlamıyla öğrenemediğim için pek bir şey diyemiyorum. Zira ismini dahi değiştirecek kadar ne yaşadı aşırı merak ediyorum. Çünkü Füsun kocan için küçücük çocuğu parka bırakıp gittin dediğinde Firuze bazı şeyleri yapmak zorundaydım dedi. Demek ki Leyla’yı bırakmaya zorlanmış ama benim asıl merak ettiğim neden bu zamana kadar izini bulamadığı. Sonuçta Füsun ufak bir izle sadece bir günde buldu annesini , Leyla neden bunu yapamadı, annesi onu nasıl oldu da bulamadı, annesinin kocası araya neden bir sürü kişi sokup göz hapsinde tuttu Leyla’yı? Kafamda onlarca soru var ve daha hepsi yanıtsız maalesef. Bildiğim bir şey varsa o da Leyla artık eskisi kadar çok düşkün değil bu konuya, bu yüzden ben Füsun’un tehdidine rağmen Ateş’in yanında duracağını ve çocukları onun insafına bırakmayacağını düşünüyorum.

Ateş Arcalı; onun Leyla ile birlikte çok değiştiğini düşünüyorum. Yalnız playboy duruşundan vazgeçti mesela, prensiplerinden taviz vermeye ve bunu kendi isteğiyle yapmaya başladı. Bir tek kendisini değil etrafındaki insanları da düşünmeye, onlarla bağ kurmaya ve özellikle küçük kardeşleriyle aile olmaya başladı. Ateş’in en çok katlanamadığı şey birinin ona yalan söylemiş olmasıydı, zekasıyla alay edilip, egosunun zedelenmesi onun kabul edemeyeceği bir şeydi. Leyla’yla birlikte tüm bunları yavaş yavaş tolere etmeye ve daha hoşgörülü olmaya başladı. Üstelik İlter’in de dediği gibi koca bir dolandırıcı ailesinin tüm çaldıklarını geri verip onları temize çıkarıp aynı evde yaşamaya devam ettiğine göre gerçekten Leyla’ya göründüğünden çok daha fazla aşık demektir.

Gerçek şu ki Ateş Leyla’yı kaybetmek istemiyor, onun ister çocuklar için isterse de başka bir sebepten dolayı o evde kalması onun için sorun değil yeter ki yanında kalsın, hatta bu yüzden diğer kişilerin, Yakup’un bile o evde kalması rahatsız etmiyor onu. Zira Leyla’nın kalması onun için tek önemli olan şey. Ateş’in Leyla ile ateşkes ilan etmesi de, ondan habersiz mücevher markasının yüzü olmasına kızmasının sebebi de bu aslında; o Leyla ile olan sorunlarını çözmek istiyor ve herkese karşı onu koruyup “Eşim” diye hitap etmesinden bunu yapmaya başladığının bir göstergesi bana göre. Eğer Ateş böyle bir şey istemiyor olsaydı bence ne yapar eder başka bir yol bulurdu zira fark etmişsinizdir Ateş boşanma dilekçesini imzalamamıştı, Leyla’ya imzalattıktan sonra da öncesinde de imzası yoktu dilekçede. Yani çocukların sosyal hizmetler tarafından denetimi olmasaydı da bence boşanmamak için bir yol bulacağını düşünüyorum. Yine de ben her şeye rağmen birbiriyle kavga etmeden, tartışsalar bile çocuklar için bir araya gelip çözüm üretmeye çalışan bir çift izlediğim için çok mutluyum.

Ateş ve Leyla kendi içindeki sorunları çözmeye çalışırken Füsun küçücük bir koz bulmak için her şey yapmaya hazır öyle ki sırf Leyla’yı elinde tutmak için annesini bile buldu. Leyla ise artık bir karar vermek zorunda kendi seçtiği, elleriyle kurduğu Arcalı ailesiyle mi devam edecek yoksa tüm kırgınlığına ve Füsun’un tehditlerine rağmen annesinin özlemine dayanamayıp annesini mi seçecek? Benim bu konuda çok güzel bir fikrim var aslında ama izleyene kadar sabır edeceğiz sanırım.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

Çıkmaz Sokak (Safir, 3.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu 

Hayatın temelinde yatan paylaşma duygusu hayatlarımızı, benliğimizi hatta hayata bakış açımızı bile şekillendiriyor. Paylaşmak derken sadece maddi bir paylaşımdan bahsetmiyorum bence ondan daha önemli olan manevi paylaşımdan da bahsediyorum. Maddiyatınızı bir yere kadar paylaşırsınız çünkü bu paylaşımın bir bedeli belki de size zarar verecek bir yanı olacak. Manevi paylaşımda ise güzel duygularınız artarak çoğalırken, kötü duygularınız anlattıkça azalır çünkü bazı şeyler paylaşmadan atlatılamaz. İşte bu sebepten dolayıdır her ruhun ve kalbin bir eşi olması çünkü hayat ancak böyle katlanılabilir oluyor. Bahsettiğim bu tamamlayıcı ruhu ve kalbi sadece aşk olarak düşünmeyin. Bahsettiğimiz bu tamamlayıcı çok iyi bir arkadaşta olabilir, kardeşte o tamamen sizin ruhunuzla alakalı.

Hindistan’daki bazı inanışlara göre daha bizler doğmadan Tanrılar huzurunda söz vererek birbirimize bağlanıyormuşuz. Ruhlarımız o gün verdiği sözü hatırlamasa da zamanı geldiğinde ve o kişiyle karşılaştığımızda hissettiğimiz yoğun bir duygu doğuyormuş içimizde. O kişi o an korktuğunuz, sevmediğiniz biri de olabilir ama kader sizi çok önceden birbirine bağlamıştır. Bu demek değil ki kader sizi bağladı diye sevmediğiniz biriyle bir ömür yaşayacaksınız seçim sizin unutmayın. Sevmediğiniz biriyle de aranızda bir kimya, çekim olabilir ama o kişiyi hayatınıza almak da almamak da sizin seçiminizdir unutmayın. Bunun aksine ilk başlarda hiçbir şey hissetmediğimiz birine karşı zamanla doğan hisler de olabilir işte bu noktada hayatınıza yön vereceğiniz noktada olduğunuzu hatırlayın ve kendinize şu soruyu sorun: “Sevdiğim mi sevmediğim ama çekildiğim mi?” bu soruya cevap verdikten sonra şunu da lütfen unutmayın bazen her şey göründüğü kadar değildir, çözmeniz gereken bir yan vardır. Ve o yan sizin tamamlayıcı parçanızdır belki kim bilir?

Hayat tamda buydu işte dönüm noktaları. Kader deyip hiçbir şey yapmamak mı isteklerin için sonuç ne olursa olsun savaşıp mücadele etmek mi? Bana soracak olursanız mücadele etmek derim. Yamanı düşünürsek mesela, bugüne kadar gördüklerimden yola çıkarak söylüyorum başına gelen olaylarda kendi deyimiyle hep orta yolu bulmuş. Sorun çıkınca mesela, dedesiyle halleden taraf olmuş. Kardeşinin başına gelende de başına geleni kabul etti, kimseden yardım istemedi. Bana soracak olursanız bu kaderciliktir. Yaman zor bir karakter yapısına sahip bunu kabul etmek lazım. Küçük yaşta babayı kaybetmek, sonra ağabeyin gitmesi, üzgün bir anne ve baskıcı bir dede… Tüm bunların içinde Yaman çok yıpranmadan hayatını en iyi devam ettirebileceği şeyi bulmuş “boyun eğmek”. Yaman her ne kadar bir şeyler yapmak için çabalasa da yaptıkları elinden gelebileceklerden daha az. Esiyor, gürlüyor ama bir süre sonra kabulleniyor. Bu yüzden Yaman’ın başına gelen olayların en temelinde yatan duygusu korku oluyor. En başta da kaybetme korkusu ama bu korkuyu sadece aşk olarak düşünmeyin. Yaman onu Yaman yapan her şeyi kaybetmekten korkuyor. Bu yüzden yıllardır ne annesine ne de dedesine hayatının aşkı olduğunu söylediği Feraye’den bahsedemedi. Çünkü dedesinin öğrendiğinde yapacaklarından çok korkuyordu. Şu an da aynı korkaklık sebebiyle hayatını mahvetti.

Yaman çok açık görüldüğü şekilde “her şeyi ben hallederim” düşünce yapısına sahip bir adam bunun en büyük ispatı da Bora olayı. Bu olay Yaman ve Okan’ın tek başına altından kalkabileceği bir olay değildi. Evet dedeleri Ömer çok sert bir adam ama bu olayda yardım isteyebilecekleri ve onları bu olaydan oldukça rahat kurtarabilecek bir adam. Çünkü Ömer Gülsoy için en ve tek önemli olan şey “aile”. Hâl böyleyken, olayda Okan da Yaman’da masumken bir kendini savunma varken, Ömer Bey gurur duyar ve işi çözerdi ama Yaman bunu yapmadı. Tek başına girdi bu işin altına ve şimdi de eziliyor. Ömer Bey’ e bu olayı anlattığını düşünün bir an. Eserdi, gürlerdi ama korurdu ve şunu sorardı “Bora neden buraya geldi?” cevap “Feraye yüzünden kavga ettik” sonuç olarak dede ilişkiyi de öğrenirdi ve belki de Yaman bu sayede ikisini de Galya kuyularına atmamış olurdu. Tüm olaylar aslında Yaman’ın “ben hallederim” diyerek hiçbir şeyi halledemiyor oluşunda kitleniyor çünkü Yaman aksiyona geçemiyor zira güç Yaman’da değil, dedesinde. Herkesi korumaya çalışırken herkesi ateşe atacak hamleyi yaptılar. Aksiyona geçemedikçe işler iyice kontrolünden de rayından da çıkıyor tıpkı artık Yaman’ın freni patlamış kamyon gibi ilerlemesi gibi.

Bu hafta Yaman, Feraye’ye “Beni bir dinle”, “Sana kendimi anlatacağım” vb. sözcükleri söylemek, öpüp koklamak yerine bir cümleyi bırakın bir kelime ile Feraye’nin dikkatini çeker ve her şeyi anlatabilirdi. Tek bir kelime “mecburdum” sonrasında gelecek soruyu tahmin etmek de zor değil ve işte anlatmak için bir fırsat oldu ama yok yok yok. Bunları yapmıyoruz lafı dolandırıyoruz. Dolandırma Yaman, korkma Yaman çünkü korktukça daha da batıyorsun. Yaman’ın ilk bölümden belli olan fazla eril davranışları oldukça barizken, kıskançlığını görmüşken bu hafta niye şirazeden çıktığını anlamak zor değil. Ben Yaman’ın duydukları karşısında neler hissettiğini, kendini nasıl kandırılmış, aptal yerine konmuş hissettiğini çok iyi anlıyorum ama… Yaman’ın içinde bulunduğu duygu karmaşasını da yüreğindeki yangını da anlayabilirim saygı da duyabilirim ama sonrasında yaptığı hareketlere saygı duymamı da anlamamı da kimse beklemesin lütfen. Sevdiğiniz kadın veya eski sevgiliniz sizinle konuşmak istemiyor, ona dokunmanızı istemiyorsa istemiyordur. Bırakın kolundan tutmayı, kovalamaca oynamayı, yere yatırıp üstüne çıkmayı konuşmaya zorlamanız bile tek bir anlama gelir. Ki bu anlamda dünyanın neresine giderseniz gidin böyle algılanır. Hislerini anlayabilir, saygı duyabilirsiniz ama bu ülkede sadece “hayır” dediği için öldürülen, hayattan koparılan kadınlar varken sırf kendisini dinletmek için, cevap alabilmek için Feraye’ye yaşattıklarını siniye çekip, yanlış değil ki dememi kimse beklemesin lütfen. Kadın istemiyorsa, istemiyordur bitti geri kalan hiçbir şeyin önemi kalmıyor. O an için yapabileceği en doğru şey ikisine de sakinleşmek için zaman verip konuşmayı sonra denemekti. Hislerini anlasam da üzgünüm ama davranışlarını asla onaylamıyorum Yaman’ın.

Yaman’ın Feraye’ye olan sevgisinden bir şüphem yok sevdiği gayet açık ortada. Kendisini aldattığını sandığından dahi peşinden gidip, konuşmaya çalışacak kadar da gurur gardını indirebiliyor. Bu çok önemli bir nokta çünkü çoğu erkek böyle bir şeyi duyduğu anda bırakın peşinden gidip konuşmaya çalışmayı bir daha yüzüne bile bakmaz. Aşkı için gururunu yok saymasını takdir ediyorum söyleyecek lafım yok ama keşke sonrası da böyle güzel gelişseydi.Yaman ve Feraye bir ağacın dalındaki iki yaprak kadar yakın ama uzaklar birbirlerine. Aralarındaki sevgiyi de tutkuyu da görmemek imkânsız ama geçen haftada söylediğim gibi bir şeyler eksik bu tabloda. Birlikte büyüyen, hayata birlikte atılan, ilk heyecanları birlikte tadan iki genç ama flashback sahneleri dahil bizim bu çifte dair gördüğümüz tüm sahneler temas üzerine kurulu. Bu bir tek benim mi dikkatimi çekiyor? Sarılma, öpme, koklama, koltukta uyuma… Eee siz bunca yıldır hiç mi bir şey paylaşmadınız? Beraber hiç mi bir şey yapmadınız? Hep böyle kumrular gibi miydiniz? Belli ki bu çiftin buluşma yeri bağ eviymiş. O evde yemek yapmadılar mı beraber? Sohbet etmediler mi? Neden bunları değil de sadece temaslı anılar? Yaman ve Feraye arasında sevgi de tutku da var ama gerçek anlamda bir aşk var mı? Aşk her şeyi paylaşmaktır. Mesela Feraye evdeki sorunlarını, sıkıntılarını anlattığı ufacık bir an bile yeterdi. Aşk olduğu bariz ama aşkın tek dürtüsü tutku değildir. Ben açıkçası görmek istiyorum, bu gösterilen derin bağlılığın nerede başladığını, nasıl olduğunu. Çünkü tutkular geçici, sevgi bakidir.

Her insan kendi hayatının başrolüdür ve kimse onun gibi görüp anlayamaz yaşanılanları. Yaman kendi hayatında savrulurken, Feraye adeta dikenlerin üstünde ayakları kanayarak bir yolda yürüyor. Kafasında birçok soru dönüyor. Bugüne kadar yaşadıkları yalan mıydı? Hiç sevilmemişti de kullanılmış mıydı? Aleyna ile yakın olabilmek için araç mıydı ya da? Bunun gibi binlerce hatta yüzbinlerce soru dolanıyor şimdi Feraye’nin aklında. Tüm bu kafa karışıklığına, ona kendini anlatmaya çalışmasına rağmen Yaman’ı dinlemiyor oluşu da şaşırılacak bir durum değil. Çünkü korkuyor. Yaman’ı dinlediğinde söylediklerine inanmaktan ve ona inanıp gururunu ayaklar altına almaktan korkuyor. Olanlardan sonra da kimse onu suçlayamaz. Hal böyleyken de öfkesine sarılıyor sıkıca çünkü onu bebeğinden sonra hayatta tutan şey öfkesi. Feraye’nin gururu ve öfkesi devreye girdiğinde neler söyleyip yapabileceğini gördük ki kantindeki bunlar bence başlangıç olacak. Şu an çok duygusal, darmadağın ama Yaman karşısına geçtiğinde nasıl da gizliyor duygularını, perişanlığını çünkü gururu devreye giriyor. Bağırıyor ona karşısında dik duracaksın diye ve iyi de yapıyor. Güçlü ve kendi ayakları üstünde durmaya çalışan bir kadın olarak sığınacağı tek şey aklı olabilir. Aklıda öfkesini bir kenara bırakıp gurur zırhını girdiğinde duyuluyor şu an için.

Feraye, kalabalığın içindeki yalnız. Ona tam anlamıyla sahip çıkan, günahında sevabında yanında olan bir aileye sahip değil. Bir tek Hazal’ı var her şeyini anlatabildiği her zaman sığınabildiği her koşulda rahatça arayabildiği çünkü biliyor ki ona her zaman destek olur. Bu bir insan için en zor şeylerden biridir. Dikenlerle dolu bir yolda yürürken arkanızda size dağ olacak insanları görememek. Ama artık bazı şeyler değişiyor bunun bilincinde olmasa da içgüdüsel olarak hissediyor. Cemile ile yaşadığı olay sonrası eski Feraye olsa direkt Hazal’ı arardı ama onu aramadı. Ateş’i aradı çünkü biliyor ki yanında olur, destek olur, yol gösterir, ağlayacak bir omuz olur. Hayatında ilk defa biri daha onu sadece önemsediği için, bir karşılık beklemeden onun yanında. Ki bu da kendisinin pek alışık olduğu bir durum değil. Ayrıca Feraye için koruma alanı oluşturabilecek biri Ateş. Açıkçası Yaman’ı bilen, kızı için bebeğinin canına kast eden Cemile’ye bebeğini neden söylediğini de düşünüp duruyorum. Yaman’a söyleme ihtimali var ki Yaman ondan tamamen vazgeçsin diye Cemile için bulunmaz bir fırsat bu. Feraye şu aşamada ondan çok korktuğu için bunu bilinçli söyledi diye düşünüyorum. Yaman kardeşi için kendini yaktı diyoruz ama Feraye bebeği için herkesi yaktı.

Feraye hayatının en sert günlerini yaşarken birçok şeyin şaşkınlığını da Ateş ile yaşıyor. Karşısında ilk başlarda bir yabancı gözüyle gördüğü bu adamda eksikliğini hissettiği sahiplenilme duygusunu tadıyor. Yine ve yine söylüyorum eril bir sahiplenilme değil kastettiğim. Korunması, kollanması, saygı duyulması, zorlanmaması, gölgelenmemesi ve bunların hepsini Ateş’de görüyor şu an. Akşam konuştuklarında “kızmadın mı?” diye sorması da bundandı çünkü alışık olduğu şey buydu ama kişisel alanlara saygı duymayan bir dedeyle büyüyen bu adam kendisine büyük bir saygı duyuyor. Tüm bunların yanında Ateş kendisine öyle bir güvenlik duvarı ördü ki o duvarın verdiği hissiyatla zaman içinde huzuru bulur gibi geliyor. Unutmayın ki çiçekler değer gördüğü yerde çiçek açarlar.

İki farklı ruh, iki farklı acı ve yaralı iki kalp Feraye ve Yaman. Ve şimdi bu iki yürek aynı anda ihanete uğradığını düşünüyor. Yaman, Feraye’nin ona attığı ses kaydında belki de ders çalışacağım dediğinde Ateş ile miydi? Hazal ile birlikteyim derken de ağabeyimle miydi? Tüm bunlar yaşanmasa ne zamana kadar beni aldatmaya devam edecekti? Diye düşünürken Feraye ihanet etmediği ama ihanetine uğradığını sandığı adamın onunla aynı acıyı yaşayıp nasıl olduğunu anlamasıyla buruk bir huzurda yaşıyor. Feraye ve Yaman’ın çatışması kolay kolay bitmez kızımız gurur timsali, oğlumuz ise sinir küpü. Biri aşkından ölse de gururunu elinden bırakmazken bir diğeri öfkesi ile hatadan hataya koşuyor. Elbet bir gün biri pes eder de Yaman lafı gevelemeden her şeyi anlatabilirse neler olur? Ne ölçüde hayatları değişir bilmiyorum ama Feraye gerçekleri öğrendiğinde de “bana neden söylemedin, destek olurdum” diyerek Yaman’ın beklediği yumuşamayı hemen göstermez gibi geliyor çünkü bu söylememenin temelinde ne yattığı belli değil. Güvensizlik mi koruma içgüdüsü mü? Bunun cevabı da zaman da gizli.

Hayat hepimize sürprizler yapmayı sever. Bu sürprizler kimi zaman büyük olur kimi zaman küçük ama şüphesiz ki Amerika’dan döndüğünden beri büyük sürprizler yapıyor. Ateş hala büründüğü giz pelerinini tam anlamıyla çıkarmadı ama o pelerinin içinden görmeye başladıklarımız var elbette. Ateş sabırlı bir adam ama son noktaya gelindiğinde yapacaklarının ne kadar sert olduğunu da bu hafta net bir şekilde gördük. Saygısızlığa asla tahammül edemeyen bu adam kardeşinin eşine yapılan saygısızlığa bile sessiz kalamayan biri. Karısına yapılan saygısızlığa karşı sessiz kaldı diye kardeşinin yakasına yapışıyor ki şunu da belirtmek isterim ki o sahnede Ateş’in de Yaman’a yapmış olduğu davranışları doğru bulmuyorum. Sadece konuşmaya çalışması daha doğru olurdu ama ağabey kardeşin ortak noktası bu sınırım sabırları taştığında ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bu olayın bir getirisi daha var aslında o da şu. Aleyna sadece kardeşinin karısı, herhangi bir muhabbeti yok ona rağmen böyle tepkiler verirken bir bağ kurduğu, yol arkadaşı olduğu Feraye’ye yaşatılanları öğrendiğinde neler yapabileceğini inanın bilmiyorum.

Hepimiz insanız, hata yapmak da insana mahsus elbet. Kusursuz değiliz ama yanlışlarımızdan çok doğru yapmaya çalışırız. Kardeşine olan tavrı her ne kadar yanlış olsa da o anda bile ne kadar sözünün eri bir adam olduğunu görüyoruz. Öyle bir anda benim aklıma gelmezdi ama Ateş o an bile Feraye’ye verdiği sözü unutmadan “Amerika’da evlenirim isteyen gelir” diyebiliyor. Sonrasında yaşanan önce Feraye’nin kendi ayakları üstünde durmak için teklifini reddetmesi, Yaman’ın “Sen gidersen daha mutlu olacağız” demesi üzerine de dönmeyi planlayacak kadar net. Yaman belki o an ağabeyi sinirle “tamam” dedi sanıp ciddiye almadı ama Ateş bir kere tamam demişti. Ateş’in karakteri sivri noktalardan oluşuyor kardeşlerini, annesini çok seviyor. Onlar için her şeyi yapar hem de bir an düşünmez ama mesafe koyar. Yaman’ın tek bir cümlesiyle “Onlar bensiz de başlarının çaresine bakabilirler” demesi sevse de taviz vermeyeceğinin en büyük kanıtı. Ateş gibi adamlarla yaşamak güzeldir ama eğer ki damarlarına basarsanız rüzgâr hemen tersten eser ve güzel yaz akşamınız kutup soğuğuna dönebilir. Ateş tuttuğu eli karşı taraf istemedikçe bırakmaz, bir söz verdiyse sonuna kadar çabalar ve Feraye’ye verdiği sözü tutmak için en değerlisi annesi Gülfem’i karşısına almaktan bile çekinmez, alır diye düşünüyorum. Ki bence alacakta ama bu hep böyle mi devam eder yoksa ana oğul bir noktada yine uzlaşır mı onu bilmiyorum. İzleyip göreceğiz birlikte.

Gülsoy Konağı’nın iki zıt rengi Ateş ve Yaman. Ateş cephesinden bakıldığında yoğunlukta sevgi hissedilse de Yaman cephesinden bakıldığında öfke daha ağır basıyor. Ve bu öfkenin tek sebebi de Feraye değil. Yaman’ın ağabeyine karşı geçmişten gelen bir öfkesi var. Çekip gitmesiyle dedesiyle ayrı, annesiyle ayrı, Okan ile ayrı ilgilenmek zorunda kalmış. Tüm sorunları sırtlanmış ama yine de ne annesine ne de dedesine yaranamamış üstüne üstlük ağabeyi gibi istediği hayatı değil ona biçilen hayatı yaşamış. Annesinin en çok ağabeyini sevdiğinin bilincinde ve zaten kendini yetersiz hissederken onun gelişiyle onun yanında daha da yetersiz hissetmeye başladı. Tüm bunlara ek şimdi de sevdiği kadınla evleneceğini, aşkını bile elinden aldığını düşünüyor. Hâl böyleyken onun açısından bakıldığında çok da haksız görünmüyor. Ateş cephesinden bakıldığında da kendini kurtarıp gelmiş, kardeşlerine de artık dedelerine boyun eğmemeyi söyler her şeyin üstünden beraber geliriz düşüncesi hâkim. O da onların bu boyun eğmesini anlayamıyor. Onun cephesinden bakıldığında o da haklı. Ateş her zaman dizginleri elinde tutmayı isteyen kişi olmak isterken, Yaman en zararsız en hızlı çözüm yolu hangisiyse onu seçip boyun eğmeyi seçmiş. Bu yüzden de bu iki kardeşten zıtlığın uyumu çıkmıyor maalesef. Tüm bu olanlardan sonra nasıl olacaklar, neler yaşanacak merakla bekliyorum.

Ateş ve Feraye’nin birbirine çok benzeyen yaraları var demiştim ikisi de sessizliğin içindeki çığlık gibiler ama kimse duymuyor tabii. Feraye, Yamanla yaşadıklarıyla mücadele etmeye çalışırken, Ateş kendi ailesiyle yaşadıklarına rağmen küçük hanım dediği bu kıza yardım etmek için elinden geleni yapmaya da hazır. Feraye alışık olmadığı tüm hisleri Ateş ile tadarken, Ateş onda bir nevi kendi yansımasını görüyor. Kendi düştüğü kuyulara o düşsün istemiyor. Ateş ve Feraye konuşmadan da birbirlerini anlayabilirler çünkü yaraları da izleri de bir. Şu an bu ikili arasında olan tek şey ise saygı ve yol arkadaşlığı. Birbirlerine çok güzel yol arkadaşı olacaklarından hiç şüphem yok çünkü bazen tüm cevaplar kendinde gizlidir. Sadece karşında duran yansımana iyi bakmak gerekir. Bakalım Ateş ve Feraye bu yansımalarda neler bulacaklar.

Ateş, Feraye ve Yaman… Bu üç isim adeta Bermuda Şeytan Üçgeni gibi o sınırlara girdiğiniz anda kayboluyorsunuz. Bu üç hayat hem birbirine bağlı hem değil. Oldukça karmaşık ve hüzün dolu bir yan yana geliş. Birbirini sevse de yaralı olan iki kalp, her şeyden habersiz kardeşinin yanında olmak isteyen aynı zamanda da küçük hanıma destek olmak isteyen Ateş. Böyle bakıldığında bu hikâyede Ateş en masum duran çünkü kandırılıyor, hiçbir şeyden haberi yok. Feraye bebeğin babasını sırf gidip ona söyler diye söyleyemiyor ama Yaman neden ağabeyinin karşısına geçip hesap sormak yerine durumu anlatmıyor? Tamam olduğu gibi anlatamıyor diyelim “Ağabey o kız benim eski sevgilim” dese Ateş bunu dikkate almaz mı? Ya da her şeyi olduğu gibi anlatsa ona Ateş onları bir araya getirip, kurtarmak için elinden geleni yapmaz mı? Bence kesinlikle yapar ama Yaman anlatmak yerine sadece hesap sorduğu için bu da olmuyor anlayacağınız her şey Yaman’ın korkup sustuklarında düğümleniyor. Ki bunun en net sorgulamasını da bahçede ailecek yaptıkları konuşmada yaşadı. Bu üçlünün yolu nasıl olacak bilmiyorum ama hiç kolay olmayacak orası kesin.

Yaman’ın son zamanlarda içinde yaşadığı sorgulamaların en büyüğü o akşam Gülsoy ailesinin bahçesinde yaşandı. Dedesinin ağabeyi gitmesin diye Feraye ile evlenmesine izin vermesiyle içinde yanıp sönen soru şuydu “Ben de dedeme söylesem bana da ister miydi?” işte bunun pişmanlığı içini yakarken üstüne bir de emeklerinin ona verilmemesi eklendi. Ateş istemediğini söylemişken, başından beri işi yürüten Yaman iken neden yetki ona verilmiyor? Ateş almıyorsa neden o zaman işin başında ben kalırım diyor? Hem sen benim gönlüme göresin deyip Yaman işlerin başına geçmesin diye neden bir çaba var Ömer Bey’de? Ömer gibi bir adam geçmiyorsan geçme o zaman senden sonraki Yaman o geçer der demesini beklerken bu cümleyi asla söylememesi kafamda bir sürü soru işareti yakıyor? Neden Yaman emek verdiği işin başına geçirilmiyor Ömer Bey? Hani gönlünüze göreydi Yaman Ömer Bey? O sahnede Yaman’ın içindeki savaşı, Ateş-Ömer diyaloğunu aynı Okan gibi izledim, diken üstünde. Gülsoy Konağında sular durulacak gibi değil açıkçası.

Gülsoy Konağı fırtınanın eşiğindeyken evin içinde Kemalettin Tuğcu kitaplarından fırlamış gibi gezen Cemile’de kendi hayatındaki düğümlerle boğuşuyor. Kızını Gülsoylara gelin etti rahatladım diyemeden kızıyla arasında sorunlar çıkmaya başladı bu da yetmezmiş gibi Feraye’nin hamileliğini öğrendi. Cemile yorum yapmak için henüz çok erken bir karakter çünkü masum bir bebeği sırf kızı için öldürmekten çekinmeyecek kadar gözü kara ama günahsız şoförün hayatına sebep olacağım diye ağlayan da bir kadın. Ne tam kötü diyebiliyorum ne iyi sanırım Cemile siyaha yakın bir gri. Kızının mutluluğu için girdiği bu yolda her türlü şeyi yapmaktan çekinmez onu çok net iyi biliyorum da kızı onu yarı yolda bırakırsa ne yapar onu bilemiyorum işte.

Evde silahlı adamlar dolaşıp evlerinden çalışanlarını kaçırırken Yaman’ın tek derdi Feraye ile konuşmak. Öncelikle şunu söylemeliyim ki Feraye’ye asla zarar vermeyeceğini çok iyi biliyorum tek derdi kendini anlatmak ama yine yanlış yoldan yapıyor bunu. Yaman’ın anlaması gereken en önemli şey o ne yaparsa yapsın Feraye onu dinlemek istemediği sürece, kendisini dinletemez. İstemiyor kız çünkü ve onu kandırarak tekrar bunu yapıyor. Okan’ın dediği gibi biraz akışa bıraksa, Feraye sakinleşse öyle denese belki dinletebilecek kendini ama böyle yaparak karşısındaki insanı daha da itiyor, sinirlendiriyor. Her ne kadar canı yanıp kahrolsa da karşısındakine saygı duymayı öğrenmesi lazım Yaman’ın. Daha doğrusu Yaman’cım az da olsa mantığınla düşün yoksa bu konak daha senin başına çok çorap örer.

Oldukça heyecanlı bir yerde biten bölümün ardından yeni bölümü iple çekiyorum. Bu haftalık da benden bu kadar haftaya tekrar görüşünceye dek umutla kalın.

 

 

MERVE KÜLT

Yazar : Merve B.
 “Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanırlar.” diyordu Nietzsche. Aslında bahsettiği şey müziğin ötesinde, herhangi bazı şeyleri bilmeden yargıda bulunanlar ya da görmezden gelenler. Bizler tek renkken rengarenk görünen bir şey hakkında nasıl düşünürüz? Farklı ve bizden olmadığını. İşte bu yüzden de yadırgarız. Öyle değil mi? Ve bazen de içimizi açan bu renkleri sırf farklı göründüğü ve geniş kitlede kabul görmediği için kendimiz gibi gri renge bürünmeye zorlarız.
Şimdi size anlatacağımız hikaye tam da böyle bir hikaye. Gri renklere rağmen hala rengarenk dünyasını ön yargılara rağmen sürdüren ve renklerini kült hale getiren Merve Kültür’ün hikayesi…
“Bu gri cehennemde hiçbir zaman anlayamayacağınız bir tarz.”
Merve; henüz gri renge sahip, onu aklındaki şekle sokmaya çalışan bir anne ile büyüyen renklerini henüz dış dünyaya yayamayan biri. Gördüğümüz kadarıyla Merve’nin bu rengarenk karakteri, çevresindeki farklı renkleri barındıran diğer insanlardan da besleniyor. Herkes tarafından sevilen, kol kanat gerilen, paranın onda herhangi değeri olmayan, ruhuyla yaşama isteği ile dolup taşan bir karakter. Çevresindeki kişilerin isteğini kırmadan yerine getirirken geçtiği yolu, kendi yoluna katan biri. Her ne kadar bin bir yargıya maruz kalsa da, tamamen kendisini ve hayatı o an güzelliklerine vararak, keyif alarak yaşıyor.İş görüşmesinden sonra asansörde aslında hayatının en büyük fırsatlarından birini kaçırmıştı, lakin yine de eline aldığı negatiflikleri arındıran ada çayını koklamıştı. Her ne kadar negatif olaylar yaşasa da, ruhunu pozitifliğin kıyısına kolayca demirleyebiliyor. Tabi o da bazen, pozitiflik kıyısından sert fırtınalarda denize doğru savrulabiliyor.
“Burası kendimi en iyi hissettiğim yer, ama keşke sadece bana ait olsa”
Bu cümle o kadar derin ki. Kendini zor zamanlarda en iyi hissettiği yerde bile, kalabalık. Bu nedenle bir engel çarpıveriyor Merve’ye. “Görmedim”. Bu sahneye yoğunlaşalım. Çünkü ileride Merve eğer teknesini derinliklere açılması adına hızla onarmak için bir yol bulursa, görünmeye değer biri olacak.
“İnsan öyle güçlü bir varlıktır ki, yeter ki bir kez yürekten, içten istemeye görsün.”
 Şehmuz’un bu hikayede mentor yani akıl hocası olduğunu hissediyorum. Geleceğe dair de bir kaç spoiler alabiliyoruz.
“Ama herkeste bir maske.”
 Merve maske söylemi ile doğruların düşmanı, gerçek duyguları gizleyen davranışlardan bahsediyor. Kendi gibi olan arkadaşlarıyla dertleşirken en zor zamanda bile yaşadıklarından ders alıp onları fikirlere dökebiliyor. Fakat Merve’de eksik olan bir şey var, bu fikirlerini çekici süslerle paketleyip satamaması. Hayvanlar yalan söylemez düşüncesi ile bir yola çıkarlar. Bu yolda Merve de ‘yaralı ceylan’ oluverir. Aslında bu onu gerçekten temsil ediyor; ceylan uğur ve bereket getiren bir figür olarak kabul edilir. Mutluluğun simgesi de olan bu yaralı ceylan acaba bu yeni yaratıcı fikirle kimlere mutluluk verecektir?
Anıl Gürman… Karanlıkta kalmış olan geçmişi ile yüzleşmek için geri döner. Uzun bir süre boyunca intikam için hazırladığı yemeğin, soğumasını beklemiş biri. Fakat bu içerisinde büyüttüğü intikam isteği ile, içindeki hırsı da bunun aksine sıcak tutmuş. Bu sayede kendini aklındaki plana uygun geliştirmiş.
Merve ile bir kafede karşılaşmaları tesadüf olamayacak kadar planlı biri, Anıl. İntikamın ilk yüz yüze adımını atıyordu. İsteği, sabote etmekti fakat işler yolunda gitmemişti. Merve’nin en zor durumda bile bir şeyler üretebildiğini söylemiştim. Öyle de oldu ve bunun üstesinden gelmekte de başarı gösterdi.
Peki iyi olmak nedir? Zihninden kötü bir şey geçirmemek mi yoksa aklından kötülüğü geçirmesine rağmen eyleme geçmeyi tercih etmemek midir? Bu esnada Merve zihnindeki filmi bitiriyor. Az önce tartıştığı ‘herhangi bir’ adamdan övgü aldığında ise içinde garip bir his beliriyor ve karşısındaki kişide iyi bir şeyler görmeye çabalıyor. Burada çok önemli bir detay gözümüze çarpıyor; üzerinde Çince harflerin olduğu ceket düğmesi. Üzerinde ise yazana dikkat kesilirsek; “Kurt”. Bu bizim için çok önemli bir detay. Aslında bazı gerçekler bağırır fakat biz o bağırışa dikkat kesildiğimizde duyarız…
Sunumları başarılı olur ama aslında intikama dahil edilir. Bu bir nevi Anıl için, düşmanı yakında tutma taktiğidir. Merve’yi yanına yaklaştırma amacı ise çok basittir; onu gözlemi altında süründürerek yıpratma. Anıl’ın iş teklifi sırasında Merve her zamanki gibi kendisi oldu. Henüz yeteneklerini gözünde büyütmemiş durumdadır bu yüzden dürüst davranır. Merve’nin doğruları söylemesi için herhangi bir maskeye ihtiyacı yoktur. Fakat anlıyoruz ki, Merve’yi zor günler bekliyor. Hatırlatmak isterim ki, Merve başına gelen her kötü şeyde sancılarından arınıp yeni fikirler üreten birisi. Pes etmeyeceğine hepimiz artık iknayız.
Anıl’ın intikam için hazırladığı şeylere bakılırsa hiçbir detayı, yıllar boyunca atlamamış.
Nevra, hala kızı Merve’yi yetenekleri konusunda desteklemiyor.Merve’nin en büyük savaşı aile içerisinde aslında. Ne zaman bir adım atmak için ayağını yerden kaldırsa anne engeline takılarak, ayağı havada kalıyor. Henüz o adımlar yere sağlam basmıyor.Ayakları henüz yere sağlam basmayanlardan biri de, Anıl. Kendinden emin bir şekilde intikam yolunda yürüyor olmasına rağmen planının erken fark edilmesi bir şeyleri değiştirecektir. Zira Nevra Hanım’ın kulağına onun adı çalındı bir kere.
Özel yapım bir kurt maskesi… Yaralı ceylan maskesinin sahibi Merve ve kurt maskesinin sahibi Anıl. Ve kurt, avlayacağı ceylanı görür.
“Eziyeti oyun haline getir.”
 Mentorumuz yine bize akıl vermişti. Merve eziyetten keyif almaya başladığı için onu uzaktan gözlemleyen kurt onu tekrar cezalandırır.Sürekli çalışacağı mekanı değişen Merve’ye, her yeni mekana girdiğinde ona birinin onu görmeyerek çarptığını fark ediyoruz. Hala “görünmüyor”. Fakat nereye giderse gitsin, kendisi olup yeni fikirler üretmeye devam ediyor. Tüm bunların sonucunda kalbiyle yaptığı her şey ona geri dönüyor ve bir anda insanlar tarafından “görünür” oluyor. Kurt ise uzaktan izlediği ceylanın her seferinde pes etmemesinden büyüleniyor.
Merve sürekli bir sığınakta kendini korumaya almış. Yüzleşmede babasına söylediği şeyler aslında tamamen yıllarca içinde biriktirdiği saklı kalan şeylerdi. O her zaman dürüst oldu ama bu yüzleşmede bir şeyler kırılma noktasındaydı. “Ailesine karşı gelmeyenler büyüyemez.” Artık bunun farkına varan Merve, havada kalan o adımı atmaya karar verir.
Anıl artık Merve nedeniyle konsantrasyonunu toplayamıyor. Kurt artık ceylanın cazibesine karşı koyamaz ve maskesini takarak ilk defa kendi olmaya başlar. Merve’nin kurt ve ceylan metaforuna karşılık Anıl’ın ilk defa tereddüt yaşadığına şahit oluyoruz. “İstemem belki”. Fakat ceylan fark etmeden kurtun planını çözmüştü. Anıl’da düşman kumaşının olmayacağı aslında çok belliydi.
“Sen, sen ol.. Kimseleri dinleme, beni bile!”
Başka birine danışma, kendin ol ve özgün ol. Merve gerçekten artık “görünür biri” olmuştu. Bunu en baştaki ve en sondaki merdiven sahnelerinin arasındaki farktan anlıyoruz. Merdiven motifi çoğu zaman bir yükselişi de simgeliyor.
Merve yavaş yavaş kendi asıl kimliğini bulurken Anıl da paralel şekilde Merve sayesinde kendini buluyordu. “Maskesi olan doğruyu rahatça söyler.”
“Bunu maskenin arkasına saklanmadan söyleyebilsen keşke.”
Ava giden kurttu belki ama ceylanın da gözü açıktı. Merve terzideki ceketi kontrol ederken aslında düğmedeki Çince harflerle yazan “kurt” kelimesini görmüştü. Belki anlamını bilmiyordu ama yine de o gün kafede Anıl ile çarpıştıklarında o düğmeleri kendisi bizzat görmüştü. Bugüne kadarki tüm puzzle parçaları teker teker yerine oturmuştu. Fakat partide Anıl maskesini çıkarmayarak hala sakladığı şeyler olduğunu göstermişti. Anıl içinde kurduğu mahkemede kararını vermişti. Bu nedenle kurt ve ceylanın yolları ayrılıyordu, bir süreliğine de olsa.
“Düşür maskeni!”
“Beni affet.”
Merve yerinde saymak yerine artık adımlarını kendinden emin bir şekilde atar olmuştu. Şirketteki elektrik kesintisinin olduğu sahne güzeldi. Karanlıkta saklanan ve gün yüzüne çıkan şeyleri simgeliyor gibiydi. İkisi de aslında birbirine karşı koymakta zorlanıyor, direniyorlardı. Fakat direncini kırdığı için Anıl gayet mutluydu çünkü kendine dürüst davrandı ve direnmeyi bıraktı. Ama hiç beklemediği bir şey oldu. Anıl aslında doğrusunu bilmediği bir çok yanılsamanın içerisine hapsolarak büyümüş bir erkek. Bu yüzden Merve’yi tutan bir şey yoktu belki ama Anıl’ın aklının bir köşesinde intikamı vardı. Ve bu bizi mutlak sona doğru götürüyor.Merve aşık olduğu adamın, kurt maskesine bile gereksinim duymadan başından beri gerçek bir maske taktığını öğrenir. Nevra Kültür ise, artık kızına bakmayı değil görmeyi öğrenir. Kızının yetenekleriyle şaşkına dönen Nevra artık bir gecede uzun süre düşündükten sonra vermesi gerektiğini hissettiği kararı verir. Sürekli geçmişe takıntılı hayatından kurtulur. Yeni bir Nevra olarak hayatına devam edecektir. Bunun yanı sıra Merve’yi içinden geldiği şeyleri yapmaya teşvik eder. Her şeyini ise, her şeyi olan Merve ile paylaşır. Bu kez kızı, annesinin engeliyle karşılaşmak yerine desteğiyle yere sağlam adımlar atar ve kalbiyle yaptığı şeyin meyvesini alır. Fark ettiyseniz buradaki mesaj çok açık. Herkes için; Anıl, Merve, Nevra…
Geçmişte yaşamayı bırak.”
“Toplayabilecekken topla açan çiçekleri. Solmalarını bekleyip de pişman olma.”
 Ömrü boyunca bir yalanın peşinden soluksuz koşan Anıl, kalbinde açan çiçeklerin peşine düşer bu kez. Bu hayatta yaptığı en güzel şey ise sevdiği kadının yanında olup onu desteklemekti. En başından beri Anıl’ın tek gecelik ilişkiler yaşadığı için bağlanma korkusu yaşadığını düşünüyordum ama Anıl aslında güçlü bir kadına bağlanma korkusu yaşıyordu. Merve ile bu korkusunu geride bırakmayı da bilmişti. “Korkularımı yendim sanırım, sayende.”Merve o gün adım atmasaydı yerinde sayacaktı fakat şimdi ise o adımlar sayesinde hak ettiği yerde merdivenin zirvesindeydi. Hatta en sevdiği ve rahat ettiği o merdivenlerde, her ne kadar yüzünde bir maske de olsa ona destek veren adama ikinci bir şans verir.Hayatımızda yüzleşmek zorunda olduğumuz bir çok olay, merdivenler gibidir. Her ne kadar inişli ve çıkışlı olsa da mutlaka bir yere varır. ‘Görünür’ olma sürecinin en önemli yanı ise maskelerden arınarak kendimiz olmaktır.
Bir sonraki analizimizde görüşmek üzere.

Kırık Kalpler Durağı (Safir, 2.bölüm)

Her bir adımında binlerce hikâye barındıran Kapadokya topraklarında gezinmeye başlamadan önce sizleri Gabrielle-Suzanne Barbot de Villeneuve’ın Fransa’sına götürmek istiyorum çünkü onun yazdığı Fransa’da bizim için gizli olduğunu düşündüğüm bir şey var. Güzel ve Çirkin masalını hepiniz biliyorsunuzdur ki burada asıl değinmek istediğim şey Belle ve Adam’ın hikayesinden çok daha farklı oradaki bir motif benim zihnimi dolduran şey. Bildiğiniz üzere bir büyücü Adam’ı lanetler ve bir kırmızı gül verir; bu gül solup da son yaprağını döküne kadar birini sever, sevdiği de onu severse eğer büyü bozulacak ve eski hâline dönecektir. Burada hepimizin dikkat etmesini istediğim şey ise neden bir “kırmızı gül” verdiği olacak. Bildiğimiz üzere “kırmızı gülün” nasıl ortaya çıktığı, ne anlama geldiği ile ilgili birçok hikâye, efsane bulunmaktadır. Tarih öncesinden bu zamana kadar hem de çünkü gül çiçeklerin kraliçesidir. Ama tüm bu hikayelerin temelinde kırmızı gülün simgelediği şey aynıdır “aşk ve saflık”. Güzel ve Çirkin’de aşkı temsilen eden taraf Adam, saflığı temsil eden taraf şüphesiz ki Belleydi. Belle’nin iyiliği, güzel kalbi Adam’ı olgunlaştırıp düzelten en temel şeydi.

Antik Yunan’da ise Afrodit, sevgilisi Adonis yaralanıp öldüğünde onun yanına koşarken ayağına diken batar ve kanar bunun üzerine de Afrodit’i temsil eden beyaz gül bu kana bürünerek kırmızı hâlini alır ve ölen sevgililerin mezarına kırmızı gül bırakma geleneğinin temelini atmış olur. Bu olayların yaşandığı topraklardan günümüze büyülü Kapadokya topraklarına gelelim. İki bölümdür bazı sahnelerde gözüme çarpan kırmızı gül detayları var önce bağ evinde bu bölümde de mezarlıkta, bunların hepsi bir tesadüf mü bilemem ama eğer kırmızı gülün anlamını düşünürsek saflık kısmı şüphesiz Feraye’yi temsil etmekteyken aşkı temsil edecek taraf şu an için Yaman olarak görünüyor, zaman bizlere ve kalplere ne getirir kimse bilemez ama.

Aşk, sert bir fırtına gibidir. İnsanı alır savurur bambaşka kişiliklere dönüştürüp, bambaşka yerlere sürükler. Öyle bir an gelir ki kendimizi bile tanıyamaz hâle geliriz. Aynada bakıp gördüğümüz kişi ile kendimizi sorguladığımızda bulduğumuz kişi aynı olmuyor işte tıpkı şimdi Feraye’nin kendini sorguladıkça düşündükleri gibi. Bir kadın olarak kendimi onun yerine koyduğum zaman kalbinde acıyı en derinlerimde hissedebiliyorum. Bu hayatta her insanın bir sınırı vardır ve bazen onu geçtiğinizde ne kadar pişman olursanız olun geri dönüşü olmayabilir çünkü bazı yaralar kabuk bağlasa da sızlayamaya devam eder. Yaman, Feraye’nin babası ve ağabeyi dışında gördüğü tek erkek profili ve beraber büyüyorlar. Masum çocukluk hisleri zamanla aşka, tutkuya dönüşmüş. Sevmek güvenmek gerektirir güvenmediğiniz, sürekli sorguladığınız bir insanla birlikte olamazsınız çünkü kafanızın içinde beyninizi kemiren düşünceler zamanla aranızı açar. Feraye ise beraber büyüdüğü bu adama sonuna kadar güvenmiş, inanmış şimdi ise ona güvendiği için kendinden utanıyor. Başkasından utanmaktan daha ağırdır kendinizden utanmak çünkü kendinizden kendi benliğinizden asla kaçamazsınız. Kendi içinde verdiği mücadeleler dışında hem kendinin hem bebeğinin hayatını kurtaran Ateş’e duyduğu minnet ve mahcubiyet, babasına karşı hissettiği vicdan azabı, bebeği için yaşadığı korku ve tüm bunlara ek ihanetin acısı. Ben izlerken, anlatırken nefesim kesiliyor Feraye yine çok iyi dayanıyor, acısını da yaşıyor ayağa kalmak için var gücüyle de mücadele ediyor. Önüne çıkan engellerle duraklasa da asla durmuyor yeni yollar arıyor. Hazal’a söylediklerini düşünüyorum “ben nasıl bu hâle geldim?” ya da “Artık güçlü olacağım çünkü yalnız değilim” henüz farkında olmasa da çok ama çok güçlü bir kadın Feraye ve artık kendi içindeki bu gücü fark etmeye başlayacak.

Uzaktan baktığınız zaman Feraye kalabalık bir ailede onu seven bir babayla büyümüş ama eksiklikleri, yaraları var. Annesini çok özlüyor mesela kalabalıkların içindeki yalnız Feraye sahip oldukları kadar olamadıkları, aradıkları var. Feraye’nin sevilmeye, güvenmeye ve sahiplenilmeye ihtiyacı var. Sahiplenilme dediysem böyle eril bir sahiplenilmeden bahsetmiyorum tabii ki anlatmak istediğim şey hayatına ve kararlarına saygı duyulması, anlaşılması, destek olunması. Feraye bunlara ihtiyaç duyuyor hayatında hep babasını düşünerek adım atıyor kendi ile ilgili bir şey yapmak istediği, bunca yıldır emek verdiği mesleğiyle ilgili aldığı kararda ise ağabeyi önüne set çekiyor. Öte tarafta acısını anladığını söyleyen ama daha da kanatan bir yenge var. Derdini gönül rahatlığıyla açabildiği tek kişi Hazal en azından Hazal’dı ama artık bir kişi daha var Ateş.

Ateş, Feraye için önce patronun torunu sonra ise bebeğiyle kendisinin hayatını kurtaran bir adam olarak tamamen dahil oldu. Sadece hayatlarını kalmakla da kalmadı onu dinledi, anladı, saygı duydu, destek oldu. Bunlar Feraye’nin çok hissetmediği duygulardı. Derdini anlamış, ona yardımcı olmak istemişti bunu yaparken de sınırını aşmamıştı Ateş. Ama artık Feraye bazı konularda çok netti: Ateş’in oldukça kararlı olduğu “bebeği babasına söylemelisin” fikrine cevabından bu belliydi “O artık bir ölü, bir ceset”. Çünkü Feraye’nin gözünde Yaman ne bu bebeği ne de Feraye’yi hakketmiyordu. Yaman belki fiziksel olarak hayattaydı hâlâ ama Feraye için öldüğünü hissettikçe ölmekten beter olacak bunu biliyorum.

Herkesin hayatında yaprak dökümü yaşadığı, çıkmaz sokakta hissettiği, gecenin güne kavuşmayacağını sandığı zamanlar olmuştur tıpkı şu an Yaman’ın hissettiği gibi. Yaman şu an öyle sıkışmış durumda ki nefes bile alamıyor. Ne yapsa ne etse daha da batıyor ama nefesinin kesildiği anlarda var : Feraye’nin ölmek istediğini öğrendiğinde sevdiği kadını ölümün kıyısına itmiş olmanın getirdiği vicdan azabı, onu kaybedecek olma ihtimalinin getirdiği acı ile bunu en derinlerinde hissettiği inkâr edilmez bir gerçek.

Yaman Gülsoy tam bir romantik prens. Yaman’ın aşkından en ufak bir şüphem yok hem görüyor hem hissediyorum ama bana sanki bir şeyler eksik gibi geliyor. Feraye için yaptığı sürprizler, gönlünü almak için yaptıklarına bir şey diyemem hepsi çok güzel ve özel şeyler ama? Bana tuhaf gelen bir şey var bu yüzden sizlerle de paylaşmak istiyorum bunu. Yaman’ın Feraye’ye yaptığı sürprizleri hep izledik flasbacklerde ama ikili arasında duygusal bir paylaşım, sohbete henüz tanık olamadık. Bir diğer nokta ise bu hafta flashbackte gördüğümüz olay. Bakın dedesine, annesine aşkını söyleyememesini anlayabiliyorum özellikle Aleyna’ya yapılanlardan sonra ama ona bir sürü mesaj atan bir kıza gülücük atacağına “Ben Feraye’ye aşığım, bir ilişkim var rahatsız etme” yazamamasını, herhangi birine bile (Kardeşi hariç) bu ilişkiyi söyleyememesini anlayamıyorum. Feraye’nin en yakınları onu, aşklarını, ilişkilerini biliyor. Her şeyden haberdarlar ancak Yaman için bu böyle değil. Bu da ister istemez kafamı karıştırıyor. Aşkından emin olsam da içime bir soru işareti düşüyor istemsizce ve sanırım bu soru işaretlerinin cevabını da zaman içerisinde Yaman’ı tanıdıkça alacağım.

Yüzyıllardır sorduğumuz ama asla net olarak cevabını veremediğimiz bir soruyu sormak istiyorum Yaman’a “Aşk her şeyi affeder mi?”. Yaman şu an ateşler içinde yanarak devam ettiği hayatında kendini bile bile yakmasına Feraye ve ailesini korumak için katlanıyor ama deliler gibi sevdiği bu kadına ölümden döndüğünde dahi gerçekleri anlatamamasını anlayamıyorum. Onu o hâlde görmüşken karşısına alıp olanları sakince anlatsaydı Feraye anlamaz, yanında olup destek olmaz mıydı? Bence olurdu ama sanırım Yaman bundan ya emin değil ya da kimseye güvenemiyor. Ama aşk ve yalan, ateş ve su gibidir yan yana barınamazlar aşkın yalana tahammülü yoktur, yalanı affetmez hâl böyle olurken onu korumak için söylediği bu yalan için ileride kendisini affettirebilecek mi yoksa Feraye için bir zaman sonra anlamı kalacak mı çok merak ediyorum.

Hayatımız benzerlikler ve tezatlıklar üzerine kurulu bir elma diğer elmaya nasıl tıpa tıp benzemiyorsa iki kardeşte birbirine çok fazla benzeyemiyor. Bunun en güzel örneği Ateş ve Yaman da olduğu gibi. Yaman, ağabeyini seviyor ama ona karşı içinde bir tür olumsuz hislerde var. Ağabeyine hem kızgın hem de kıskanıyor gibi geldi bana havuz başında çünkü Yaman’ın aksine Ateş arkasına bakmadan evden gitmiş ama kendi hayatını kurmuştu. Yaman ise dedesinin despotluğunda, annesinin sessizliği ve üzüntüsüyle beraber o evde kalakalmıştı. Sürekli dedesine kendini ispatlamak ve beğendirmek için çabalamış tam bunu başardığını düşündüğü anda da ağabeyinin tekrar gelmesi her şeyi en başa döndürmüştü. Yaman, kendisini yetersiz görüyor en azından ağabeyi Ateş’e nazaran ve o buradayken onun bu yetersiz hissetmesi daha da artıyor. Ateş susmuyor, Ateş boğun eğmiyor, Ateş dedesiyle karşı karşıya gelmekten çekinmiyor ama Yaman bunların hiçbirini yapamıyor çünkü o yapıda değil. Aynı ailede birlikte büyüseler de iki farklı karakter olmuşlar, Yaman boyun eğmeyi kabullenmiş çıkış yolunu böyle görmüş. Ağabeyi ise gitmekte ve şartlar böyleyken ikisine de bir şey diyemiyorum, ikisi de kendi bakış açılarına göre haklı çünkü. Yaman, ağabeyine içindekiler dökerken belki de Ateş ilk defa kardeşindeki yarayı açıkça gördü ve o ne derse ne yaparsa yapsın sahip çıkıp, desteklemekten vazgeçmeyecekti çünkü her ne olursa olsun Yaman, Ateş’in paşasıydı.

Her aile kendi içinde kendi gizemini saklar, Gülsoy ailesinin gizemi ise Ateş ’de saklı. Diğer kardeşlerine göre oldukça sessiz, dik, inatçı ama aynı zamanda merhametli, saygılı, ince düşünceli bir adam. Adeta zıtlıkların uyumunun vücut bulmuş hâli gibi. Ateş geçen haftaya göre giz pelerinden biraz sıyrıldı kendisiyle alakalı biraz daha bilgi geçti elimize. Sert bir dedenin yanında sırf bir yemeği sevmeyip yemedi diye kilere kapatılan bir çocuk ki buna rağmen yine de o yemeyi yemiyor. Boşuna dememişler sanırım insan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye. O zamandan belliymiş şartlar ne olursa olsun kendi doğrusundan vazgeçmeyeceği. Bir yemek için bunları yapan bir dede neler yapar düşünmek bile istemiyorum bir çocuğa. Ama Ateş bu adının yansıması olarak kontrol altına alması, boyun eğdirmesi güç bir adam. Ateş’in şu an için o evde bulunma sebebi çok net annesi ve kardeşleri, kardeşlerine zarar gelmemesi için her şeyi yapabilecek, onları üzeni üzebilecek bir adam çünkü tek serveti onlar. Dedeleri bile olsa kimse onları üzemez.

Ateş ve Ömer iki inatçı keçinin köprüde karşılaşma anı gibi aynı evin içinde sürekli karşı karşıya geliyorlar. Sürekli biri diğerine geri adım attırmaya çalışıyor ki bana geri adam atan da Ömer oluyor. Ömer sert, despot bir adam ona göre bir erkeği erkek yapan şey “iradesini kabul ettirmek, karşısındakine boyun eğdirebilmek” ee Allah ’da dağına göre kar veriyor işte onun karşısına Ateş’i koymuş. Kendi kabul etmese de belli etmemeye çalışsa da Ateş’den çekiniyor Ömer çünkü biliyor ona eyvallahı yok, diğerleri gibi mirasla tehdit etmesi de umurunda olmaz açıkça söyledi de zaten. Onu bir tek kardeşleri ile avucuna alacağını sanıyor ama karşısında artık bir çocuk yok aksine onun oyunlarını tamamen çözmüş, her hamlesine aynı atiklikte cevap veren bir adam var. Bu çekişme nasıl bir yol seyredecek, nasıl sonuçlanacak merakla bekliyorum.

Tüm sertliğine rağmen dedesinin aksine içindeki merhameti ve iyiliği yaşatan Ateş’in yolları Feraye ile kesiştiğinde bunu daha net görüyoruz özellikle Feraye’nin annesinin mezarında yaptıkları konuşma bu konuda daha da emin olmamı sağladı. Ateş, Feraye’de kendisini görüyor çünkü onda bir üvey anne, ona söz geçiremeyen bir baba, kendisinde despot bir dede ve ona lafını geçiremeyen bir anne var. Biri annesini bir diğeri de babasını özlüyor, ikisi de koca bir ailedeki iki yalnız. Boşuna dememişler insan en iyi kendinde olan yarayı tanır diye. Ateş’in Feraye’nin babasına duyduğu sevgi ve saygı, Feraye’nin sıkışmışlığı ona yardımcı olma isteğini körüklüyor çünkü onun elinden tutan olmamış buna rağmen o birilerinin elinden tutmak istiyor. Bunları yaparken herhangi bir art niyeti olduğunu da düşünmüyorum. Feraye’ye attığı tüm adımlarda samimiyet var ki bunun Feraye’de farkındaki Hazal dışında ne hissediyor ne yaşıyorsa ona anlatabiliyor. Şu an için Ateş tüm kartları açık oynuyor Feraye’ye karşı ama Feraye’nin ondan sakladığı şeyler var ve bu gizledikleri ileride ikilinin arasında bir soruna neden olur mu bilmiyorum ama ortaya çıktığında Ateş’in çok kırılacağını, Feraye’nin de çok büyük vicdan azabı çekeceğini düşünüyorum. Ateş her ne kadar merhametli bir adam olsa da kırıldığında kırmaktan çekinmeyen de bir adam. Feraye ile konuşurken, ailesiyle ilgili söylediklerinde “O bir yaparsa ben beş yaparım!” derken aslında sevdiği insanlara sahip çıkarken, onlara zarar gelmesi durumunda nasıl sertleşeceğini de göstermiş oldu. Feraye onun karşısında bu yüzden hep şaşırıyor. İlk kez bir adam karşısında dimdik “Kimse sevdiklerime zarar veremez, bedel ödetirim” diyor. Bence Feraye’nin ilk andan beri Ateş’e güvenme sebebi de bu cesareti diye düşünüyorum.

Her şey denge ile yolunda ilerliyor iyi- kötü, güzel-çirkin gibi bu hikâyenin ise Ateş, Yaman ve Feraye dışında mağdurları da var, Okan ve Aleyna. Okan, babasının ölümü, en büyük ağabeyinin gidişi, despot dedesi derken sanırım en çok Yaman ile bağ kurmuş, onun için Yaman bir ağabeyi figüründen çok baba figürü gibi geliyor bana. Bu yüzden her şeyde ona koşması, elinden geldiğince koruması, onu kurtarmak için elini kana bulaması. Okan’ın ağabeyini korumak için yaptığı hamle her ne kadar ağabeyi dahil birçok kişinin hayatını değiştirse de Okan özünde iyi bir çocuk gibi geliyor. Okan’ın bazı olaylara verdiği tepkiler bende merak uyandırsa da elime herhangi bir bilgi toplayamadan söylemek istemem, Okan’ın hikayesi çözüldükçe göreceğiz.

Okan’ın hatasının hayatını değiştirdiği bir diğer insan ise şüphesi ki Aleyna oldu. Biliyorum ki izlerken bir çoğunuz ona sinir olsa da olsak da derinden bakıldığında Aleyna kötü bir kız değil çok ama çok saf. Bu hayatta güvenebildiği tek kişi annesi, ona doğruyu yanlışı gösterebilecek kişi annesi ama bunların aksine Cemile kızına büyük kötülük yapıyor. Bir anne olarak en başından Yaman ile ilgili onu uyarıp koruyabilirdi ama bunun aksine kızının çok mutsuz olacağı, daha çok zarar göreceği bir evliliğe hapsetti. Aleyna bence annesinin kurbanı oluyor ama bir gün onun da kendi hayatının iplerini eline alacağına inanmak istiyorum.

Gülsoy malikanesi alev hattı olmuşken üniversite kantininde belki de kıyamet kopmak üzere ve kimse farkında değil. Hem Feraye’ye yardımcı olmak hem de kendini bulunduğu zor durumdan kurtarmak için Feraye ile konuşmaya gelen Ateş, onu tüm dikkatiyle dinleyen ve bu içtenliği, açık sözlülüğü karşısında şaşıran Feraye güzelce sohbet ederken, yanlarına gelmekte olan Yaman’ı hayatının şoku bekliyordu. Bu sahnede açıkça gördüm ki Ateş, Feraye’yi bir arkadaşı gibi görüp çok açıkça konuşuyor, onu yanlış anlamaması için oldukça dikkatli; Feraye ise Ateş’i anlasa da söyledikleri oldukça mantıklı olsa da Yaman’ın ağabeyi olması işleri zorlaştırıyor. Yaman ona her ne yaparsa yapsın, gerçek olmasa dahi onun ağabeyi ile evlenmek ona doğru gelmiyor. Ve Yaman, sevdiği kadına her şeyi itiraf etmeye gelmişken orada ağabeyini görünce asıl konuyu unutmuş Ateş’in varlığına odaklanmıştı. Feraye’den aldığı “istediğimle görüşürüm” cevabı üzerine iyice sinirlenen ve “O benim ağabeyim” tepkisine bize gerek kalmadan Feraye en güzel cevabı vermişti. Yaman, Feraye’nin onu unutamayacağına, hayatına başkasını alamayacağına ve onu bekleyeceğine iniyordu içten içe ama bunun düşündüğü gibi olmadığını anladığında kıskançlıktan ağabeyine hesap sormaya başladı. Bu sefer de Ateş’i bu durumdan kurtaran Feraye oldu, gözüyle Ateş’e evet dedi ve Yaman çok sert bir darbe aldı çünkü ağabeyi ve sevdiği kadın evleniyordu. Bu üçlünün hayatı iyice birbirine giriyordu, bu yolun sonunda birileri üzülürken birileri mutlu olacaktı ama bunların kim olacağını bize hayat gösterecekti.

Yazımın sonuna gelirken değinmek istediğim ve beni çok mutlu eden bir noktaya değinmek istiyorum. Türk dizi sektöründe birçok yöre dizisi izledik ve hepsinde kadınların uğradığı şiddet, aşağılanmaları, itibarsızlaştırmalarına şahit olduk bunun aksine Safir de bu sahnelerin hiçbirine şahit olmamak, kadınların güçlü, kendi ayakları üstünde duran taraflarının gösterilmesi beni çok mutlu etti. Demek ki yöre dizisi yazmak için kadınlarımıza o tarz şeylerin yaşatılmasına gerek yokmuş, bu şekilde de yöre dizisi yapılabiliyormuş. Bu yüzden tüm Safir ekibine bir teşekkür etmek istedim.

Haftaya görüşünceye dek aşkla kalın.

Her Şey Aşktan(Ya Çok Seversen, 10.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Aşk çok büyüleyici bir duygudur, insanın ayaklarını yerden kesen, olmazları oldurtan, bir yandan bulutların üstünde dolaştığını hissederken bir yandan da asla bitmesin istersin bu his. Ama çok korkunç bir yanı da vardır, ayrılıkla gelen ve kalpte yarattığı müthiş acı. Bazı insanlar sırf bu acıdan korktukları için hayatlarına kimseyi almazlar. Halbuki her aşkın dinamiği farklıdır ve kimse ayrılmak için birlikte olmaz. Aşkın tek yönü yoktur maalesef ve aşık olduğumuzda sadece güzellikleri beklemek hayalden başka bir şey değildir.

Aşk bu, insana cenneti de yaşatır cehennemi de. Ateş ve Leyla aşka cenneti de yaşadı cehennemi de. Onlar şu an aşkın cehenneminde kıvranıyorlar ama ben inanıyorum onların aşkı bunun da üstesinden gelecek kadar güçlü. Leyla rüya gibi bir birlikteliğin ardından kabus gibi bir ayrılık yaşadı, Ateş’se kendi duygularına, Leyla’ya olan aşkına çoktan hapsolmuş durumda.

Leyla Ateş’in intikam hamlesiyle paramparça oldu resmen. Tüm duyguları, inandıkları gözyaşlarıyla aktı ve her gözyaşı kalbine bıçak gibi saplandı, öyle ki gelinliğini bile daha fazla görmeye tahammül edemedi. Leyla ağlarken bir tek Ateş’in söylediklerine değil söylemediklerine de yandı aynı zamanda. Kandırıldığını, asla sevilmediğini ve belki de hiç sevilmeyeceğini düşündü o anlarda. Zira ailesinin sevmediği, annesinin koca bir parkın ortasında yapayalnız bırakıp terk edip gittiği birini bir yabancı niye sevsin, niye o yabancı ona aile olmak istesin ki? Leyla belki bunları dile getirmiyor ama zaten bilinç altı bunlarla dolu. Öyle ki başına gelen bu felaketten ilk sorumlu tuttuğu kişi yine annesi oldu. Çünkü ona göre annesi onu bırakmamış olsaydı belki başkasının sevgisine de bu kadar bağımlı olmayacak, bir ailesi olsun diye bu kadar çırpınmayacaktı. Leyla sevgi açlığı çeken, aile yoksunluğu yaşayan biri. Zaten öyle olmasaydı Yakup gibi birisini bunca zaman hayatında tutar mıydı? Ya da daha sadece birkaç saattir tanıdığı Firuze’ye bu denli içini açar mıydı?

Ateş Leyla için aile, hayat, her şey demekti. Birlikte dilek yolunu yürümek isteyeceği, yaptığı her şeye rağmen affedilmek isteyeceği biriydi Ateş onun için. Ama o Leyla’yı en hassas noktasından vurdu. Yaptığıyla bir tek Leyla’nın onurunu kırmadı aynı zamanda onun sevgisini, çocukları ile aralarındaki bağı hiç düşünmeden kopartıp attı. Bence Leyla’nın ona bu kadar kırgın olmasının da “Seni asla affetmeyeceğim” demesinin de sebebi bu; onu çocuklardan da koparmış oldu bu yaptığıyla Ateş. Yalnız şunu söylemeliyim ki Leyla’nın eve dönüşü Ateş kadar beni şaşırtmadı, zira Leyla hiçbir zaman o eve Ateş’i dolandırmak yahut o evden para kazanmak niyetiyle gelmedi ve ben eminim ki söz konusu çocuklar olduğunda o ne olursa olsun o eve geri gelecektir her zaman. Çünkü kendisi de yurt hayatı görmüş, yaklaşık on sene yurtta kendisine gösterilecek bir tutam sevgi kırıntısını beklemiş biri, çocukların aynısını yaşamasına asla izin vermezdi. Bence Ateş’in şaşırma sebebi de bu; o Leyla’yı çok iyi tanıdığını söylemiş olsa da onu hiç tanımıyordu. Ta ki gerçek Leyla’yla tanışana kadar.

Açıkçası beni en çok şaşırtan şey Ateş’in Leyla’ya karşı olan tutumu oldu. Ben Ateş’in yaptığı şeyden taviz vermeyeceğini aksine Leyla o eve çocukları için gelmiş ve boşanacak olsalar bile onunla uğraşmaya devam edeceğini düşünmüştüm. Fakat Ateş Leyla’nın “Neden yaptın, neden söylemedin? Belki de beni hiç sevmedin, oyun oynadın benimle” sorusuna bile “Ben de yeni öğrendim” diye açıklama yaptı. Sevgisinin yalan olmadığına inandırmaya çalıştı kendisini. Ve bu bende bu geçiş sürecinin sanıldığından daha yumuşak geçeceğinin hissettirdi. Çünkü ikisi de yaralanmış durumda ve bu ilişki sadece ikisini ilgilendiren bir ilişki değil. Çocukların nerede yasayacağından tutunda, şirketin kime kalacağına, vasiliklerini kimin yapacağına kadar her şey ikisinin ilişkisine bağlı. Bu durumda ne Ateş intikam almayı düşünebilir ne de Leyla gitmeyi ve ikisi de şu an birbirine mahkum durumda.

Ateş aslında Leyla’yı öyle tanımıyor ki onun döndüğünü görünce şaşkınlığını gizleyemedi, çünkü bu yaptığının ağırlığının da, Leyla’yı nasıl mahvettiğinin de gayet farkındaydı. Ama tam burada aklıma bir şey takıldı ;Ateş Leyla’nın gidip bir daha geri dönmeyeceğini düşünüyorsa ve bunu böyle kabul ettiyse neden resmi nikah kıydı, daha da önemlisi neden onu tüm borçlarından kurtarıp, şikayetçi olanların şikâyetini geri almasını sağladı? Başta bunun sebebinin sadece onu korkmak olduğunu düşünmüştüm ama bunun çok daha ilerisi olduğunu görmem Ateş’in zekâsına bir daha hayran olmama sebep oldu. Ateş bu sayede bir tek Leyla’yı kurtarmış olmadı aynı zamanda Füsun’un bunu bir koz olarak kullanmasının yolunu da tıkamış oldu. Ortada bir şikayetçi olmayınca Füsun da hiçbir şey bulamamış oldu.

Füsun bir kez daha Leyla tarafından bozguna uğrayınca büyük oynamaya karar verdi ve belki de ucu Firuze’ye kadar varacak bir şey yakaladı Yakup sayesinde. Firuze’yi tanıdıkça Leyla’nın ailesine olan merakım daha da kabarıyor açıkçası. İstediği zaman gelip Arcalı holdingle iş yapacak kadar önemli biri ve gördüğüm kadarıyla Füsun gibi burnu Kafdağı’nda olan biri bile saygı duyuyor kendisine. Zira Füsun gibi bir kadın kimseye boş nezaket gösterecek biri değil bunu Bige’ye davranışlarından da çok iyi biliyoruz. Bu durumda Firuze kim, Arcalı holdingle nasıl bir iş yapacak, Leyla bu işin neresinde olacak çok merak ediyorum. Ayrıca ne zamandır Leyla’yı arıyor, neden onu bırakmak zorunda kaldı? Benim için hala cevaplanması gereken sorular. Üstelik Leyla ona bu derece kızgınken onun kalbini nasıl geri kazanacak aşırı merak ediyorum.

Ateş ve Leyla belki kader belki de bambaşka bir sebepten dolayı bir araya geldiler. Şimdi ikisi de istemeyerek de olsa boşanmak için dilekçeye imza atmışken evren onlara yepyeni bir oyun oynadı ve o çiftlikte çocuklar için evli gibi davranmak zorundalar. Bu belki hem öfkelerinin birazcık olup dinmesine ve birbirlerini daha iyi anlamalarına sebep olur. Fakat şöyle bir gerçek var ki Füsun bu geriye kalan iki ayda bu evliliğin sahte olduğunu, Leyla’nın çocuklar için tehlike oluşturacağını ve Ateş’in onlara doğru düzgün bakamayacağını kanıtlamak için elinden geleni yapacaktır.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek.

 

 

 

 

 

 

 

İyi Ki Varsın (Dönence, 9.bölüm)

Yazar : Simay DEMİR

İnsan en ihtiyaç duyduğu anda, en ihtiyaç duyduğu kişiyi çağırırmış. Çünkü sadece o kişi yanında olduğu zaman kendini güvende ve iyi hissedermiş. Gülce mesela kriz geçirdiğinde çoğunlukla Gece’yi istiyor yanında çünkü biliyor Gece onunlayken ona hiçbir şey olmayacak.

Bu hafta aklıma takılan en büyük soru şu ; Gülce neden farklı olmak istemiyor ? Gülce çok zeki bir çocuk, çevresinde olup bitenleri hissetmese de, neler olup bittiğini algılayabiliyor. Etrafındaki insanların ona bakış açısını, ona karşı olan tavırlarını gayet iyi görebiliyor. Dahası bu yüzden ailesinin neler yaşadığına da şahit oluyor Gülce. Çevresindeki kendi nitelemesiyle “Normal” olanlar ya da normal olmak ona göre bir ayrıcalık ve o da böyle olmak istiyor. Çünkü onların kolaylıkla yaptığı şeyleri o yapamıyor. Zaten bence tüm yaptıklarının altındaki sebep de bu. Gece gibi, Sera gibi, Alican gibi olmak istiyor ve bu yüzden de onların günlük olarak yaparken hiç zorlanmadıkları şeyleri bile acı çeke çeke yapmaya çalışıyor. Bana kalırsa Alican diye tutturmasının tek sebebi Gece gibi olmak istemesi. Onun gibi istediği zaman dışarı çıkmak, arkadaşlarıyla doyasıya, kasılmadan, korkmadan vakit geçirmek, biriyle el ele tutuşmak en büyük arzusu. Israrla Gece’yle Alican’ın yanına gitmek istemesinin sebebi de bana göre; Gülce istemediği sürece Gece’nin ona müdahale etmemesi. Mesela Verda olsaydı belki de çocukların birçok dediğine tepki gösterecek hatta Gülce’yi alıp gidecekti. Fakat Gece ona yanında olduğunu hissettirmekten başka hiçbir şey yapmadı. Ve Güçle asıl bu sayede kendini iyi hissediyor.

Gülce için Alican bir sevgiliden çok daha fazla bana göre. Çünkü Alican Gülce’nin olmak istediği kişi, yani bir figür. Onunla onun deyimiyle normal insanların yaptığı aktiviteleri yapmaya çalışıyor. Dahası özel olan kendisi olmasına rağmen kendi istekleri değil diğer çocukların yaptıklarını yapmak istiyor. Mesela bir kez bile Alican’a birlikte resim yapmayı deneyelim mi demedi, ya da taş toplamayı, yüzmeyi yahut yelken yapmayı. Halbuki bunların hepsini Alican da yapabilirdi ve birlikte çok güzel vakit geçirebilirlerdi. Ama Gülce bunların hiçbirini değil Alican’ın yapabileceklerini yapmayı tercih etti. Gülce Alican konusunda ne düşünüyor bilmiyorum ama ben onun sadece bir bahane olduğunu düşünüyorum açıkçası. Gece gibi olmak için kendine bulduğu bir bahane. Şimdi Alican’la neler olur nasıl devam ederler bilmiyorum ama Gülce bu sefer gerçekten çok yıprandı, tüm sınırlarını zorladı ama maalesef ki istediği gibi sonuç alamadı. Çünkü ne Alican ne de arkadaşları onu anlayabilecek durumda değil. Aslında onları asla suçlanıyor ve ya yargılanıyorum zira onlar da daha on altı yaşında küçücük çocuklar ve Gülce’nin özel durumunun farkında bile değiller. Ona çoğu insan gibi nasıl davranması gerektiğini bilmiyorlar ve bu onların kabahati değil. Gerçekte koca koca insanlar bile anlamayıp, anlayış göstermiyorken onlardan anlamalarını ve ona göre davranmalarını beklemek abes olurdu bana göre. Yine de her şeye rağmen Gece’nin yanında olup kendi durumuna rağmen onu hiç yalnız bırakmaması çok hoşuma gitti doğrusu.

Hani Gece tutturuyor ya “Gideceğim” diye bana kalırsa o bu saatten sonra bir tek Gülce için bile olsa kendi isteğiyle kalacak durumda. Çünkü farkında olmadan Gülce’ye çok güçlü bir şekilde bağlanmış durumda. İlk başları düşünün Gülce’nin duyguları onun için pekte öncelikli değildi, bunlara çözüm bulma işi sadece Verda’nındı ve Gece ona sadece bakılması gereken bir sorumluluk gibi davranırdı. Onu çok severdi ama onu anlayamazdı maalesef. Çünkü Gülce’yle iletişim kurmayı, arkadaş olmayı ona abla olabilmeyi bilmiyordu. Şimdi en kötü an için bile annesini arama gereği duymuyor kendi hallediyor ve bunu çok güzel başarıyor.

Gece Gülce’ye istemeden yaşattıklarından dolayı perişan halde. Bir yandan ona iftira atan ve zor durumda kalmasına sebep olan menajer, diğer yandan söylediklerini asla duymayıp onu sürekli yargılayan çevresindeki diğer insanlar onu boğuyor adeta. Tek nefes alabileceği yerse Özgür’ün yanı. Özgür’ün varlığı, onun için çırpınması, o biraz daha iyi olup yüzü birazcık gülsün diye yaptıkları Gece için çok kıymetli. Üstelik en zor anlarında ne zaman ihtiyaç duysa Özgür herkesten önce onun yanında ve Gece için bu paha biçilmez, üstelik ne var biliyor musunuz? Özgür bir kez bile Gece’yi manipüle etmeye çalışmadı, “Ben sana demiştim, seni uyarmıştım” demedi. Sadece onun sorununa çözüm bulmaya çalıştı.

Özgür’ü izledikçe neden bütün Foça’nın ve onu tanıyanların onu bu kadar sevip güvendiğini bir kez daha anlıyorum. O yardımsever, güvenilir ve dürüst biri. Bu yüzden insanlar ona saygı duyuyor bana kalırsa. Şimdi bir de yanında sımsıkı sarılmak istediği, canı yansa dünyayı yakacak, bir gülüşü için dünyayı karşısına alacak biri var hayatında. Gece onun için çok şey ifade ediyor, bu yüzden onu korumak için her şeyi yapmaya hazır durumda. Özgür Gece için, Gece Gülce için nasıl çırpınıyorsa Verda ve Cem de iki evladı için tüm dertlerini unutup öyle çırpınıyorlar. Fakat ikisi de şu an hiç olmadığı kadar sıkışmış durumda.

Bir anne babanın en zor anı çocukları acı çekerken eli kolu bağlı onları izliyor oldukları an sanırım. Cem ve Verda’yı, Ceren’in babasını, Harun’u izlerken aklıma hep bu geliyor (Harun’a her ne kadar güvenmiyor olsam da). Cem ve Verda deyim yerindeyse cehennem çukurundan geçtiler bu hafta. Bir yandan suçluluk duygusundan kahrolan büyük kızlarını teselli edip yaralarına merhem olmaya çalışırken diğer yanda küçük yavrularını ciddi ciddi kaybetmek üzereler. Gülce’nin sosyal hizmetler tarafından alınması ihtimali ikisini de paramparça etti. Gülce’nin kaybolma ihtimali bile Verda’nın kahrolmasına, Cem’in ameliyatını yarında bırakıp çıkmasına neden olmuşken, şimdi kızlarını kendi elleriyle kaybediyor olmak ölüm gibi bir şeydir sanırım. Bir ebeveyn olmadığım için onları tam anlamıyor olsam da bunların hepsini onları birebir anlayabilecek birinin yapması çok zoruma gidiyor doğrusu.

Harun Verda’nın Gülce kaybolduğunda neler yaşadığını, nasıl perişan olduğunu endişeden eve sığamadığını bilen kişiydi. Gülce’nin ablasına nasıl bağlı olduğunu ve onu ne kadar sevdiğini de çok iyi biliyordu. Üstelik bu olanlarda en çok yıpranan, acı çeken kişinin Gülce olacağını ismi kadar iyi biliyordu buna rağmen hiç düşünmeden sosyal hizmetlere şikayette bulundu. Kimse kusuruma bakmasın ama Harun bu saatten sonra ne derse desin benim gözümde bir suçlu bu konuda. Evet kabul ediyorum belki her şeyi çocuğu için yapıyor ama bunu yaparken kaç tane çocuğu yıkıp geçiyor çok iyi biliyor. Bir de bunu yaparken başka bir çocuktan Miro’dan tehditle yardım alıyor.

Biliyorum hayat hepimiz için çok zor, sorunlarımızla, dertlerinizle bir şekilde başa çıkmaya çalışıyoruz, belki bir şekilde çıkıyoruz da ama asıl mühim olan bu sorunlarla başa çıkamaya çalışırken yanımızda elimizden sımsıkı tutan, her an bize destek olan birilerinin olması. O insanlar iyi ki varlar, o kişilerin hep yanımızda olması dileğiyle

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Böyle mi Olacaktı? (Ya Çok Seversen, 9.bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Aşık olduğunuzda ne kadar ileri gidersiniz, kendinizden vazgeçer misiniz mesela? Leyla ve Ateş’e baktığımda ikisi de sevdiği insan için kendinden epey ödün verdiklerini görebiliyorum. Ateş sevdiği kadın için tüm prensiplerini bir kenara bırakıp, tüm duvarlarını yıkmışken, Leyla Ateş için tüm tehditlere, hapse girme olasılığına rağmen Yakup’un karşısına dikildi. Bu aşk şu an ikisi için de yıkım gibi görünse de yine aynı aşkla ayağa kalkacaklar inanıyorum.

Leyla hayata bir sıfır geriden başlayan, küçücük haliyle yapayalnız kalmış, sırf hayatta kalmak için gencecik yaşta normalde hiç onaylamayacağı bir iş yapmaya başlamış biri. Ona gösterilen en ufak sevginin peşinden koşup, o sevgiyi kaybetmemek için ona yapılan kötülüklere göz yummuş, tehditleri duymazlıktan gelmiş ve tepki göstermemiş biri o.Umutlarını hastanede yatan hiç tanımadığı bir adama bağlayan bir genç kadın Leyla. Başına bunca şey gelmişken bile annesini, ailesini aramaktan geri kalmamış bu hayattaki en büyük amacı ailesini bulmak olan birinden bahsediyoruz. Buna rağmen sırf sonunda Ateş’i bulduğu için durumuna şükredecek kadar çok seviyor o Ateş’i. Her şeye iyi tarafından bakan Leyla uzun zamandır bir cenderenin çırpınıp duruyor. Girdiği çıkmazdan, herkese, her şeye karşı durabilen, sözünü esirgemeyen kadın aşık olduğu adam için ilk kez sustu, korktu, söyleyemedi ve kendi cehennemini dr elleriyle yaratmış oldu. İşin kötüsü Leyla o cehennemde bile kalabilecek kadar büyük bir aşkla bağlandı Ateş’e, sevdiği adamın öfkesi dinmezse korkarım bu ateş Leyla’yı ikarus gibi kül edecek…

Ateş, Leyla için aşık olduğu adamdan çok daha fazlasını ifade ediyor bana göre. Sadece hayatını birleştirmek istediği bir eş değil, aynı zamanda aile olmak istediği, ellerini sımsıkı tutup asla onu yalnız bırakmayacağına inandığı biri konumunda Ateş onun için. Öyle ki yaşadığı her şeyi nimetle anacak, başına gelen her şeyi sırf onu Ateş’e getirdiği için seve seve kabullenmiş durumda. Ateş’i bu derece sevip, bu denli ona bağlı halde. Biri çıkıp ona “Tüm yaşadıklarının hiçbiri olmayacak ama Ateş de olmayacak” diye seçenek sunsa seçimi yine Ateş olur diye düşünüyorum. Çünkü onu çok seviyor ve maalesef ki bu sevgisi aynı zamanda onun elini kolunu da bağlıyor. Yine de onu kaybetme korkusu, Yakup’un her an yakasında olması, sürekli sevdiği adama zoraki yalan söylüyor oluşu Leyla’yı boğuyor adeta. Bir yandan ona tüm doğruları söyleyip her ne olursa olsun o şekilde yanında kalmak, affedilmek isterken, diğer yandan ona doğruları söylerse asla affedilmeyeceğini ve bir daha asla eskisi gibi olamayacaklarını düşündüğü için söyleyememenin ağırlığı altında eziliyor Leyla. Zaten Leyla’nın evlilik sözleşmesine bu kadar büyük tepki vermesinin sebebi de buydu; Ateş’in ona güvenmemekte haklı olması, ona gerçekleri itiraf edemiyor olması. Yoksa normalde Ateş böyle bir teklifle gelse zaten Ateş’in parasıyla ilgilenmediği için umurunda olmadığından sevdiği adam için sıradan bir prosedür gibi imzalar geçerdi. Aksine Leyla o kadar kızdı ki evi terk edecek konuma geldi. Fakat Leyla bu olayda bile anladı ki onun Ateş’i bırakıp gitmesi pekte mümkün değil.

Leyla gibi bu aşktan emin olan bir kişi daha var: Ateş. O doğru söylüyordu; Ateş Leyla’yı çok iyi tanıyor ve onu terk etmeyeceğinden emin. Çünkü Ateş onu yalancılıkla da suçlasa, dolandırıcı olduğunu da söylese gerçek şu ki Ateş’in Leyla’nın ona olan aşkıyla bir problemi yok, Leyla’nın ona aşık olduğunu gayet iyi biliyor. Böyle yapmasının da, ona böyle büyük bir ders vermek istemesinin de tek sebebi; o Leyla’ya karşı en dürüst haliyle gitmişken Leyla’nın ona aynı şekilde gelmemiş olması. Zaten ona bu kadar çok güven testi yapmasının sebebi de bu. Belki olurda bir yerinde artık dayanamaz ve gerçekleri söyler diye zorladı bu kadar onu. Evlenme teklifinden önce “Bana daha önce yalan söyledin mi?” diye sormasının da, sürekli “Ailen de gelecek mi?” diye diretmesinin de, evlilik sözleşmesini imzalatmak istemesinin de tek sebebi yaptığı bu güven testiydi. Fakat Leyla son raddeye gelmesine rağmen itiraf etmedi ve Ateş bunu bir intikamla sonlandırdı. Zira hepimiz çok iyi biliyoruz ki eğer Leyla dayanamayıp itiraf etseydi Ateş intikam oyununa devam etmeyecekti ve belki de bu eziyet ikisi için de son bulacaktı.

Evet, Ateş bir plan yaptı ve bu planın sonucunda Leyla’yı oradaki tüm konukların, kardeşlerinin gözünün önünde ifşalayıp küçük düşürdü. Burada benim aklıma şu soru takıldı; Ateş Leyla’yla neden evlendi? Bence o Leyla’ya sırf dürüst olmadığı için bedel ödetmek istiyor ve bunun en kolay yolu onu o evde tutmak. Hem ondan gitmeyecek hem de içini soğutmuş olacak. Zaten kendisi de Leyla’dan vazgeçmiş yahut onu bırakmış değil, eğer öyle olsaydı Leyla’yı bıraktığı an alacaklıların onun başına üşüşeceğini çok iyi biliyordu, hatta bunun sonucunda hapse bile girebilirdi. Ama yapmadı tüm borçlarını kapatıp onu özgür kıldı, daha doğrusu onu sadece kendine mahkum etti. Ondan vazgeçmiş yahut sevgisine inanmıyor olsaydı bunların hiçbirini yapmazdı. “ İyi de madem bu kadar seviyor neden herkesin önünde onu rezil etti” dediğinizi duyar gibiyim onu da söyleyeyim; bunu da Ateş’in bir cümlesiyle açıklamak istiyorum “Düğünden kaçmazsın değil mi?” Leyla aynı zamanda Ateş’in egosuna oynadı bilmeden, Ateş kendisinin de düğünde bırakıp gittiği diğer adamlar gibi olma ihtimalinden korktu, dahası Leyla’yı tanıyan herkes Ateş’i de dolandırmak istediğini düşündüğünü zannediyordu ve muhtemelen Ateş Leyla’nın çetesi dahil herkesin arkasından onunla dalga geçtiğini düşünüyordu. Bu yüzden ona yapılanı o da aynı şekilde yaptı, onu herkese rezil etti tıpkı kendisi olduğu gibi. Yani kısasa kısas.

Peki bu olaydaki tek suçlu Leyla mı? İlk bakışta her şeyi başlatan Leyla gibi görünse de ben öyle düşünmüyorum. Ateş’in çevresine karşı tavırları da çok etkili oldu bence. Düşünsenize Ateş çevresindekileri tek hatada silip atıyor, yok sayıyor ve hayatından çıkarıyordu. Kardeşlerine birey muamelesi bile yapmazken, Umut’u kardeşten bile saymayıp, değil yaşamına evine bile almıyordu. İşte Ateş’e yanlış yapmanın bedeli buydu ve Leyla bunun en yakın tanığıydı. Dahası hiçbir suçu olmamasına rağmen sırf babaları yüzünden küçük kardeşlerini hayatına almak istemeyen birinden bahsediyoruz. Ateş bu kadar zor affediyorken hatta hiç affedemeyebiliyorken Leyla göz göre göre sevdiği adamı kaybetmekten korktuğu ve bu yüzden doğruları söyleyemediği için onu tek başına suçlu bulmuyorum ben. Yanlış anlaşılmasın ben böyle olduğu için Ateş’i de suçlamıyorum. Zira Ateş’in yaşadıklarından, çektiklerinden kaynaklı güven sorunları, buna bağlı travmaları var ve bu onun elinde olan bir şey değil. Panik atak geçirecek kadar hassas noktaları var Ateş’in ve Leyla o noktaları epey bir zorladı. Bu yüzden şimdi ikisi de acı çekiyor.

Artık yalanlar bitti, Ateş’le Leyla arasında hiçbir sır kalmadı. Bakalım Leyla’nın Ateş’e olan aşkı Ateş’in bu son yaptığını affetmeye, Ateş’in Leyla’ya olan sevdası Leyla’nın tüm yalanlarına rağmen onunla yeniden birlikte olmasına yetecek mi? İzleyip göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

ZEMHERİ (Safir, 1.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

Nefes alıp vermek kadar hayatımızın temel taşlarından olan belki de bizi tam anlamıyla insan yapan duygularımız olmasa neler olurdu hiç düşündünüz mü? Hayatlar, hayatlarımız daha mı kolay olurdu acaba? Yoksa kullandığımız robotlardan hiçbir farkımız kalmaz mıydı? Yoksa olayların içine duygularımız dahil olmadığı için her sorunu çok daha rahat mı çözerdik? Bu soruların cevabını sanırım hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. İnsan olmak sadece düşünebilmekten geçmiyor düşünebiliyor olmakla beraber aynı zamanda hissedebilmeniz de gerekir. Her ne kadar her birimiz hayatlarımızı mantığın üstüne kursak da o mantıklı bizi oluşturabilmek için duygularımızla sınanıyoruz. İnsanlık çok karmaşık özellikle de duygularını yansıtmak söz konusu olduğunda. Kabul ediyorum ki duygularımı açıkça belli etmekte zorlanan insanlardanım bunu direkt yapamasam da davranışlarımla ya da ufak armağanlarla hissettirmeye çalışıyorum. Şu bir gerçek ki herkes olmasa da sevgisini açıkça ifade etmekte zorlanan bir kesim var bu durumda eşyalara yüklediğimiz anlamları ortaya çıkarmış. Hediye edilen mücevherlerin içinde barındırdıkları çoğu değerli taşın bir anlamı var. Tabii ki burada size uzun uzun tüm taşların anlamını söylemeyeceğim bizim için şu an için önemli olan taş “safir”.

Safir taşının Antik Yunan Tanrıçası Athena’dan, Hz. İbrahim’e, Hindistan’dan dünyanın dört bir yanına kadar farklı anlamları var. Ama her hikâyede ve anlamda ortak olan bir nokta var o da -sadakat-. Orta Çağ Avrupa’sında safir taşının aldatma ve ihaneti ortaya çıkardığı, kara büyüden koruduğuna inanılırmış. Çok anlamlı değil mi? Orta Çağ Avrupa’sını geride bırakıp Nevşehir’e gelelim çünkü burada da Yaman’ın cebinden çıkarıp gösterdiği safir bir yüzük herkesin hayatını baştan sona değiştirdi çünkü.

Nevşehir’in önde gelen ailelerinden biri olan Gülsoy ailesinin ortanca oğlu Yaman, adının hakkını da fazlasıyla yaşayıp, gösteren bir adam. Yaman ilk bakıldığında açık bir kitap, gözlerine baktığınızda iç dünyasını görebiliyorsunuz. Aşık, fedakâr bir adam en azından ilk bakışta gördüğümüz bu daha derinlerde kitabın henüz net olarak aydınlanmayan yerlerinde de bir şeyler gizli. Hiçbir insan kusursuz olmaz çünkü hata yapıyor olmak insan olmanın getirisidir. Yaman’da öyle ve onunla ilgili gözüme çarpan ilk şey hırsı oldu. Burada bahsettiğim hırs dedesi emek verdiği projenin başına ağabeyine verdiğinde söyledikleri değil orada söyledikleri çok doğaldı çünkü emeği veren oydu hırsını belli ettiği nokta işin başına ağabeyi geçtikten sonra onu yarışa çağırmasıydı. Kardeşlerin birlikte vakit geçip eğlendiği bir eğlenceden çok daha fazlasıydı işin özü. Hırs kötü bir duygu değil ama siz hırsınızı değil de hırsınız sizi yönetmeye başlarsa işte o zaman işler sarpa sarar. Dozunda hırs her zaman iyidir yani o yüzden şu koşulda Yaman’ın hırsı rahatsız edici bir boyutta görünmedi ama zaman neler getirir onu tahmin etmek şu an için bilinmez.

Yaman’ın bir diğer tartışma yaratabilecek özelliği ise fedakarlığı. Ben fazla fedakarlıktan hoşlanmam ama ben Yaman’ın büyüdüğü gibi bir ortamda büyümedim. O yüzden de onu bu yöndeki kararlarını yargılayamam. Büyüdüğü aileye bir bakalım öncelikle babasız bir çocuk, otoriter bir dede ile büyümüş. Büyük ihtimalle de şu an olduğu gibi hayatlarının her evresinde onları kontrol etmeye çalıştı Ömer Gülsoy. Ve bu çocukların kafasına kodlanan bir şey var “Aile her şeyden önemli”. Böyle bir dedeyle büyüyen bir adamın üstelik onu korumaya çalışırken katil olan kardeşi için kendi hayatını yakmış olma pahasına da olsa yaptığı bu fedakarlığı açıklıyor.

Yaman kardeşini, ailesini hatta Feraye’yi korumak için yaptığı bu fedakarlığın yanında Okan’ın başına gelen bu olaydan da sorumluluk hissediyor çünkü onu korumak isterken böyle bir olaya bulaştı bu sebeple de Okan’ı tek başına bırakamıyor bu yolda. Bir de bir gün bu olay ortaya çıktığında hem dedesi Feraye’yi paramparça edecek, hem Okan yüzünden abilik yapamamakla, ailesine sahip çıkmamakla suçlanacak. Bakıldığında Okan burada abisine sahip çıkan olarak karşımıza çıktı. Diğer yandan da ne yaparsa yapsın dedesinin Ateş’i lider görmesi de Yaman için bir sorun. İleride “Bu yüzden ağabeyine verdim fabrikayı” sözlerini de duymak istediğini sanmıyorum. Tüm bu sebeplerle Yaman bir yanda kendisiyle ailesi, diğer yanda sevdiği kadın arasında kaldı. Burada feda ettiği Feraye oldu.

Yaman için bir şeyler söylerken çok tereddütte kalıyorum çünkü gri bir karakter. Onunla ilgili içimde soru işaretleri ile gezinen bazı özellikleri var çünkü. Bunların en baskın olanları ise öfke sorunu ile güvensizliği. Belki nasıl ya diyorsunuz şu an şöyle ki Feraye’nin doğum gününü hatırlayın, sevgilisinin üzülmesine sinirlenip nasıl da Cemile’nin karşısına geçip resti çekti. O an Cemileye göz dağı vererek gösterdiği o yüzük belki de her şeyin tetikleyicisi oldu. Aşkını ilan etti, sahip çıktı çok güzel ama karşısında da kızı için her şeyi göze alabilecek bir anne vardı ve rüzgâr her an tersten esebilirdi ki esti de zaten. Öfke probleminden sonra gelen güven problemini ise şu an için tam olarak anlamlandıramasam da olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir düşünelim Cemile Okan ve Yaman’ı tehdit ettiğinde Yaman için aslında bir ışık vardı Feraye’ye anlatmak. O gece bağ evinde Feraye’ye her şeyi olduğu gibi anlatsa, durum böyleyken böyle dese Feraye anlayıp, yanında olmaz mıydı? Bence olurdu ama Yaman ona güvenip de olayları neden anlatamadı? Peki neden düşüncesinde bile aldatmadığı, onunla evlenmek için herkesi, her şeyi karşısına almayı göze aldığı bu kadına güvenmiyor bunu bilmiyorum. Şimdi “Feraye’yi korumak istiyordu” dediğinizi duyar gibiyim ama o dede evleneceğim dediğinde de aynı şeyleri yapma ihtimali vardı. Ben işin içinde kardeşi olduğu için söylemediği düşüncesindeyim. Bu sebeple Feraye’ye “Başkasına aşık oldum” dedi. Ailem istemiyor, şu anda anlatamam demedi. Direkt Feraye hayatından çıksın diye en acı şekilde yaptı bunu. İşin içinde cinayet olduğu için belki Bora’nın babasından çekindi desem, zaten olayın içinde Feraye yok ancak ortaklık var. Bilemiyorum ancak Yaman’ın bu hareketinde aşık olduğu kadını bir şeylerin dışında tutma güdüsü var diye düşünüyorum. Okan bir süre sonra kavuşursunuz dediğinde bile Yaman oralı olmadı. İddialı olmak istemiyorum ama Yaman karakterinin son hareketinin sadece sevdiği kadını korumak için olmadığını düşünüyorum Zaman seninle ilgi bize daha neler gösterecek bakalım Yaman Gülsoy.

Yaman kendi hayatında, kendi dertleri ve sorunlarıyla boğuşurken çok yakınlarında ona iyi gelecek, sarıp sarmalamaya hazır olan Feraye ise her şeyden, olacaklardan habersizdi. Hayatının en “yaman” sınavı kapısını çalmak üzereydi. Yaman ile yan yana yaşayıp büyüseler de bambaşka hayatlara aitler. Feraye, Yaman’ın ailesinin yanında çalışan bir adamın kızı teknik olarak aynı “statü”de değiller ama kalp bunların hiçbirini dinlemiyor. Hayatta boğuştukları sorunları farklıydı ama birbirlerinin kalbinde dinleniyorlardı. Tüm bu zıtlıktan doğan uyumlarına, sevgilerine rağmen şöyle bir durumda var ki çok hoşuma gitti. Evet Feraye çok seviyor, çok aşık, sevdiği adam onun her şeyi ama bu onun gururundan, dik duruşundan hiçbir şey götürmüyor. Yaman’a çok aşık evet ama onsuz da yaşayabileceğinin farkında. Böyle söyleyince bir garip geliyor belki ama öyle Feraye’yi bu kadar üzen, bu raddeye getiren şey Yaman’dan ayrılacak olması değil Yaman’dan bu şekilde bir ihanetle ayrılıyor olması üstelik bunun aynı evde yaşadığı üvey kız kardeşiyle olması. Onun nefesini kesen, yüreğine sığmayan acısının sebebi bu ihanet ve kandırılmış olmak. Normal bir ayrılık süreci yaşansaydı ne olacağını kendisi Yaman’ı kapı dışarı etmeden önce söyledi zaten. Gücünün bir diğer göstergesi ise bağ evini bir şey bilmiyor gibi hazırlayıp, Yaman’ı karşılamasıydı. Kendinizi onun yerine koyun kısa bir an, ben kesin anında gider yakasına yapışırdım ama Feraye acıdan nefes alamazken bile asaletini ve gücünü elinden bırakmadı. Ama kendisinin asıl savaşı bundan sonra başlayacak hem kendisi hem de bebeği için. Hiç ummadığı anda hayatına gelen bu minik onun daha güçlü, daha kararlı yapacak, öyle görünüyor çünkü onun varlığını öğrendiği anda gözlerinde oluşan o buruk parıltı bunu işaret ediyor. Ona ihanet etse de sevdiği adamdan ve kendisinden bir parça onun için o andan itibaren Feraye çok dikkatli karar alacaktır diye düşünüyorum.

Bazı aşklar vardır doğuştan alevler içindedir yaşadığınız her an sizi de hayatınızı da küle çevirir bazı aşklar vardır gül bahçelerinin o muhteşem kokusu içerisinde kokusuyla büyüler sizi ve bazı aşklar gül bahçelerinden ateşlere evrilir tıpkı Feraye ve Yaman gibi. Onların aşkı gül bahçesinden alev tarlasına dönüştü hem de bir anda çok acı verici bir şekilde. Bağ evinde birbirlerine veda ettiler aslında. Sevdiği kadının karşısında kendisini savunacak tek bir kelamı olmayan Yaman, sevdiği adamdan cevabını alamadığı sorularla acı dolu bir yüzleşmeyle yıkılan Feraye ve kalplerindeki sevdalarıyla yakıcı bir veda yaşadılar. Ailesinden sonra en değerlisi olan kadını korumak için kendini sürekli yanacağı bir ateşe atan Yaman ve Yaman’ın ihanetinin ateşinde hem ruhen hem de bedenen yanan Feraye. Hayat böyle bir şeydi belki de sadece sevmek ile başa çıkamıyorduk, üstesinden gelemiyorduk ya da sevmenin yanında başka şeyler de gerekiyordu. İhaneti öğrendiği andan itibaren ruhunda yanan ateşi sevdiği adamla bir olduğu bağ evinde bedenine de yansıtmak istedi ama öyle olmadı. Yaman’ın başlattığı yangından onu Ateş kurtardı. Şu an bedenini kurtardığı bu yangından zamanla ruhunu da kurtaracak belki de Ateş kim bilir.

Hayatın bizden götürdükleri kadar bize getirdikleri de var tüm bu etkileşim içinde ise bize biz olmayı öğretiyor. Bu etkileşim halinin yoğunluğuna göre benliğimiz şekil alıyor ya çok hayat dolu oluyoruz ya da gizem küpü. Ama dışarıdan görünen biz hiçbir zaman asıl bizi yansıtmaya yetmiyor tıpkı Ateş de olduğu gibi. Ateş şu an hikâyenin gizem pelerinli oyuncusu hakkında çok az bilgiye sahibiz ama emin olduğum tek şey Ateş’in özgür ruhlu oluşu. Henüz 15 yaşında annesinden, kardeşlerinden ayrılabilecek, yıllarca da evine dönmeyecek kadar da kararlı bir adam. Hayata dair kendi doğruları olan bu doğruları için herkesle savaşabilecek kimseye eyvallahı olmayan da bir adam. Dedesine rest çekebiliyor, hayır diyebiliyor çünkü dedesine belden bağlı değil devredip gelse de Amerika’da bir bilişim şirketi kurup başarıyla yönetebilecek kadar da zeki.

Ateş dışarıdan bakınca sert bir mizaca sahip bir adam. Ama bu sert görüntüsünün altında onun da yumuşak bir karnı var annesi Gülfem. Yıllar sonra tüm hayatını geride bırakıp tekrar evine dönebilecek kadar da fedakâr. Dedesine bazı konularda evet demesi de annesini üzmemek istemesinden. Ateş kardeşleri gibi bir ortamda büyümediği için onlardan farklı bir bakış açısına sahip bir adam bulunduğu konumdan dolayı vakurlanmayan insanlara insan oldukları için değer veren biri. En önemlisi de merhametli bunun en büyük kanıtı da yıllar sonra gördüğü bir kızı korumasında gizli çünkü çok iyi biliyor dedesi anlamadan dinlemeden tüm aileyi olduğu gibi sokağa koyar, Ateş bunu istemiyor. Yangından kurtardığı genç bir kadını sabaha kadar hastanede bekleyen, onu kendi ailesine karşı korumaktan çekinmeyen bir adam.

Yıllar sonra şans eseri hayatları çarpışan Ateş ve Feraye için işler nasıl ilerleyecek bilmiyorum ama Feraye’nin kendisinin ve bebeğinin hayatını kurtaran, ailesini ve kendisini koruyan bu adama karşı içinde bir saygı ve minnet oluştuğu aşikâr ama asıl soru gizem pelerini ardında olan Ateş’in zaman içinde bize neler göstereceğinde saklı. Merakla bekliyor olacağım.

Safir ilk bölümüyle benden geçer not aldı. İlk bölüm için biraz ağır bulsam da izlerken sıkılmadım,dikkatim dağılmadı. Açıkçası ilk tanıtımlarda bilindik bir hikayeyi izleyeceğimiz düşünüyordum ama öyle olmadı. Ekip bilindik bir hikayeyi farklı bir tatla sunmuş ve bundan memnun kaldığımı ifade etmeliyim. Öncelikle ilk kez izlediğim Burak Berkay Akgül’e ve yarattığı Yaman karakterine bayıldım. Beni Yaman’ın acısına, çaresizliğine ikna etti. İyi bir karakter yarattığını düşünüyorum. Diğer yandan Özge Yağız her zamanki gibi çok iyiydi. Feraye’nin kaosunu, acısını, çaresizliğini ve dik duruşunu gayet güzel geçirdi. Özellikle nefes alamadığı sonrasında da dağ evindeki sahnelerdeki oyunculuğuyla Feraye ile bütünleştiğini söyleyebilirim. İlhan Şen için de bugüne kadar her işini izlemiş biri olarak bambaşka bir karakterle ve tatla çıktı karşımıza. Ateş’in gizemini, sert duruşunun altındaki merhametini tek bir bakışla kalbimde hissettim.

Üçlü cast seçimi gerçekten çok başarılı ancak dizinin rejisine de paragraf açmak lazım. Semih Bağcı Safir’ in dünyasını güzel kurmuş, renkleri en başta biraz yorsa da hikayenin keskin tarafını yansıttığını söyleyebilirim. Dizinin müziklerine direkt BAYILDIM zaten. Ekip iyi bir ilk bölüm kotarmış, herkesin emeğine sağlık.

Haftaya tekrar görüşünceye kadar umutla kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tut Elimden (Dönence, 8. bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bir insanın hayatındaki en değerli anlardan biri de ihtiyacı olduğu anda ihtiyaç duyduğu kişi tarafından sımsıkı sarılıp “Her şey geçecek, ben buradayım, yanında” demesidir bana göre. Çünkü o an en zayıf ve en savunmasız olduğumuz andır. O anda yapılan en ufak bir hareket bile ömürlük hatıradır benim gözümde. Gece mesela en ihtiyacı olduğu anda en değerlisinden, kardeşinden geldi bu hareket. Bu Gece için sadece uzatılan bir destek eli değildi, aynı zamanda “Seni seviyorum” demekti. Ve Gülce, onun için çok çok daha büyük bir anlam taşıyor bana göre, bu Gülce’nin duygularıyla hareket ettiği ilk adımdı. Kendi ihtiyacı olmadığı halde birine ilk temasıydı. Gülce ilk kez birine kendi isteğiyle elini uzattı ve bu kişi ablası Gece’den başkası değildi.

Gece Foça’ya geldiğinden beri Gülce’yle ilişkisinde bir hayli yol kat etti. Yine de belki de on altı yılın en kötü gününü yaşadı Gülce’ye istemeden zarar verdiği için. Gece özel çocuklar için bir farkındalık yaratmaya çalışırken kardeşinin duygularını, yüzündeki yalvarır ifadeyi, ne kadar zorlandığını göremedi maalesef. Üstelik o kadar heyecanlı ve istekliydi ki etrafına örülen ağı fark edemedi ve doğrudan içine düştü. Özgür’ün mantıklı tarafına kulak vermemesi maalesef ki kendini çok büyük bir kumpasın tam ortasında bulmasına neden oldu. O okumadan imzaladığı sözleşmede neler yazıyordu, şimdi ona neler dayatacaklar bilmiyorum ama eğer hiç düşünmeden o videoyu montajlayıp yayınlayacak kadar güveniyorlarsa kendilerine Gece’nin başı gerçekten belada demektir.

Ben Gece’yi hayallerinin peşinden gittiği, heyecandan gözünün kimseyi görmediği, menajerin gerçek niyetini anlamadığı için asla yargılanıyorum çünkü o daha on dokuz yaşında gencecik biri. Ama ailesine dahi danışmadan, en azından bir okumadan sözleşmeyi imzalamasını, Özgür’ün tecrübesine güvenmeyip kuruntu yaptığını düşünmesi onun yaptığı hatalardı bana göre. Yine de Özgür’ün her an yanında olması harika bir detay.

Özgür öngörülü bir genç, insanların niyetlerini, art niyetlerini anlayabiliyor. Bunu elinde hiçbir delil olmamasına ve babasının yakın arkadaşı olmasına rağmen Harun’a güvenmeyip, birkaç haftadır tanıdığı Cem’e güvenmesinden çok net görebiliyorum. Özgür’ün aslında kardeşiyle masumane, kendi yağında kavruldukları bir hayatları var. Ama Gülce de diğer çocuklar da en az kardeşi kadar önemli onun için. Kaptan kardeşini korumak için nasıl çırpınıyorsa aynı şeyi Gülce için de istiyor, zira merhamet duygusu yüksek biri. Üstelik adil ve dürüst aynı zamanda. Bu yüzden menajerin iyi niyetinden şüphe ettiği an bunu Gece ile paylaştı.

Özgür Gece’nin etrafını saran kötülüklere karşı onu korumak istiyor. Özgür sevdiği insanlarla nefes alan biri ve şu anda tüm ruhunda Gece var. Kardeşini, Gülce’yi, çocukları çok seviyor ancak Gece’yle nefes alıyor. Bu yüzden o incinmesin diye çırpınıp duruyor. Fakat Özgür kendi hayatında da çok kötülük var ve onu dört koldan sarmaya başladılar bile. O çok sıkışmış durumda; bir yanda sürekli çocuğuyla onu manipüle etmeye çalışan Harun’un adamı, bir yandan hem Cem’e hem de Harun’a olan borcu onu boğup duruyor. Yeniden kaçakçılığa başlar mı bilmiyorum ama ben bu işin sadece herkes ona güvenildiği için taşımacılık yapmasını istiyorlarla sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü adamlar özellikle onu istiyorlar ve bunun altından bambaşka şeyler çıkacakmış gibi hissediyorum. Sanırım bu konuyla ilgili daha çok kırıntı verilmesini bekleyeceğim. Özgür kendini ne kadar sıkışmış hissediyorsa bence Verda ve Cem de bir o kadar sıkışmış hissediyorlar. Cem Verda zarar görmesin, daha fazla üzülmesin diye uğraşırken farkında olmadan onu kör bir kuyuya attı haberi yok. Ve Verda o şüphenin cehenneminde kıvranıp duruyor şimdi.

Bu bölüm Verda’ya mı yansam, Cem’e mi kahrolsam bilemedim açıkçası. Verda Harun’un aklına şüphe tohumlarını ekmesiyle kendini bir anda ucu mutsuzluğunu pik noktasına çıkaracak bir yolculuğa çıkmış buldu. Bu yolcuğun sonunda yine durumu yanlış anlamış olsa da ben Verda’nın o çaresiz, kendini bir hiç gibi hisseden haline çok üzüldüm doğrusu. Düşünsenize eşiniz sizinle her şeyini paylaşırken bir anda sizden en önemsiz şeyleri bile sakladığını görüyorsunuz, yüzleştiğinizdeyse hiçbir şey söylemeyip sessiz kalıyor, nedenini sorduğunuzda sadece özür diliyor ve sürekli gizli saklı bir şeyler yapıyor. Verda kendini şu an zifiri karanlık bir ortamda ışıksız yürüyormuş gibi hissediyor muhtemelen. Kalbi, aklı darmadağın, ne düşüneceğini, nasıl hareket edeceğini kestiremiyor ve bu yüzden en kötüsüne şartlıyor kendisini. Evet bunca senelik eşinden şüphelenmesi doğru değil ama Verda da ne kadar uğraşırsa uğraşsın vardığı sonuç aynı oldu ve buna daha fazla dayanamadı, bu yüzden boşanmaya karar vermesini anlayabiliyorum. O çok acı çekiyor hem de tarif edemeyeceği kadar çok.

Benim anlamadığım asıl şey Verda doktor Erhan’ı tanıyorsa ve Cem’in arkadaşı olduğunu biliyorsa neden onu “Yeni P” olarak kaydetti telefonuna. Çünkü “Erhan” diye kaydetse ve Erhan arasa Verda için hiçbir sorun oluşmayacak. Belki paniklediği için, belki de Verda’dan ilk defa gizli iş yaptığı için bilmiyorum ama Cem önce ameliyat olmayı sonra da olmamayı ailesine danışmadan kendisine göre karar verdi. Bunun sonucunda ailesi dağılma ihtimaliyle karşı karşıya ve belki de Cem sırf hasta olduğunu söylememek adına boşanmayı kabul bile edebilir. Aslında düşünüyorum da Cem için de bu durum çok ağır. Ailesine hastalığını anlatıp onları bu şekilde kahretmeyi mi yoksa karısının onun kumar oynadığını daha kötüsü onu bir başkasıyla aldattığını düşünüp ondan nefret etmesini mi tercih eder hiç bilmiyorum. Sırf Verda ve çocuklara bu yükü yüklememek için boşanmayı ve sevdiği kadınla evlatlarının ondan nefret etmesine bile sesini çıkarmayabilir gibime geliyor. Yine de ben Verda’ya bunu yapmaya hakkı olduğunu asla düşünmüyorum, böyle bir konuda son kararı ona bırakmalıydı. Sonuçta eş demek iyi günde , kötü günde birlikte olup, zorluklara göğüs germek demek değil midir? Ayrıca Verda bu kadar ileri gitmeyi düşünüyorken gerçekleri öğrendikten sonra yıkılır, hele de iş işten geçtikten sonra öğrenirse Verda kendini asla affedemez sanırım ve bu Verda’nın sonu olur benden söylemesi.

İnsanın kendini affedememesinden daha ağır bir şey varsa o da ne kadar haykırsan haykır en sevdiklerinin seni duymamasıdır benim için sanırım. Miro babasına sürekli “Ben masumum” diye haykırsa da babasının asla duymadığı, kardeşinin ölümüyle suçlanan, yedi yaşından beri belki de babasının gözlerine her baktığında bunu hisseden ve bu psikolojik travmayla büyüyen biri. Miro suçluydu yahut suçsuzdu daha sadece yedi yaşındaki küçücük bir çocuktan bahsediyoruz. Ona o yaşta bu kadar ağır bir yük yüklenmesi ruhunu paramparça etmiş olmalı. Bence Gece’ye bu derece bağımlı olmasının sebebi de bu.

Miro Gece’yle birlikte özgürdü, onun gözlerine baktığında “Sen kardeşinin katilisin” diye bakmıyordu o gözler ona. Belki de sevildiğini bir tek o anlarda hissediyordu, şimdi elinde kalan tek sevgide gitmiş oldu ve Miro yine yapayalnız kaldı. Şimdi diyebilirsiniz ama “Ceren var, babası var onu çok seviyorlar” diye. Haklısınız ama o onları her gördüğünde o kaza gününe gitmiyor mudur? Miro o sevginin altında eziliyorken nasıl o sevgiyle kendini iyi hissedebilir ki? Onun Ceren’e ayrı Gece’ye ayrı yalan söylemesini asla onaylamasam da Miro’nun bu kadar büyük bir travmaya sahipken elindekini kaybetmek istememesini anlayabiliyorum. Miro’yu bir çok konuda anlayabilsem de kusura bakmayın ama Harun’un “Oğlum için bulaştım” bahanesini de, tüm yaptıklarına bunu kılıf olarak gösterip kötülük yapmaya devam etmesini de anlayamam, üzgünüm.

Harun; çocuğunun engelli olduğunu öğrendikten sonra, karısı tarafından terk edilen, evladını tek başına büyütmeye ve korumaya çalışan bir baba. Tek başına hele de özel ihtiyaçları olan bir çocuk büyütmenin ne kadar zor olduğunu Verda’yla çok net görebiliyoruz hele de bir erkek için bu ekstra zor olmalı bunların hepsi kabulüm. Evladı için bir pisliğe bulaşmış olabilir buna da amenna ama kendi saplandığı ve kurtulamadığı bu bataklığa hiç bir suçu olmayan, tek derdi kardeşini korumak olan Özgür’ü ısrarla çekmek istemesini de, bu uğurda Gülce gibi masum bir insanı kullanmasını da, insanların hayatını darmadağın etmesini de anlayamam çok üzgünüm. Bu yüzden Hatun’un “Oğlum için” deyişi bana hiç samimi gelmiyor maalesef. Üstelik sırf Özgür’ü istiyor diye gencecik bir kızın hayatını mahvediyor, onu hayalleri ve kardeşiyle vuruyor bu çok acımasızca.

Gece ve Özgür’ün en çaresiz anında Gülce ablasına olan sevgisiyle ona elini uzattı. Cem ve Verda’nın arası hiç olmadığı kadar açıldı ve o sözleşme Gece’yi hiç istemediği şeyler yapmaya zorlayacak gibi. Olgun ailesi belki de hiç bir kadar büyük bir sınavla karşı karşıya kalmamıştı. Bakalım neler olacak izleyip göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

TATİL – THE HOLİDAY

YAZAR : A. Ela Erdoğdu 

Aşk şüphesiz insanların asla çözemediği ve ne olduğunu bilemediği için de sürekli bilinmezliğine çekildiği bir duygu. Aşkın net bir tanımı, kendini belli edişi ya da yaşanışı yok çünkü dünyada ne kadar insan varsa o kadar da çeşitli aşk tanımları ve yaşayışları var. Çünkü aşkı bu kadar anlamlı yapan herkes için yegâne oluşudur. Kimi hayatı boyunca aşkı arar kimi hayatı boyunca aşktan kaçar kimi de tam karşısındaki aşkı göremez. Aşklarımızı karşımızdakine anlatamıyor oluşumuz bize normal gelenin ona tuhaf gelmesi de bundan kaynaklanıyor. Önemli olan kalbinizle hissedip kalbinizle görebilmeniz öyle ya da böyle hayatta asıl kaybedenler sahip oldukları aşkı kendi elleriyle kaybedenler ya da aşkı hiç tadamayanlardır şüphesiz.

Belirli bir yaş aralığında hepimiz bu aşk konusuna mutlaka kafamızı yorarız ama düşünme sebeplerimiz birbirinden oldukça farklıdır. Mesela ben “neden âşık olamıyorum” diye düşünüyorum bir başkası ise âşık olduğunda neden acı çektiğini bana kalırsa tüm ikili ilişkilerde temel nokta sizin kendinizi kendi içinizde nereye koyduğunuzla alakalı. Siz kendi değerinizin ve öneminizin farkındaysanız sizi ne kimse üzebilir ne de yönlendirebilir bunun en güzel örneği de bu film de şüphesiz Iris.

Iris ilk baktığımız zaman hepimizin hayatında tanıdığı bir kişi gibi görünüyor pasif, platonik bir kadın. Zarar görse bile aşkından vazgeçemeyen ve çok kolay ikna edebileceğiniz biri gibi görünüyor ama aslında öyle değil. Iris kendini farkında değil sadece bu da mükemmeliyetçi ve asla hiçbir şeyden memnun olmayan bir aileden geldiğinin en büyük işareti. Iris’in hayattan çok büyük beklentileri yok büyük hırsları da yok istediği tek şey sevilmek ve değer görmek. Tüm bu beklentilerini farkında olup bunları ona hissettiren Jasper dan kopamayışının tek sebebi de bu. Iris aslında kendi hayatında sıkışıp kalmış durumda ve kendinden çok başkaları için yaşıyor duvarlarını yıkması gerekiyor ama bu o kadar da kolay olmayacak. Hayatında her şeyin ters gidişinin, kendi potansiyelini ortaya çıkaramamasının tek sebebi ise cesaret edememesi çünkü ona böyle benimsetilmiş “yetersiz” olduğu ama unutmayın ki her kelebeğin kozasından bir çıkış anı vardır ve o an geldiğinde siz ne yaparsanız yapın buna engel olamazsınız. Iris için bu an ona hiçbir şey söylemeden kendi yararına göre kandıran Jasper’in evleneceğini öğrendiği an oldu. Ağladı, kendini heba etti ama sonunda bir bildirim sesiyle ben “ne yapıyorum” dedi. Iris’in en büyük sorunlarından biri de sorunlarından, hayatından uzaklaşamıyor oluşuydu bazen her şeyin en içindeyken görmemiz gerekenleri göremeyiz uzaklaşmak gerekir ona bu fırsatı ise kilometrelerce öteden bir bildirim ile Amanda vermişti. Kozasından çıkan kelebeğin artık kanatlarını kullanma zamanı gelmişti.

Londra’dan kanatlanıp Los Angeles’a doğru uçan kelebeğimizin hayatını değiştirmesini sağlayacak, adını ve varlığını herkese duyurmuş büyük bir şöhret ve maddiyatın merkezinde bulunan, sektörün aranan ismi olan Amanda’dan başkası değildi. Hazırladığı fragmanlarla filmlerin geleceğini değiştirdiği gibi bu sefer Iris’in hayatını değiştirecekti farkında olmadan. Amanda Woods işiyle kafasını bozmuş tabiri kullanılabilecek kadar kariyer odaklı bir kadın sanki duygularını ameliyatla aldırmış da sadece mantık olarak hayatına devam ediyor. Amanda çok güçlü ve sert bir yapısı olan bir kadın bir rüzgâr ile yerinden edemeyeceğiniz köklerini toprağa bağlamış bir kadın ama tüm bunlar dışarıdan görülen Amanda içinde ise çok farklı bir gerçeklik taşıyor. İşiyle ilgili kararlar vermede, risk almakta başkalarına fikir vermekte çok yetenekli olsa da kendi içinde 15 yaşında bir çocuğu gizliyor. Dışarıdan bakıldığında son derece mantıklı olan bu kadını ise hiçbir şey bağlamıyor Amanda sıkışıp kaldığında, zorlandığında düşünmeden kaçabilen bir karakter. Bu kararı alırken önünü ya da arkasını düşünmüyor sadece kaçıyor tıpkı erkek arkadaşı tarafından aldatıldığını öğrendikten sonra Londra’ya kaçması gibi. Amanda’nın bu kadar kolay bir şekilde her şeyi geride bırakıp gidebilmesinin temelinde ise kendini hiçbir yere ait hissetmemesi, hiç kimseye ya da hiçbir şeye bağlanamıyor oluşundan kaynaklanıyordu. Bu ait olamama hissinin temelinde ise derinlerden sarsılan güven duygusu yatıyor. Hayatında her şeyin yolunda gittiğini düşündüğü bir gün annesi ve babasından aldığı haber, babasının gidişiyle mutlu ilişkiye olan inancını tamamen yitirmiş durumda. Farkında olmasa da bir gün tekrar geride kalan olma korkusuyla kimseye bağlanamıyor ne kadar denerse denesin bunu yapamıyor. Güvensizliğiyle birlikte ailesinden aldığı darbe ile kendini koruma içgüdüsü ile daha 15 yaşında duygularını dondurarak erkenden büyümüş kendini çünkü sadece güvenini değil huzurunu da kaybetmişti. Bu tür durumlarda çoğu insanın oluşturacağı bir savunma mekanizmasıdır bu. Ama hayat bu ya neyin nerede ve ne zaman hangi şekilde karşınıza çıkacağını bilemezsiniz aşktan kaçarken aşkın kucağına düşüverirsiniz tıpkı Amanda gibi.

Hayatın tuhaf bir mizah anlayışı olduğunu hepimiz biliyoruz ama bazen bu mizah anlayışı bize çok güzel armağanlar getirebiliyor. Her şeyi geride bırakıp kendinizi bir kasabada küçük bir eve inzivaya çektiğiniz anda kapınızda hayatınızın aşkı belirebiliyor. Her insanın acısı ve yaşadıkları kendine ağırdır ama bazen öylelerine tanık oluruz ki benimki neymiş deriz. İşte bu noktada Graham, Amanda’nın hayatına sadece aşk değil bir aynada getirdi. Şans eseri kapıda tanıştığı bu adamın karakteri, ruhu ve küçük sırrı Amanda’ya kendini sorgulatmıştı çünkü bugüne kadar böyle bir şeye tanık olmamıştı muhtemelen.

Şüphesiz Graham, Amanda’nın hayatında bir mihenk taşı niteliği taşırken kardeşinin evinde şans eseri karşılaştığı bu kadının onun ruhunda yaratacağı depremlerden haberi yoktu. Graham bu hikâyede hayran olduğum yapıda bir adam onu izlerken sıradan basit bir playboy erkeği imajı yaratılmaya çalıştığını anlasam da öyle olmadığı çok belliydi. Nereden mi? Bakışlarından… Gözler gerçekten ruhun aynasıdır ve Graham’ın gözünde her zaman gizli bir keder, hüzün ve şefkat vardı. Tıpkı kardeşi Iris gibi hiçbir zaman kendisini ailesine anlatamamış, destek görememiş tüm sorunlarını tek başına sırtlamak zorunda kalmıştı şüphesiz en büyük desteğe ihtiyacı olan zaman olan eşinin vefatında bile yeteri kadar destek görememişti. Graham aslında bir kimlik mücadelesi içerisindeydi derdi tek gecelik eğlenceler değildi ona çizilen editör, tatlı ve sevecen baba hatta anne rollerinin dışında kendini, gerçek Graham’ı unutmamak, ruhunu kaybetmemek için verdiği bir mücadeleydi sadece.

Hayatını birileriyle paylaşmak istiyordu belki de ama biliyordu ki kızlarının hayatına her tanıştığı ya da görüştüğü kadını getiremezdi çünkü annelerinin gerisinde kalan bu çocuklar bir de o kadına bağlanıp da işler yolunda gitmez de o kadın giderse tekrar üzülürlerdi ve bu Graham’ın isteyeceği son şeydi. Bu yüzden ne Amanda’ya ne de kızlarına birbirlerinden bahsetmişti çünkü her ne kadar aşık olmuş olsa da biliyordu ki Amanda iki haftanın sonunda gidecekti ama hayat böyle bir şey olacak ki Amanda ve kızları hiç beklenmedik bir şekilde tanışmış ve birbirlerini de sevmişlerdi. İşte o gün Graham’ın da Amanda’nın da hayatının dönüm noktası olmuştu çünkü Amanda yıllar sonra aile sevgisini de sıcaklığını da iliklerine kadar hissetmişti. Onlarla geçirdiği bir akşam, kızların annesiz oluşu kendisine “Bu hayatta benim gibi hatta benden daha kötü şeyler yaşayanda var” dedirtmişti, Graham ise açıkça kızlarının hayatına gidip onları üzecek herhangi birini sokamayacağını söylemişti. Ama işte gerçek sevgi hiçbir engel tanımıyor ki Amanda hayatını ikiye bölüp Graham ve kızlarıyla kalıp sıcak bir aile yaratmayı tercih etmişti bunun en büyük kanıtını da yıllar sonra sevdiği adamı arkasında bırakırken döktüğü gözyaşlarıydı.

Londra’da saat aşkı çeyrek geçerken Los Angeles’da işler biraz daha karışıktı. Iris ne kadar uzağa giderse gitsin Jasper’dan uzaklaşmayacağını düşünürken önce Amanda’nın hayatından çıkıp gelen Miles daha sonra da tesadüfen tanıştığı Arthur Iris’in kabuğunu kıracağı ana onu adım adım hazırlıyordu bunda en büyük pay ise gücünün farkına varması için güçlü kadınların olduğu filmleri öneren Arthur’undu. Iris hayatı boyunca sevilebilmek için kendinden fedakarlıklar yapan belki de asıl benliğinden taviz veren bir kadındı ama bu süreçte onu olduğu gibi seven, olduğu gibi değerli hissettiren iki adam sayesinde adeta bir kene gibi ona yapışan Jasper’ı kapı dışarı edebilmişti çünkü artık gücünün, benliğinin farkındaydı çünkü artık biliyordu o yeterli bir bireydi hatta şu an bulunduğu noktadan çok daha üst noktalara taşıyabilecek biriydi ve artık ona bunları sözde hissettiren Jasper’a hatta hiç kimseye ihtiyacı yoktu. Iris artık yalnız başına da değerli ve özel olduğunun farkındaydı.

İnsan, insanın ilacıdır sözü Miles ve Iris için söylenmiş olabilir. Uzaktan baktığınızda bu iki insanın benzer çok noktası olduğu aşikâr.

Miles da tıpkı Iris gibi kendini hayatında insana adayan, herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabul edebilen ama konu kendisine gelince bunların hiçbirini göremeyen bir adam. Âşık olduğu kadının onu çevresi için kullandığını düşünmeyecek kadar da güzel kalpli durum bu olunca da ihanet karşısında yıkıldı çünkü bilmiyordu herkesi olduğu gibi kabullenirken neden bunu yaşamıştı ki? Dünyası başına yıkılmıştı, artık mutlu olup olamayacağından şüpheliydi ta ki kendiyle aynı durumda olan arkadaşının yaşadıklarını duyana kadar. Arkadaşının yaşadıkları karşısında kendi acısını geri plana atıp ona destek olmayı bilecek kadar fedakâr ve anlayışlı. Bugüne kadar iyiliğini kaybetmeden yaşayabilen bu adam ilk defa kendisinin başkalarına davrandığı gibi ona davranan, her şeyiyle onu kabul eden biri vardı. Arkadaşlıktan yavaş yavaş aşka ilerleyen Miles ve Iris’in hikayesinin mutlu bitmesi ise beni oldukça mutlu etti çünkü hayatlarındaki insanlar tarafından hep olduklarından aşağıda tutulan bu insan artık birbirlerine hakkettiği değeri verecekti.

Iris, Amanda, Graham ve Miles dört yapraklı yoncanın yaprakları gibi bir araya gelerek birbirlerinin şansı olmuş, kalplerine sevginin en güzel şeklini yerleştirmişlerdi. Hala birlikte mutlu bir hayat sürdüklerine eminim çünkü bunu hakkediyorlar.

 

Bir sonraki film analizinde görüşmek üzere…

ARAF (Ya Çok Seversen, 8.bölüm)

 

YAZAR :Simay DEMİR

Aşkın en acımasız yönü nedir sizce? Ayrılık mı, sevilmemek mi, aldatılmak yahut kullanılmak mı? Belki hepsi belki de hiç biri. Bence çoğumuzun aşkta uğradığı bir hüsran, yaşadığı bir hayal kırıklığı vardır. Ben aşkın en acımasız yönünü deli gibi sevdiği halde sevildiğini zannederken aslında hiç sevilmediğini görmek olduğunu düşünüyorum. Bu cehennemde cayır cayır yanmak gibi bir şey.

Ateş Leyla’nın annesinin elbisesini gönderdiğini öğrenmesiyle yakaladığı ip ucuyla belki de Füsun gibi o da Leyla’nın tüm gerçekliğini öğrendi. Bu da Ateş’e aslında hiç sevilmediğini yüzüne tokat gibi vurdu. Ateş kendi kabuğunda bir şekilde yaşarken, kullanıldığını varsayarak canı yanarsa çok daha beter can yakacağını düşünüyorum. Diğer yanda Leyla cephesindeyse olaylar bambaşka; Leyla Ateş’e olan aşkından tüm herkesi karşısına almaya hazır halde.

Leyla bugüne kadar reddettiği, oyun yahut Yakup’tan dolayı yaptığını söylediği her şeyi süzgecinden geçirip Ateş’e olan aşkını kabul etti. Etmekle kalmadı Yakup dahi çevresindeki herkese resti çekip aşkını itiraf etti. Bu Leyla için çok büyük bir adım bana kalırsa çünkü hem bugüne kadar aile bildiklerine karşı çıkıp arkasında durdu aşkının hem de ne istediğini ve neye ihtiyacı olduğunu net bir şekilde anlamış oldu. Ateş’e yalan söylemek zorunda kalmak, ona karşı şeffaf olamamak aslında kahrediyor Leyla’yı ve  bu yüzden Ateş’le yaşadığı güzel şeyler hep boğazına düğümleniyor. Bence deli gibi anlatmak istiyor Ateş’e kendi hakkındaki her şeyi ama buna cesareti yok, bunu yapması onu da çocukları da sonsuza dek hayatından çıkarması anlamına geliyor çünkü.

Benim aklımı karıştıran şeyse Leyla’nın tüm bu yalanlar üzerine neden Ateş’in evlenme teklifini kabul ettiği. Leyla bunu yaparak zaten pusuda bekleyen Yakup için harika bir fırsat yaratmış olup, Füsun’un eline kocaman bir koz vermiş oldu. Üstelik yalanla başladığı bir ilişkide böyle büyük bir adım atmış olması onu daha çok zora sokabilir. Ateş’e olan aşkı, onu kaybetmek istememesi belki de doğru karar vermesine mani oluyor kabul ediyorum ama Ateş’in her şeyi öğrenme ihtimali çok yüksek ve o bu noktaya gelmişken öğrenecek olursa bu işin bir daha geri dönüşü olmayabilir ikisi içinde. Üstelik onların olası bir ayrılığı bir tek ikisini değil Ilgaz’ın da dediği gibi çocukları da etkileyecek. Zaten Ilgaz’ın bu kadar tepkili olmasının sebebi de bu. O onları kaybetmekten korktuğu için ikisine de çok tepkili, özellikle de abisine.

Ateş hayatına Leyla’yla birlikte bir çok yenilik de kattı aslında. Çocuklarla anlaşabileceğini öğrendi mesela. Hepsiyle ayrı ayrı ilişki kurdu. En çok anlaşamadığı Ilgaz’la bile sevgiye dayanan bir ilişkileri var ve tüm bunlar Leyla’nın mücadelesi sonucu gerçekleşti. Ilgaz çevresindekilerini kaybetmekten en az Ateş kadar korkuyor. Bu yüzden onları kaybetme ihtimali oluştuğu anda çılgına dönüyor. Ateş’in Leyla’yla sevgili olduğunu öğrendiğinde bu kadar tepkiyi bu yüzden verdi aslında.

Leyla, Ilgaz için bambaşka bir noktada. O göstermese de Leyla’ya bağlanmış durumda ve onu da yitirmek istemiyor. Zira kardeşlerini öne sürse de Leyla’yı üzdüğünü düşündüğü anda gidip konuşması ve gönlünü alması onun da aslında Leyla’yı sevdiğini gösteriyor bana göre. Üstelik Leyla giderse Ateş’in onları bırakma ihtimali de var ve Ilgaz bunun olmasını asla istemiyor. Burada asla Ateş kardeşlerini sevmiyor demiyorum ama Ateş tam sevgiye yeniden kendini açtığı anda bir buhran yaşarsa kardeşlerini bırakmasa bile onlar da abilerinin canının yanmasından nasiplerini alabilirler diye düşünüyorum. Bu yüzden Leyla onları özel alanında kalmalı diye düşünüyor Ilgaz, tepkinin sebebi bu. Herkes yerinde iyi, aşk insanları karmaşık hale getirir. Ilgaz da bunu görüyor bence.

Ilgaz Bir tek Leyla’ya değil Ateş’e karşı da aynı duygular içinde bana kalırsa. Ateş’in onları koruyup kollamasını istiyor, onları asla bırakmayacaklarını bilmeye ihtiyacı var Ilgaz’ın. Ben Ilgaz’ın getirdiği belgeyi yırtarak ve “Sizi asla bırakmayacağım” diyerek Ateş’in bir nebze olsun onun içini rahatlattığını düşünüyorum. Zira Ateş de onlara çok alıştı, yine de Leyla’yla bir ayrılık yaşama durumumda nasıl bir tepki verecek aşırı merak ediyorum.

Ateş aşkın en güzel halini yaşarken belki de en korktuğu şeyle karşı karşıya kaldı; ihanet. Bu hayatta saygı duyduğu tek kadın babası tarafından ihanete uğramış, aldatılmış ve elinde nesi var nesi yoksa adi bir yolla elinde alınmaya çalışılmıştı. Annesi bu yüzden canından olurken o da hem ailesiz hem de yapayalnız kalmıştı bu hayatta. Bu yüzden şu an aynı şeyleri yaşıyor olma ihtimali bile onu kahretmeye yeter de artar bana göre. Ateş’in o bir haftalık durgun halleri, akşam yemeğinde Leyla’ya “Bana daha önce yalan söyledin mi?” lafı ve bunun üzerine Leyla’nın “Hayır söylemedim” deyişinden sonra evlenme teklifi etmesi bana aslında Ateş’in her şeyi öğrendiğini ve şimdi de onun Leyla’ya bir oyun başlattığını hissettirdi. Ateş’in Leyla’ya bakışları değişti resmen, üstelik ona sarılırken buz gibi duruşu her şeyi açıklıyordu diye düşünüyorum; o her şeyi öğrendi.

Ateş Leyla’nın dolandırıcı olduğunu öğrenmiş olma ihtimali bana çok yüksek geliyor açıkçası. Zira bu kadar içine çekilmiş olması, Leyla’ya imalı konuşması, Leyla’nın yalan söylediğinden emin olduktan sonra ona evlenme teklifi etmiş olması bana evlenme teklifinde samimi olmadığını aksine oyun oynadığını düşündürtüyor. Kafamı kurcalayan en büyük şeyse Ateş’in neden evlilik teklifi ettiği? Şu an amacı ne ve ne yapmayı planlıyor? Eğer Ateş bir intikam planı hazırlamayıp teklifinde samimiyse neden Leyla’ya o imayı yapıp o soruyu sordu? Tüm bunlar beynimi allak bullak ediyor. En korktuğum şeyse Ateş’in Leyla’ya oyununu nikah masasında son bulması sanırım, bu hepsi için bir yıkım olur zira.

Ateş o adada bir dilek diledi “Umarım bizi seçersin” şimdi Leyla’ya sorduğu o soruyla ve Leyla’nın verdiği cevapla Ateş’e göre Leyla onları seçmemiş aksine oyununa devam etmiş oldu. Ve bence eğer Leyla o anda ona karşı dürüst olup ona gerçekleri söylemiş olsaydı belki de onu affedecek ve yepyeni bir yola çıkacaklardı. Zira Ateş’e göre aşk kendi hikayeni seçmekti ve Leyla onları seçmedi. Ben Ateş’in “Bana daha önce yalan söyledin mi?” sorusuyla ona son bir şans verdiğini düşünüyorum fakat maalesef ki Leyla bu şansı sırf onu kaybetmekten korktuğu için değerlendiremedi. Ateş için dürüstlük ve güven kırmızı çizgi gibi bir şey fakat ona göre Leyla ikisini de yerle bir etti. Ateş’in evlenme teklifini kabul etmesi de Leyla’nın onu hala dolandırmak için yanında olduğunun bir göstergesiydi Ateş için bana kalırsa.

Ateş yalana tahammülü olmayan biri, Leyla’ysa gerek onu kaybetmekten deli gibi korktuğu, gerekse çevresindekilerin baskısı yüzünden ona sürekli yalan söyledi ve bu durum ikisi içinde çok zor. Zira Ateş’e göre Leyla’nın onları seçmesi için dürüstçe her şeyi anlatıp yalansız yollarına devam etmeleri gerekirken, Leyla’ya göre doğruları söylerse bir daha asla bir arada olamazlardı “Sessizliğin ne kadar zor olduğunu bir bilsen sevgilim.” Sanırım ikisi de cesaretini toplayıp karşılıklı konuşmadığı, Ateş Leyla’ya sonsuz güvenip tanıdığından emin olmadığı ve Leyla her şeyi en berrak haliyle anlatmadığı sürece aralarındaki sorunlar asla son bulmayacak.

Ateş’te Leyla’da aşkın doruklarında şu an ve eğer Ateş Leyla’yla ilgili gerçekleri öğrenmişse yere çakıldığında çektiği acının çok daha beterin Leyla’ya da yaşatacak gibi hissediyorum. Leyla’yı en yüksekten düşürecek gibime geliyor zira kendisi de aynı şeyi yaşamış oldu Leyla onun teklifini kabul ederken.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babalar ve Evlatları (Dönence, 7.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Ben bu dünyadaki en büyük nimetin yanında seni seven, saran koruyup kollayan, doğru da yapsan yanlışta yapsan dağ gibi arkanda duran bir ailen olmasıdır diye düşünüyorum. Ardını dönüp baktığında en güvenmem gereken kişiler yoksa arkanda o zaman bu dünyada yapayalnızsın demektir bana göre. Bizim hikayemizdeki en yalnız insan da Miro’dan başkası değil.

Miro geçmişte babasıyla ne yaşadı, nasıl bir hata yaptı bilmiyorum ama bunun bedelini Miro’nun çok ağır ödediği aşikar. Neler olduğunu bilemeyiz ama bir babanın bir evlada böylesine bir bedel ödetmesini de anlayamıyorum. Dizideki karakter nereden baksak 18-19 yaşında. Yani ne hata yapmış olursa olsun çocuk denecek yaştaki yapılan hatanın bedeli olmamalıydı. Miro bu konuda çok talihsiz olsa da Gece ve Gülce bu konuda çok şanslı. Onlar için hayatını hiçe sayacak bir babaları ve onlar için her şeyi yapmaya hazır bir anneleri var.

Haftayı Gülce’nin babasının videosunu izlerken bitirmiştik, Gülce’nin tepkisini tam olarak böyle hayal etmemiş olsam da, onun babası için tüm korkularına, kalabalıkta her gün geçtiği yerlerde bile bir adım dahi atamamasına ve kriz geçirme ihtimaline rağmen hiç düşünmeden yola koyulması çok hoşuma gitti. Gülce ilk olarak Alican için, daha sonra Gece gidecek diye tek başına çıkmıştı evden. İkisinde de daha yolu yarılamadan kriz geçirmiş ve eve o şekilde dönmek zorunda kalmıştı. Fakat söz konusu babası olunca her şeyi bir kenara bırakıp yol aldı bu sefer. Gülce babasını kurtarmak için çıktığı bu yolda kendini de keşfetti bir anlamda; o ne olmak istediğine de karar vermiş oldu. Gülce videodan ve babasının ölme ihtimalinden, onu kaybetme korkusundan, onun üstüne titrerken annesinin kendisini ne kadar kötü hissettiğini anlayamadı. Fakat Verda’nın tüm bu olanlardan sonra kendini yapayalnız ve yetersiz hissetmesi aslında Gülce’ye ne kadar bağımlı olduğunu da gösteriyor bana kalırsa.

Verda hayatını Gülce’ye endekslemiş biri bu yüzden Gülce onun yörüngesinden çıkınca kendini boşluğa düşmüş gibi hissetti. Hani tüm enerjimizi, odağımızı bir şeye verir sonra o süreç bitince kendimizi boşlukta hissederiz ya bence Verda’da da aynı şey oldu. Bunu en iyi uzun bir sınava hazırlanan anlar diye düşünüyorum. İşte Verda şu an kendini böyle görüyor boşlukta gibi. Aslında bence Verda’nın bu kadar afallamasının sebebi bambaşka. O Gülce’nin yaşamı boyunca ona ihtiyaç duyacağını ve onsuz hiçbir şey yapamayacağını düşünüyordu ama Gülce’nin üstünde kontrolünü kaydedince ve buna rağmen Gülce’nin hayatını idame etmeye devam ettiğini görünce bu durumu kabullenmekte zorlandı. Zira o hayatı boyunca oldukları gibi kalacaklarına kendini öyle inandırmış ki kendini unutmayı dahi göze almış. Düşünsenize Verda artık neyi sevip sevmediğini bile bilmeyecek, kendi için özel zaman yaratmanın imkansız olduğunu düşünecek bir hale gelmiş. O yüzden açıkçası ben Gülce’nin yörüngesinden çıkmasına birazcık da olsa özgürleşmesine, kendini bulmaya çalışmasına çok sevindim. Zira her ne olursa olsun onun da nefes almaya ve Gülce’nin sorumluluğunu ailesindeki diğer üyelerle paylaşmaya ihtiyacı var. Cem ve Gece Gülce’yle ilgilense de bugüne kadar asıl sorumluluk hep Verda’nın üstündeymiş ve bence Verda bu durumla biraz da tatmin oluyordu. Çünkü o Gülce’ye bakmak için tüm yaşamını bir kenara bırakmış, hobilerini unutmuş, Verda’yı kapı dışında bırakıp sadece “Gülce’nin annesi” kimliğiyle hareket etmiş. Hatta bunun için kariyerine dâhi son verip kendini ona adamıştı. Karşılığında ise Gülce’nin sonsuz bağlılığını kazanmıştı fakat şimdi kızı ondan çok ablası ve babasıyla vakit geçirmeye, ihtiyaçlarını onlar üzerinden karşılamaya başlayınca Verda kendini yetersiz hissetti. Verda kendini bu duruma öyle kaptırmış ki çevresinde olup bitenleri görmüyor bile. Harun mesela sürekli onu izliyor, onun üzerinden planlar yapıyor, Cem sürekli rahatsız ve hastalığı onu öldürmek üzere ama kocasındaki değişimi göremiyor bu yüzden onu aldattığını düşünüyor, Gece desen mutsuz ve ailesi birbirine bağlı görünen darmadağın bir durumda. Cem’in son durumu ise her şeyi bir hayli zorlaştıracak gibi duruyor.

Cem kızı kayıp diye ameliyat olmaktan son anda vazgeçse de artık bir karar vermek zorunda. Ailesini ardında şok içerisinde bırakıp öylece gidecek mi yoksa onlarla birlikte bir umutla ameliyat mı olacak ? Cem ailesi için her şeyi yapabilecek durumda amenna ama ben yaptığının artık doğru olmadığını düşünüyorum. Gülce gözlerinin önünde onun için çırpınırken ne yapacağını bilmez bir haldeydi, Özgür daha fazla dayanamayıp babasının hastalığını Gece’ye söyleyip Gece ondan öğrenirse çok daha perişan olacak, olurda söylemezse ve Cem’e bir şey olursa Gece bunu sakladığı için Özgür’ü asla affetmeyecek. Ve Verda yirmi yıllık eşinin hastalığını dahi anlamadığı için hayatı boyunca kendini suçlayacak. Tüm bunlar çok ağır şeyler. Cem de Özgür de bu sırrın altında eziliyorken Özgür Gece’den sakladığı için onun yüzüne dahi bakamıyor.

Özgür hiç bilmemesi gereken bir sırrın tam ortasında buldu kendini bir anda. Bir yanda ona güvenip sırrını emanet eden Cem diğer yanda uzun zaman sonra kalbini ve ruhunu yeniden yeşermesine sebep olan Gece. İkisi arasında sıkışıp kalmış durumda öyle ki nefes alamayacak hale geldi. Kontrolünü kaybetti ve Rüzgar’ın dahi korkmasına sebep oldu.

Özgür Gece’den bir şey saklamanın ağırlığını daha fazla kaldıramadığı için onunla görüşmemeyi bile denedi. Tüm bunlar Özgür’ün ne kadar sıkıştığını gösteriyor bence. Fakat tüm bunlar Gece tarafından bambaşka bir şekilde yorumlandı. Gece zaten hayatında dimdik duracak, onu bırakmayacak birine ihtiyaç duyuyor, üstüne Özgür’ün bu tavırları Gece’yi bir çıkmaza sokuyor. Tam kendini bıraktığında her defasında Özgür’den anlamadığı bir hamle gelince afallıyor. Hal böyle olunca Miro’nun dediklerini baz alarak hareket etti ve sonuç ikisi içinde neredeyse hüsranla sonuçlanıyordu.

Gece bir yandan kardeşi için endişeden ne yapacağını bilmez bir halde kıvranırken, daha onun bulunmasının rahatlığını yaşayamadan bir anda Miro’nun tutuklanmasıyla ne düşüleceğini bilmez bir hale geldi. Aslında ben Miro’nun tüm yaptıklarını kabullenmemesini anlayabiliyorum. Sonuçta koskoca iki sene birlikte olduğu, beraber hayal kurduğu ve daha önce yaşamını birlikte geçirmek istediği kişiden bahsediyoruz. O yüzden onun söylediklerine inanması da , suçsuz olabileceğini düşünmesi de çok normal.

Gece duygularıyla hareket eden, olduğu gibi yaşayan bir kız. Bazen bu çok hoşuma gitse de zaman zaman rahatsız da olmuyor değilim. Gece’nin hakikatin peşinde olması çok normal fakat bunun dediklerini ölçüp tartmadan Özgür’den doğruları öğrenmeye gitmesi değil hesap sormaya gitmesi doğru değildi bana göre. Gece Miro’nun dediklerine inanmış olsa da, Miro artık onun tanıdığı kişi değil. Miro babasının son yaptıklarından sonra tüm gemileri yaktı gibime geliyor. Bundan sonra çok daha tehlikeli bir Miro görecekmişiz gibi hissediyorum.

Aslında Miro’ya olan merakım günden güne artıyor doğrusu, bir tek onu değil babasını, babasıyla olan ilişkisini ve neler yaşamış olduklarını aşırı merak ediyorum. Çünkü Miro zaten babasının ona sürekli pislik gibi davrandığını, sevmediğini söyleyip duruyordu ama oğlunu hiç düşünmeden doğrusunu yaptığını düşünmüş olsa da bu şekilde tutuklatması ve bunu intikam almak için yapmış olması inanılır gibi değil. Miro’nun annesinin ismini dahi bugüne kadar hiç duymadık, ona ne oldu o nerede sanırım Miro açılmaya başladıkça göreceğiz. Şimdi Miro bir de Harun’la işbirliği yapacak gibi görünüyor bakalım bunun sonu nereye varacak.

Herkes ailesiyle sorun yaşarken Rüzgar’ın sorun dahi yaşayacağı bir ailesi yok. Abisi ona onların yokluğunu aratmamak için elinden geleni yapıyor olsa da Verda’ya sarılırken ona “Anne gibi kokuyorsun” derken aslında onları ne kadar çok özlediğini de göstermiş oluyordu. Verda ve Rüzgar sahnelerini ben çok sevdim açıkçası. Umarım Verda bir nebze olsun Rüzgar’ın içindeki anne özlemini dindirir.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Gizli Saklı (Ya Çok Seversen, 7.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bir kişiye güvenmek, hayatını, kalbini, ruhunu onunla paylaşmaya karar vermek hele de bu konuda yara almış biriyseniz çok zor. Zira en ufak bir şeyde ruhunuz şüphe ile dolar ve siz ne yaparsanız yapın o konuya açıklık gelmeden içiniz içinizi kemirmeye, o şüphenin cehenneminde sizi yakmaya devam edecek.

Ateş Leyla’ya güvenmeye onu kalbinde ve yaşamında bir yer vermeye karar verdi. Leyla ise bir yanda Ateş’in soruları diğer yanda Yakup, Onur, Füsun derken sıkışıp kalmış durumda. Öyle ki bir tarafta her şeyi olduğu gibi anlatmak istediği, bağlandığı, sevdiği adam, diğer yanda hala nasıl olduğunu anlamadığım şekilde aile (!) dediği insanlar derken iyiden iyiye köşeye sıkıştı. Leyla boğuluyor ve ne yazık ki sevdiği adam dahil kimse onun nefes alamadığını fark edemiyor…

Leyla bu yolculuğa ailesini bulmak, bu hayattaki yalnızlığına son vermek için başladı. Çaresizliği, ailesini bulma umudu ona her şeyi yaptırabilecek konuma getirdi onu. Öyle ki hiç tanımadığı bir adamı sırf ailesini tanıyor olabileceğini düşündüğü için bakıp maddi manevi destek olup, hastanede ziyaret etti. Yanında sığınabileceği kimsesi olmayınca Meryem ve diğerlerini ailesi olarak kabul etti. Onların özellikle Meryem’in vardığı ona dayanma sebebi olurken abi gibi gördüğü Yakup’un düşündüğü tek şey onu kendi çıkarı için kullanmak. Leyla bu yolculukta öz ailesini bulur mu emin değilim ama ne istediğini ve aslında neye ihtiyacı olduğunu öğrenecek diye düşünüyorum.

Leyla’nın yalnız olmadığını bilmeye, tutunduğu herkesin onun gibi sadece sevip sevilmeyi düşünmediğini, aslında insanın kendi ailesini seçebileceğini ve bunun bir tek kan bağıyla olmadığını, can bağıyla da olabileceğini bilmeye ihtiyacı var. Çünkü ona göre “Aileni seçemezsin”. Halbuki çoğumuz birini sevip hayat arkadaşımız kabul edip onunla yepyeni bir aile kurabiliyoruz. Bunun illaki eşimiz yahut evleneceğiniz kişi olmasına da gerek yoktur diye düşünüyorum. Dost dediğimiz insan da yol arkadaşımız olabilir, evlatlık olarak koruyucu ailesi olduğumuz biri de bizim ailemiz olabilir yahut böyle gördüğümüz biri de ailemiz olabilir bana göre. Bence birini “Aile” olarak kabul etmek için onun için her şeyi yapabilecek olmak ve saf sevgimizi sunmak yeterlidir. Tabi kendimizi kullandırmamak şartıyla. İşte Leyla’nın şu an göremediği şey tam olarak bu. O sevgisini sunarken kullanıldığını görmüyor, Ailesi kabul ettikleri için çok fazla fedakarlık yaparken karşısındakiler onu harcamaktan çekinmiyor.

Leyla’nın ailesi sandığı insanların aksine Arcalı kardeşlerde durum tam olarak böyle değil, zira Leyla kabul etmese de aslında Ateş ve çocukları çoktan ailesi kabul etti bile. Leyla bunun henüz farkında değil ama Ateş’in içine biraz daha şüphe tohumlarını ekecek olursa seçtiği ailesini kaybetmesi de an meselesi. Öz ailesiyle ilgiliyse kafamda onlarca soru var. Neredeler mesela, onu hiç aradılar mı yahut hala arıyorlar mı?

O hâlâ annesinin onu bırakıp gittiği parkta takılı kalmış durumda. Annesinin taktiği kolye ise günden güne merakımı daha çok kabartıyor. Füsun’un sanki kolyeyi tanımışçasına o olayların içinde ona odaklanıp dokunması, anlık duraksaması bir hayli dikkatimi çekti mesela. Aslında ben onun öyle sıradan bir kolye olduğunu düşünmüyorum. Zira değerli bir şeye benziyor. Bir şey var o kolyede ama ne? Annesi Leyla’yı gerçekten bırakıp gitti mi, bunu yapmak zorunda mı kaldı, yoksa bambaşka şeyler mi yaşandı? Babası, o kim, o zaman neredeydi, şu an nerde? Tüm bu sorularım maalesef ki hala cevapsız ve tüm bu olanlar hala gizemini koruyor bende. Tüm bunlar bir yana Leyla neye ihtiyacı olduğunu anlamaya başladı diye düşünüyorum. O artık samimiyetiyle kalmak istiyor Ateş’in yanında, oyun yahut Yakup istiyor diye değil; “Allah’ım lütfen Ateş’i kaybetmemeyim” yine de Ateş’ten bir şeyler gizlemeye devam ederse Ateş’i kaybetmesi an meselesi.

İnsan anlaşıldığı yerde rahattır derler Ateş’e bakınca öyle hissediyorum. Ateş Leyla ile birlikteyken kendini rahatlamış, sınırlarından ve kırmızı çizgilerinden kurtulmuş gibi hissediyor. Leyla’ya içini döküyor, acılarını paylaşıyor, en önemlisi de ona korkularını gösterebiliyor. İhtiyacı olan dinginliği ve huzuru buluyor onda. Ateş’in güvenmeye, anlaşılmaya ve korkularının üstüne gidip bu şekilde yolunu bulmaya ihtiyacı var. Hayatı boyunca tüm sorunlarını kendi başında çözmeye, önüne çıkan engelleri kendi çabasıyla ekarte etmeye, birine ihtiyaç duyduğunda kimsenin olmadığını kendine hatırlatmaya çalışmış biri o. Bence bu kadar çözüm odaklı olmasının sebebi bu yaşadıkları Ateş’in.

İnsan kendine benzer olanı anlar, aynı acıları yaşayanlar birbirlerini herkesten iyi anlarlar. Tıpkı Leyla’nın Ilgaz’ın yaşadıklarını anlaması gibi. Leyla yalnızlığı da, ailesizliği de çok iyi bilen biri, bu yüzden Ilgaz ne yaparsa yapsın ona kızamıyor mesela. Çünkü onun neler yaşadığını da, neler hissettiğini de çok iyi anlıyor. Ateş de Ilgaz ve Aydos’u bu kadar iyi anlayıp empati kurmasının nedeni de bu bence, yaşadıklarını anlıyor ve hissediyor olması. Kendi yaşadıklarıyla özdeşleştiriyor ve böylece onlara doğru yolu gösterebiliyor. Yaşadıkları kendini koruması gerektiğini öğretmiş ona, bu yüzden Leyla’nın varlığı onun için bambaşka bir deneyim. Bunları Leyla ile yapmak, onunla sorunları çözmek onun için çok daha kolay. Üstelik Leyla ve kendi duygularından çok emin durumda, öyle ki tüm basının karşısında sevgili olduklarını açıkladı. Ateş Leyla’ya “Sevgilim ol” diyerek yeni bir hayata adım attı. Güvensizliğin olmadığı, gizli saklı bir şeylerin yapılmadığı, hüzünlerin, dertlerin ve mutlulukların paylaşıldığı bir yer hayal ediyor o. Leyla’nın kendisine hiçbir şey anlatmamasına, kendisiyle değil de Onur ile sorunlarını çözmeye gitmesine bu yüzden bu kadar kızdı. Zira iki gündür tanıdığı Onur’la değil de “Sevgilim” dediği kendisiyle “Ailevi” meselesini paylaşmasını tercih ederdi. Ateş Leyla’ya kapıldıkça onu daha çok merak ediyor, merakı soru sormasına sebep olurken Leyla’nın kaçamak cevapları o istemese bile içine kurt düşmesine neden oluyor. Leyla’nın kaçamak cevapları Ateş’i daha ne kadar durdurur bilmiyorum ama aralarında çok büyük sorun olacağı aşikar. Ateş gördüğünüz kadarıyla henüz babasının annesine ihanetini hazmedememişken, onu annesi anısına yapılacak defilede fotoğrafların arasında dahi görmeye katlanamıyorken ve bunlara ortak olduğu için abisini bile silip evine almıyorken Leyla’nın ihanetini öğrendiğinde onu nasıl affeder hiç bilmiyorum doğrusu. Leyla onun kalbine işleyen şüpheleri onun kalbinden nasıl söküp atacak deli gibi merak ediyorum.

Ateş kalbinin kapılarını sonuna kadar açtı, Leyla ise bir cendereye düşmüş ve ne yapacağını bilmez bir halde çırpınıp duruyor. Füsun’un tehditleri, Yakup’un ısrarı doğru düşünmesine bile mani oluyor. Şimdi bir de üstüne Onur’un tutuklanması işleri sarpa sardıracak gibi duruyor. Bakalım neler olacak izleyip göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Bir Buruk Veda (Dönence, 6.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

İki hafta aranın ardından heyecanla ekran karşısına oturdum ve bölüm sonunda televizyonun başından kalktığımda karmaşık duygular içerisindeydim. Cem’in çaresizliği, Verda’nın yardım çığlıklarını, Gülce’nin çırpınışları ve tüm bunların ortasında yolunu bulmaya çalışan Gece ve Özgür’ün allak bullak oluşu her şeyin daha yeni başladığı hissini uyandırdı bende.

Gece onu ilk tanıdığımızda özgür olmak isteyen, İzmir’de asla mutlu olamayacağını düşünen biriydi. Ama Özgür’ü, Rüzgar’ı ve en önemlisi Gülce ve kendisini tanımaya başladıkça bambaşka düşüncelere sahip oldu. Bence Gece eskisi kadar çok istemiyor İstanbul’a gitmeyi.

Gece’nin bu kadar ısrarcı olmasının da, “Ben hayallerimi yaşayacağım” demesinin de aslında en büyük sebebi bunu bu güne kadar hiç yapmamış olması. Ne zaman bir şey yapmak istese “Gülce engeli” vardı önünde ona göre ve o onunla vakit geçirmeye başlayana kadar da hep böyle hissetti bana kalırsa. Bu yüzden onun hayatını ilgilendiren, hayallerini ve özgürlüğünü geri alabileceği bir çıkış noktası olarak görüyordu üniversiteye girmeyi. Bu yüzden bu kadar asabileşti onun hayallerine kota koyulunca. Yoksa normalde annesini kırsa bile anlık gelip arasını düzeltmek için uğraşan, babasının sözünü önünde sonunda dinleyen biri o. Kendisi gitmek istiyorum dese de bence Gece de artık eskisi kadar gitmek istemiyor İzmir’den ama bunca zaman bunun hayalini o denli kurmuş ki sanki yönünü değiştirirse hayallerine ihanet edecekmiş gibi hissediyor. Zaten bu kadar tepki göstermesinin sebebi de bu bana kalırsa. Kendi de aynı şeyleri istiyor ve kabul etmek istemediği için anne babasının diretmelerine kızıyor.

Gece’nin Foça’da kaldığı süre içinde farkında olmasa bile buraya, Gülce’ye ve Özgür’e bağlanmış olması kafasının karışmasına sebep oluyor. Bir yandan ailesi ve Özgür diğer yandan hayallerini gerçekleştireceğine inandığı İstanbul yaşamı var. Ben hayallerini yaşamak istediği, İstanbul’da bir hayat kurmak istediği, Gülce’ye bakma sorumluğunu üstlenmediği yahut annesine karşı çıktığı için bencil ya da haksız görmüyorum doğrusu. Onun kendine ait bir yaşamı, gerçekleştirmek istediği hayalleri var. Gülce’ye devamlı bakmak istememesini anlayabiliyorum. Gülce’ye Gülce’nin ona bağlandığı kadar bağlanmamış olabilir, Gülce’nin sorumluluğunu almak ona ağır gelmiş olabilir, annesinin hedeflerini gerçekleştirme ihtimali onu yormuş olabilir ve belki de bilmediğimiz daha bir çok sebebi olabilir Gece’nin. Ama gerçek şu ki Gece ne karar verirse versin Gülce ona çok alıştı ve kriz anında annesini değil onu sayıklayacak duruma geldi.

Gülce hayatı izole yaşayan bir çocuk. Tek başına sokağa çıkmak, en iyi bildiği yere gitmek, kalabalık içinde dolaşmak onun için çok lüks şeyler. Bu yüzden çok fazla zorlanıyor ama yanında Gece varken bunları yapmak onun için çok kolay çünkü Gece’ye güveniyor ve bu güven duygusu onun kendini iyi hissetmesini sağlıyor. Şimdi diyebilirsiniz “Annesiyle de öyleydi” Evet Verda ile birlikte vakit geçirdiğinde de durum öyleydi onun için ama Gece çok farklı bir yere yerleşti onda. Gece ile eğleniyor, en sevdiği aktiviteyi yapabiliyor, yeni şeyler keşfediyor ve Gece onun yaş grubuna daha yakın. Ama en önemlisi ne biliyor musunuz, Gece ona olduğu gibi davranıyor. Yeri geliyor kızıyor, yeri geliyor eleştiriyor, haksız olduğunu söyleyebiliyor. Yani Gece ona “Normal” davranıyor. Tüm bunlar Gülce için çok önemli şeyler. Bu yüzden annesiyle değil arkadaş gibi gördüğü Gece’yle vakit geçirmeyi daha çok seviyor. Üstelik Gece’yle vakit geçirmek bir tek ona psikolojik olarak iyi gelmiyor kendini geliştirmek açısından da ona çok iyi geliyor. Babasının İstanbul’a gidiş haberini alınca mesela normalde kriz geçirmesi beklenirken o sadece tam net zamanını öğrenip kabul etti.

Gece’nin duygularla ilgili konuşmasında Rüzgar’ın üzüleceğini düşündüğü için onun asker olduğunu kabul etti ve onun duygularını önemseyerek hareket etti. Halbuki daha önce Özgür’ün teknesine haciz geldiği zaman Gülce bu durumu anlayamamış ve tepki verememişti. Bu yüzden Gülce’nin Verda ile değil de Gece ile vakit geçirmek istemesini anlayabiliyorum. Bu durum her ne kadar Gece’ye şu an yük gibi geliyor olsa da sırf doğrusu diye tüm sorumluluğun Verda’da olması fikrini hiç doğru bulmuyorum açıkçası. Zira Gece’nin “Sanki ben doğurdum” çok ağırdı bana göre. Verda Gülce için bir seçim yaptı ve ben gerçekten onu hayranlıkla izliyorum zira herkes onun kadar fedakâr ya da cesur olamayabiliyor. Tabi ki yaptığı çok yanlış şeyler de var ama bu onun çok güzel bir anne olduğu gerçeğini değiştirmiyor benim için.

Verda, Gülce ve ailesi için hayallerinden vazgeçmiş, her ne kadar kocası Cem yanında olsa da çoğu zorlukla tek başına mücadele etmek zorunda kalmış bir kadın. Gülce için kariyerine son vermiş, kendini küçücük bir eve hapsedip biricik kızının mutlu olması için uğraşmış biri o. Bunu yaparken Gece’yi ihmal etmiş olsa da her iki kızını mutluluğu için her şeyi yapabilecek biri olduğunu düşünüyorum. Kızlarına çok değer veriyor olsa da, onlar için yaptığı şeyler onun için görev gibi olmasa da bu psikolojik ve fiziksel olarak yorulduğu ve yıprandığı gerçeğini değiştirmiyor. Mücadele ettikçe ve bu yolda yalnız olduğunu hissettikçe yorgunluğu daha da artıyor. Yine de ben eminim ki ona bir tercih yapma hakkı verilse ve Gülce mi yoksa kariyerine devam mı diye sorulsa cevabı yine Gülce olurdu. Verda yalnız olduğunu hissetse bile Cem’in varlığı onun belki de tek dayanağıydı ama şimdi belki de çok sevdiği kocası onun ellerini sonsuza dek bırakacak bir yola girdi. Cem ailesinin ona veda etmesine dahi izin vermedi.

Cem’in çocuklarına ve eşine kendince vedası içimi sızlattı doğrusu. Gece ve Gülce için söyledikleri onları ne kadar çok sevip önemsediğini gösteriyordu. Cem her ne kadar gözlerinin içine bakıp “Ben ölüyorum” diyemese de ben bunun onunda dediği gibi onlara kıyamayışına bağlıyorum açıkçası. Çünkü karısının üzülmesi, kızlarının ağlamasına dayanamıyor Cem. Onu anlıyorum bu kararı vermek, onları bu şekilde geride bırakmak hiç kolay değil yine de Özgür’ün varlığı ona en azından güven veriyor ailesinin güvende olması açısından. Cem biliyor ki Özgür ne Gülce’nin ne de Gece’nin yalnız kalmasına izin vermeyecek, o da Rüzgar da yanlarında olacak.

Özgür Cem’in videolarıyla kendini bir kez daha ailesini kaybettiği günkü gibi hissetti. Anne babasına bir veda bile edemediği için içinde ukde kalmış biri o. Üstelik Gece’nin babasıyla son konuşmasının kavgayla bittiğini ve kötü bir şey olursa Gece’nin bundan nasıl büyük bir yara alacağını çok iyi biliyor. Bu yüzden koştura koştura hastaneye gitti. Bu yüzden Cemden önce ailesine anlatmasını sonra ameliyat olmasını istedi. Özgür zamansız ailesini kaybetmiş , ailesinden geriye bir tek Rüzgar kalmış durumda, şimdi aynı şeylerin Gece’nin ve sevdiklerinin yaşayacak olma olasılığı bile onu darmadağın olmasına yetiyor da artıyor.

Cem çok büyük bir karar verdi, ama bunun sonuçlarını olumlu yahut olumsuz bütün aile yaşayacak, Gülce babasının videosuna tanık oldu ve saklaması pek mümkün değil. Bakalım Olgun ailesini ve olanların birebir şahidi Özgür’ü neler bekliyor. İzleyip görelim.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Bazı Aşklar Yarım Kalmalı (Vermem Seni Ellere, 9.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

İçinde yaşadığımız dünyanın bizle birlikte yaşadığının en büyük kanıtı şüphesiz bize verdiği tepkilerdir. Bizim gibi konuşarak, bakarak anlatamasa da rüzgârladan, denizlerden anlıyoruz bazen sakin bazen de agresif oluşundan. Sinirlendiğinde gözü hiçbir şey görmüyor önüne katıp sürüklüyor belki öfkesi dindiğinde çok pişman oluyor ama olan olmuş oluyor tıpkı kalbi kırıldığında Karadeniz’in hırçın dalgalarını ruhuna giyen Zeliş gibi.

Zeliş Mehmet’e olan güven eksikliğini tam bitirmişken hiç beklemediği bu itirafla dünyasına başına yıkılmıştı. Ortaya çıkan bu olay Hande olayı gibi hemen kapatabileceği bir yara açmamıştı kalbinde ve ruhunda çünkü zor da olsa ilk kez birine güvenmişti. Bu karar sonrasında ise tekrardan kimseye güvenmemesi gerektiğini öğrenmişti ki bu insanın içinde büyük yaralar açar. İzlerken Zeliş’in tepkileri bana biraz abartı gibi gelmişti sonrasında düşündüm öncelikle ben Zeliş değilim onun gibi düşünüp hissedemem zaten aşkın insanlar üzerinde farklı etkileri vardır bundan dolayı da aşk acısı çekerken vereceğimiz tepkilerde de farklılıklar olması çok normal,ikinci olarak da Zeliş duygularını her zaman en yüksek noktada yaşayan biriydi. Hangi duygu olduğunun bir önemi yok hepsi en uçlarda hâl böyle olunca kırgın ve kızgınken de normal tepkiler beklemek doğru olamaz.

Hayallerindeki adam olarak gördüğü Mehmet tarafından böyle kandırılmış olmak içinde adeta patlayan yanardağ misali bir öfke oluşturdu. Mehmet’in canını yaktığı her an kendi daha çok yandı bana göre ki bu tavrının sebebini, nasıl bir karakter gelişimi yaşayacağını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz maalesef. Belki şapkasını önüne alarak hareketlerini gözden geçirecek ve fazla tepki verdiğini düşünecekti, belki ne olursa olsun ne yaşarlarsa yaşasınlar gidip yine Mehmet’e sarılacaktı. Bu saatten sonra Zeliş için söyleyeceğim her şey her düşünce “belki”li olacak çünkü yarım kaldı Zeliş. Anlatacak daha çok şeyi yürüyecek çok yolu yaşayacak sevgi dolu çok mutlu günleri olacaktı.

Zeliş kadar yarım kalan, çözülmek için bekleyen bir bulmaca gibi kalan kişilerden biri de şüphesiz Mehmet oldu. Yalansız, bembeyaz bir hayata sevdiği kadınla başlayabilmek adına her şeyi tekrar karşısına aldı Mehmet. Yalanını itiraf ederken Zeliş’in hemen anlayışla karşılayacağını düşünmüyordu elbette ama en azından bir kere de olsa kendisini dinleyeceğini, olanları anlatması için bir şans vereceğini düşünmüştü ama umduğunu bulamadı. İzlerken bizlere abartı gelen her bir tepkisini çok iyi anlıyordu Mehmet çünkü seviyordu ve sevdiği kadını çok iyi tanıyordu ona ulaşabilmesi için fırtınasının dinmesi gerekiyordu ve bu durumda üstüne gittikçe tam tersi olacağını anlamıştı. Bu yüzden Zeliş’e sakinleşmesi için zaman verirken yeni yalansız hayatını da inşa etmeye çabalıyordu. Öncelik olarak iş aramaya başlayarak hayatını sıfırdan kurarak bir düzen oluşturarak karşısına çıkmaktı belki de niyeti. Bu süreçte de sevdiği kadını uzaktan izleyerek içindeki özlemin kor ateşine dayanmaya çalışıyordu. Mehmet’in söylediği yalanları asla onaylamasam da içinde bulunduğu durumu anlaması gereken ailesi onu anlamıyor babası adeta düşmanı gibi davranıyor, henüz haberi olmasa da arkadaşı sandığı Uğur tarafından sırtından bıçaklanıyordu ve sadece yanında her daim olan kişi Kıvanç oluyordu. Yamaner ailesinde merak ettiğim temel şeylerden biri de Akif’in oğluna karşı olan bu tutumuydu şüphesiz zira babasına baktığımız zaman asla ona böyle davranmadığı anlaşılıyor ki babası da söyledi oğluna kıyamadığını. Hâl böyleyken bu adam niye oğluna malı gibi davranıyor hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. İnsanları yargılamak, yalan söyledi o yalancı demek çok kolay ama onu o yalanları söylemeye neler itti bunları da düşünmek de gerekiyor bana göre. Sarı Çizmeli Mehmet’imiz kafamızda bir ton soru işareti bırakıp sevdiği kadını Zeliş’i ile bizlere veda ettiler.

Yarım kalan aşklar her zaman akıllarda daha çok kalır ama gerçekten bazı aşklar yarım kalmalı mı? Birbirine hem çok benzeyen hem de zıt olan iki karakterdi Zeliş ve Mehmet birbirlerine derman olacak, güç olacak iki ruhtu. Zıtlıkları belki zaman zaman onları zorlayacaktı ama günün sonunda sevgileri sayesinde birbirlerine sarılacaklardı. Öyle de oldu zaten Zelişsiz mutsuz ve yarım olan Mehmet, Mehmetsiz mutsuz ama ona da kırgın olan Zeliş… Mehmet sevdiği kadının sınırlarına saygı duyarak sabırla beklemiş Zeliş ise mantığını sessize alıp kalbinin sahibi olan adama gitmiş aşkına kavuşmuştu. Ne olursa olsun birbirlerine kavuşmuş olmaları beni mutlu etse de mutluluklarını doya doya izleyememenin de burukluğu yok diyemem maalesef. Şüphesiz onların hikayesi de aşkı da yarım kalmayı hakketmiyordu. Bu kısa serüvende verdikleri tüm emekler için tüm ekibe teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden eminim ki onlarda en az bizler kadar üzgünler böyle veda ettikleri için.

Yazımın sonuna gelmeden önce değinmek istediğim bir konu var. Final bölümüne yapılan yorumları görüyorum ama burada çuvaldızın batırılacağı taraf ekip değil sistem olmalı. Bölümden çok net bir şekilde anlaşılıyor ki senaryoya revize edilecek zaman bile verilmemiş. Bir hafta daha verip güzel bir final yapılmasına bile müsade edilmemiş ki ben bu ani kararı da anlamıyorum.

Vermem Seni Ellere hikayesi oldukça güçlü insana izleme zevki veren wanda anlatacak çok şeyi olan bir işti en azından 13 bölümü kesinlikle hakkediyordu. Ama ne yazık ki hikayenin açılmasına bile fırsat vermeden, kamera arkası, kamera önü çalışan emek verenlerin yeni bir iş arayıp bulma fırsatı bile olmadan final bölümü olduğunu söyledikleri bölümün çekimleri sırasında böyle bir tavrı doğru bulmuyorum.Bu durumu da sadece Vermem Seni Ellere özel söylemiyorum genel olarak Türk dizi sektöründe değişmesi gereken çok şey var. Dizilere en az bakın en az 13 bölüm şans verilmeli bir hikaye anca açılmaya başlar çünkü. Bu tür ani kararlar emek veren saatlerini sette harcayan herkese saygısızlıktır, emeklerini hiçe saymaktır. Maalesef olan oldu ama umarım bazı şeyleri değiştirmek için verilen bir bedel olur bu durum. Başka hikayelerde görüşünceye dek hoşça kalın, bu yolu sizlerle yürümek çok güzeldi.

 

Ne Seninle Ne De Sensin (Ya Çok Seversen, 6.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bir insanın hayatında maruz kaldığı felaketler, başına gelen acı olaylar , yaşadığı travmalar onun değişmesine neden olur, bu olaylar karşısında verdiği tepkiler ise onun nasıl bir insan olacağını belirler. Tüm bunlar belki değişmesi için yeterlidir amenna. Peki ya mutluluk, sevgi, aşk onlar da insanı değiştirmez mi? Bence değiştirir. Bir insanın değişmesine en çok başka bir insan vesile olur derler. Ya onun canını çok acıtarak ya da onu çok severek. Bazen sevdiklerimiz için gönüllü olarak değişmeyi seçeriz çünkü onların sevgisi biz fark etmeden tüm acılarımıza merhem olmuşlardır.

Ateş sevdikleri için değişmeyi, bu güne kadar ördüğü duvarları yıkmayı ve etrafındaki insanların sevgisine teslim olmayı seçmiş gibi görünüyor. Bunun ilk adımı olarak da Leyla’yı resmi olarak hayatına alarak ve kardeşlerini yatılı okula göndermekten vazgeçerek yaptı. Ateş artık onların vasisi değil velisi.

Ateş’te bu bölüm gözle görülür bir değişim vardı. Daha doğrusu bocaladığı , içinde kaybolup gittiği kafa karışıklığını netleştirdi. Kardeşleriyle gönüllü olarak vakit geçirdi, bir dakika durmaya katlanamadığı o evde bir gece yattı. Bige’ye bugüne kadar sunduğu bahaneyi değil de içinden geçeni söyledi “Çünkü hayatımın geri kalanını geçirmek istediğim kişi sen değilsin.” En önemlisi bu kadar güven problemi olan Ateş Leyla’ya hayatından daha doğrusu kalbinden bir yer verdi ki bu onun kırmızı çizgisiydi ve o, bu çizgiyi kendi isteğiyle kaldırdı. Peki Ateş gerçekten değişti mi yoksa bunun altında bambaşka bir şey mi var? Yani düşünüyorum da Ateş gibi kalın duvarları olan, yıllarca kendini derin bir yalnızlığa gömmüş ve böyle yaşamaktan zevk alan biri bir anda kendini böyle “Evli ve çocuklu” moduna teslim eder mi? Kafamı deli gibi kurcalıyor doğrusu bu soru. Evet, Ateş Leyla’ya diğer tanıdığı kadınlardan daha çok güveniyor kabul ediyorum, evet, çocukların koşulsuz saf sevgisi kalbine dokundu o da kabul ama bunlar Ateş’i kabuğundan çıkarmaya bunca yıllık buzlarını çözmeye, yahut bir anda sorumluluk sahibi olmak istemesine yeter şeyler mi ? O tüm bunlardan bile isteye kaçarken bir anda yüz seksen derece dönmesi normal mi? Açıkçası benim cevabım hayır yönünde.

Bir insan birden, sadece içinde sevgi hissediyor diye hemen değişmez. Ateş’in duvarlarını indirmeye başladığını görüyorum ama tam bir değişimi olmadığı kanaatindeyim. Çünkü daha çocuklarla öyle kuvvetli bir sevgi oluşmadı aralarında, sadece birbirlerine karşı biraz daha ılımlı davranmaya başladılar. Leyla desek bir şeyler sakladığını düşünürken hayatı güvensizlik üzerine kurulmuş biri bu durumu yok sayar mı? Bence hayır. Ben Ateş’in kendini açması için yeterli görmüyorum bu sebepleri maalesef. Düşünsenize daha sadece birkaç gün önce panik atak geçirerek çıktı o evden, böyle ağır travmaları olan biri o, bir anda bu kadar büyük değişim bana garip geldi. Ateş bence artık güvenmek istedi. Hayatında ilk kez geleceği düşünmeden bir adım atmak, kimseyi tartmadan hayatına almak istedi ve bir anda kalbinin kapılarını bu sebeple araladı diye düşünüyorum.

Ateş bence hayatında aldığı en cesur kararı alarak, Leyla’ya doğru bir adım attı. Bunu da tüm kafa karışıklığına, yaşadığı büyük güvensizliğe rağmen Leyla ile yepyeni bir başlangıç yaptı ve umarım sonu hüsranla bitmez. Zira Ateş tüm olanları öğrendiğinde Leyla’ya neler yapar kestiremiyorum bile. Çünkü o ailesinden dolayı zaten öfke ve nefretle dolmuş durumda, şimdi bunca zaman sonra birde aşık olup teslim olduğu kadının onun için değil de sadece parası için yanında olduğunu öğrenirse artık onu hiç kimse tutamaz benden söylemesi. İsmi gibi ateş olup yakar kavurur ortalığı, yanansa Leyla olur gibime geliyor zira Ateş’e çoktan kapılmış gitmiş bile o. Leyla da artık ne yaptığını bilmez bir halde oradan oraya savrulup duruyor. Dahası Yakup yeteri kadar büyük bir tehditken şimdi elinde patlamaya hazır bir bombayla yanı başında Füsun duruyor.

Leyla kendi içinde kendisiyle hesaplaşmaktan kaçıyor ve bu ona sürekli Ateş’e ve kendisine yalan söylemesine neden oluyor. Bir yandan ona olan duyguları onu ele geçiriyorken diğer yandan Yakup’un planıyla Ateş’e oyun oynadığını düşünerek kendini kandırıyor. Aslında Leyla hala bir arayış içinde; kendini bu derece kandırmasının sebebi de bu bana kalırsa. O kendine gerçek bir aile istiyor ve şu an bunu Arcalı kardeşlerle bulmuş gibi hissediyor. Çünkü ona göre Arcalılar da tıpkı onun gibi; ailesiz, kimsesiz. Leyla ailesizliği , bu durumun yaşattığı acıyı en derininden bilen biri. Bu yüzden onları ailesi gibi görmeye başladı. Onlar bir şekilde kimsesiz kalmasınlar diye uğraşıyor bana kalırsa, onları ailesi gibi görmeye başladı. Bu denli ikilem yaşamasının da, bu kadar sıkışmış hissetmesini de sebebi bu aslında. Eğer böyle devam ederse bir gün kendi hatası ve yalanları yüzünden bu evden, çocuklardan ve Ateş’ten sonsuza dek ayrılmak zorunda kalacak. Kendi seçtiği ailesini kendi elleriyle bırakacak ve Leyla buna daha fazla katlanamadığı için Ateş’e oynadığı oyunu son sürat devam ettiriyor. Yoksa bu kadar acele etmesinin başka bir nedenini bulamıyorum ben. Fakat bence onu en çok üzen şey Arcalı evinden ayrıldıktan sonra yine yalnızlığa ve kimsesizliğe mahkum olacak olması.

Leyla o kadar yalnız büyümüş ki bence insanlara bu kadar çok bağlanmasının nedeni de bu. Bu yüzden ailesizliğini yok etmek için her şeyi yapmaya hazır, en ufak bir sevgi kırıntısı gördüğündeyse hiç sorgulamadan kapılıyor buna. Yoksa Yakup gibi onları dakika başı tehdit eden, açıklarını kollayan, yaptıkları işleri tehdit amaçlı dosyalayan birine bu denli bağlı olmasının başka bir açıklaması olamaz. Yalnız Leyla’nın unuttuğu bir şey var; sırf seviyorsun diye herkesi ailen kabul edemezsin ki bunun en büyük örneği de Yakup bana göre. Elinde olanı kaybetmek en büyük korkusu olduğu için şu anda hala Yakup’un kancasında takılı gibi dursa da Ateş’e, çocuklara hissettiği mecburiyetin ötesinde, gerçek bir sevgi ve bağlılık diye düşünüyorum. Bu yüzden henüz kendisine itiraf edemese de Leyla da bir noktada tercih yapmak zorunda kalacağının oldukça farkında, bunu kabul etmesi de an meselesi.

Leyla şu anda olayı oyun olarak gördüğünü en başta kendisine ispat etmeye çalışıyor. Tabi ki Ateş’e hissettiği duyguların bundan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Zira Leyla da Ateş gibi bu duygularla yeni yeni tanışıyor ve böylece kendini de daha yeni yeni tanımaya başlıyor. Ateş’le aralarındaki en büyük fark ise Leyla için aile çok yüce, kıymetli ve kutsal bir şeyken, Ateş için sadece kötü anılarla, birbirini sevmeyen insanlarla dolu bir yer. İkisinin öğrenmesi gereken şeyse; aile dediğin sadece kan bağıyla olmadığıdır. Leyla Ateş’e aile olmayı, Ateş de Leyla’ya kanından bile olsa herkese aile denmeyeceğini öğretecek diye düşünüyorum.

Ben zamanı geldiğinde ikisinin de bunu isteyerek öğreneceğine eminim. Yine de Leyla hala deli gibi bir ailesi olsun istiyor. O etrafında kocaman büyük bir aile, sevgi dolu bir ev ve saklandığında onu bulmak için arayacağını bileceği birileri olsun istiyor ve bu onun için her şeyden daha önemli. Çünkü o yapayalnız bir çocukluk geçirmiş ve bunu henüz atlatabilmiş değil. Ateş’e aslında olmasını istediği çocukluğunu anlatırken sesinin titremesi, Berit’in iyi ve mutlu olmasını bu kadar istemesi de bundandı bana göre. Kendi ailesiz büyümüşken çocuklar öyle büyümesin derdinde. Ateş’e oynadığı oyun belki de istediği aileyi bulmasını sonsuza dek yok edebilir ama o henüz farkında bile değil. Leyla allak bullak bir halde Ateş’in de ondan geri kalır yanı yok. Ben hala Ateş’in bu kadar hızlı değişebileceğine inanmıyor olsam da Leyla’nın ona iyi geldiğini de , ona kalbini açmaya başladığını da inkar edecek değilim. Zira Leyla onun kalbine dokunmaya başladı çoktan.

Ateş belki de hayatında ilk defa birine kalbini, içindeki duyguları açtı. Çocukluğundan bahsederken Leyla’nın karşısında evinden koparılan, annesini yeni kaybetmiş o küçücük çocuk vardı sanki. Belki de Leyla’nın mutlu çocuksu hallerini bu kadar sevmesinin sebebi de budur; onun o bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi Ateş’e iyi geliyor. O Leyla’yla birlikteyken mutsuz çocukluğunu unuturken , musmutlu anılar biriktirebiliyor. Ateş Leyla’ya güvenmeye başlayıp, ruhunu açmaya karar vermişken Füsun’un Leyla’nın dolandırıcı olduğunu öğrenmesi onun eline Ateş ve Leyla’ya karşı çok büyük koz verecek gibi duruyor. Füsun’un bu durumu kendi lehine kullanacağını hatta oyuna devam etmeleri için baskı kuracağını düşünüyorum ben. Zira bu onun için bir taşla onlarca kuş vurmak demek. Dolandırıcı bir dadı tuttuğu için Ateş’in elinden hem çocukları hem de şirketi almak için paha biçilmez bir fırsat yakaladı ve Füsun bu fırsatı kaçırmayacak kadar zeki bir kadın. Böylece hem Leyla’yı kontrolü altında alabilecek ve istediği gibi kullanabilecek hem de Ateş’i sonsuza dek yok edebilecek hayatlarından.

 

Hayat hep zorluklarla dolu. Aşk da maalesef bedeli ödenmeden ulaşılamayacak kadar özel bir duygu. Ben sınamayan aşka aşk demem, heves deyiveririm. Ateş ve Leyla da sınanacaklar, hem de en hassas noktalarından : Kalplerinden…

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

YÜZLEŞME (Vermem Seni Ellere, 8.bölüm)

YAZAR : A. Ela Erdoğdu

İnsanlık var olduğundan beri üstüne tartışmaların son bulmadığı iki kavram var “iyi” ve “kötü”. İyi neye göre hangi kıstasa göre iyi, kötü hangi kıstasa göre kötü? Bu değerlendirmeyi yapabilecek nesnel bir değerlendirme tablosu var mı? İyi ve kötü anlayışını belirleyen şeyler ahlak, bulunduğunuz yer ve dünyaya bakış açınız oluyor açıkçası. Bir nevi insan düşünme şeklini birbirine geçen zincirlere benzetebiliriz çünkü hepsi birbirine bağlıdır. Doğuştan gelen fıtratı ile yaşadıkları arasında geçirdiği değişim dolu süreçler ise hayatı oluşturuyor. Yaşadığımız olayların benliğimi büyük ölçüde değiştirdiğini de düşünmüyorum olsa olsa törpüler tıpkı Zeliş’in değiştiğini sandığımız ancak sadece biraz törpülenen fevriliği gibi.

Zeliş… Yaşanılan bunca olaydan sonra ben Soner’in sözlerine hemen inanmasına oldukça şaşırdım çünkü biliyordu ki Soner asla güvenilecek bir adam değil ama yine de onun söyledikleri ile darmaduman oldu. Bu dağılmanın sebebi belki böyle bir şeyi içten içe beklediğindendi ya da ondan uzak durmak için el ile tutulur bir neden bulmuş olmasından kaynaklanıyordu. Ruhu yangınlarla kavrulurken kendini Karadeniz’in serin dalgalarının yakınına bu hayattaki. Belki de tek güvenilir sığınağı olan Aslı’nın yanında buldu. İçinde yeşermek üzereyken solan çiçekleri arkadaşına döktü. İçten içe korktuğu şeyin gerçek olduğunu söyledi o an Zeliş’den beklediğim tavrı Aslı gösterdi. Açıkçası Soner’in sözüne güvenerek pes etmesine izin vermedi arkadaşının çünkü olması gereken buydu. Zeliş gibi mantıklı bir kızın elinde bir delil olmadan hemen inanarak teslim olmasına oldukça şaşırdım ve üzüldüm zira benim bunca zamandır izlediğim kız bu değildi.

Zeliş belki hep fevriydi ama düşünüp sorgulardı bunu ilk bölümde bile Mehmet’in kim olduğunu çözmeye çalışırken gördük. Kontrollü bir fevrilikti onunkisi her zaman ama artık son zamanlarda Zeliş’i anlamakta oldukça zorlanıyorum. Kendimi onun yerine koyuyorum ben olsam ne yapardım, nasıl düşünürdüm diye ama ortak bir noktaya yaklaşamıyorum. Aşk da savaş da her şey mübahtır arkadaşlar pes etmemek lazım tabii bunu yaparken kimsenin onurunu ve gururunu da incitmemek lazım bu önemli. Bana göre Zeliş’in iki tane büyük hatası var o yüzden sürekli olaylar kısır döngü içerisinde oluyor. Birincisi asla ama asla kimseye bir açıklama yapmadan direkt aksiyona geçmesi. En basit örneği babasından kaynaklı Mehmet’e yaptıkları, Hande’den öğrendiklerinden sonraki tavrı halbuki en başında Mehmet’e açık olsa sebebini anlatsa olaylar böyle arapsaçına dönmeyecekti. İkincisi ise çok fazla insanları düşünerek hareket etmesi. Sürekli ama sürekli herkesi kendi mutluluğunun, kendi isteklerinin önüne koyması hayat böyle geçmez Zeliş ömrün kayıp gider ellerinden. Zeliş’in acilen “ben” demeyi öğrenmesi gerekiyor yoksa yıllar sonra annesiyle konuştuğu o uçurumda Mehmet ile konuşabilir.

Kendi yolunda kendi doğrularıyla ilerliyor en azından Zeliş doğru ya da yanlış bir şekilde bir şeyler için çabalıyor Mehmet ise olduğu yerde sayıyor uzun zamandır. Aylardır bir arpa boyu yol alamadı, yalan üstüne yalanla ağ ördü bu yüzden sürekli sıkışıp kaldı. Kendini kurtarmak için en başında söylediği masum sayılabilecek bir yalanı eline geçen fırsatları değerlendiremediği için zincirleme yalan tamlamasına döndürdü. Mehmet’in haklı olduğu noktalar olsa da bir liste yaptığım zaman eksileri, artılarını götürüyor. Şunu çok rahat söylüyorum artık Mehmet bu bölüme kadar asla kararlarında özgür olmadı ya dedesi, ya arkadaşları ne dediyse onları dinleyerek yol aldı en büyük hatayı da burada yaptı zaten. Düğünden kaçma sebebi özgür olabilmekti çoğu açıdan bunu başarsa da yine hayatına yön verecek kararlarda etki altında kalıyordu bunun sebebinin de bu zamana kadar kimsenin ona ne istediğini sormamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Dedesinin söylediği bir cümlede bunu doğruluyor “o babasına söylese de nankör Akif duymadı oğlanı” hayatı boyunca böyle oldu muhtemelen o söyledi ama duyulmadı zamanla da teslim oldu, boyun eğdi. Bu yüzden Zeliş’in pes etmesini anlamasam da Mehmet’in zarar veriyorum düşüncesiyle pes edip evine dönmesini anlayabiliyorum. Hayatı boyunca savaşmayan biri hayatında ilk kez bir şeyler için mücadele etmişti onda da başarılı olamamıştı, o yüzden kadere boyun eğmek mantıklı olan seçenekti onun için.

Pes ettiği umudunu kaybettiği anda imdadına yine Kıvanç yetişmiş bir umut olmuştu arkadaşına ama olay çoktan bildikleri dışına çıkmıştı. Pes ettiği hızda geri kalktı ayağa ve koştu Taşkıran’a çünkü ne kadar yenilse de uğruna sürekli savaşabileceği bir çift mavi göz vardı. Tam tekrar gücünü eline almışken bu sefer Şakir kırdı umutlarını gayet açık bir şekilde söyledi. Durum buyken daha fazla ısrarcı olmak ve hırçın rüzgârı Zeliş’e zarar vermek için gitmeye karar verdi. Mehmet şu an çözmeye çalıştığı sorunla uğraşırken patlayan Hande bombasından haberi bile yoktu ta ki bir diğer dostu Durmuş ona haber verene kadar. İşte o an tüm taşlar yerine oturmuş, yapboz tamamlanmıştı. Mehmet’in en korktuğu şey yaşanmış geçmişi ortaya çıkmıştı, hafızasını kaybetmiş sanıldığı için Hande’nin anlattıklarının yalan olduğunu kanıtlayamazdı da en azından öyle sanıyordu ta ki Aslı’nın gizlice çantasına attığı fotoğraftaki fotoğrafçı ismini bulana kadar o an kafasında planı kurmuştu. Adım adım birlikte asıl gerçeğe ulaşacakları ve Hande’nin yalanlarını ortaya çıkaracaktı tabii bunu yaparken kendi yalanlarının da gün yüzüne çıkabileceğini hesaba katmamıştı. İzlediği yol içinde bulunduğu durumda izlenebilecek en mantıklı yoldu bana sorarsanız sadece sonu kötüydü zira Mehmet, üstünde gelinliğiyle Hande’yi terk ettiğinde onurunu ve gururunu yaraladı kızın şimdi başka insanların önünde o anı tekrar yaşatması oldukça kötüydü her ne kadar Hande oynadığı oyunlar ve yalanlarla bir dersi hakketse de karşılığı bu değildi.

Gözler kalbin aynasıdır derler ya hani gerçekten doğru sahilde dizlerinin üstüne çöküp sevdiği kadına aşkını itiraf ederken Zeliş tereddüt ederken Hande ilk defa o an hiç sevilmediğini, bir mecburiyet olduğunu ve kandırılmış olduğunu anladı o an gerçekten Hande için çok üzüldüm bir insan böyle bir şeyle gerçekten yüzleşmemeli. Hande’nin tepkisi sonrası şaşıran Mehmet ve rahatlayan Zeliş birbirlerine sıkı sıkı sarılırken Hande savaş çanını çalmaya başlamıştı ve gizli müttefiki Uğurla bu savaşı kazanacağına emindi. Bilmediği tek şey ise dürüstlüğün ve sevginin çoğunlukla kazanıyor oluşuydu.

Uğur, Hande ile bir olup kendi çıkarları uğruna arkadaşını(!) harcarken Kıvanç arkadaşının en mutlu olduğu anında yanında olup ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Mehmet’in aldığı son karardan memnun olmasa, onu vazgeçirmeye çalışsa da arkadaşına cephe almamış, yanında durmuştu bu yüzden Kıvanç, gerçek bir dost olduğunu kanıtlamıştı. Mehmet’in geçte olsa aldığı gerçekleri açıklama planından sonra olacak tüm olaylarda da arkadaşının yanında olacağından gram şüphem yok.

Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti ama sonunda doğru olana ulaştı Mehmet, dürüstlüğün getireceği her şeye razıydı. Temiz bir sayfa açmak ve bembeyaz bir hayata sevdiği kadınla başlamak istiyordu. Başına gelecekleri, Zeliş’in gideceğini bilse de bundan vazgeçmedi belki de aralarındaki bağın sağlamlığından artık tamamen emin olduğu, sevgisine ve Zeliş’in sevgisine güvendiği içindir. Mehmet ve Zeliş’in hikayesi bir yalanın üzerine kurulu gerçek bir sevgiyi var etti. Birbirlerini tamamlamayı, birilerine güvenmeyi, sevmeyi öğrettiler birbirlerine, eksik olan yerlerinden sarıldılar bu yüzden Zeliş’in öğrendiklerinden sonra tepkisi büyük olacak diye düşünüyorum çünkü birine güvenmeyi başarmışken her şeyin yalanlar üzerinde oluyor oluşunu öğrenmesi kendisine duyulan sevgiden de şüphe etmesine sebep olacak.

Zeliş ve Mehmet’in aşkları naif derin bir sevgi olsa da iki tarafında hatalarından temeli sarsıla sarsıla kurulacak çünkü Mehmet söylediği yalanlarla çok büyük yaralar açtı, keskin tavırları, birçok şeyi saklayıp tek başına kendince çözmesi ile doğru bulmasam da Mehmet’i yalanlar söylemeye iten başka bir şey oldu. Birbirlerine olana sevgilerinde asla kuşkum yok ama beraber bir yol alacaklarsa ikisi de şapkalarını önlerine alıp sorgulayacaklar, hatalarını bulacak kırdıklarından özür dileyecek ve bir daha yapmayacak. Yaşanan bu büyük yüzleşme sonrası tüm bu işleri nasıl toparlayacaksın, kırılan kalpleri nasıl onaracaksın merakla bekliyorum Mehmet.

Bir sonraki hafta görüşünceye dek umutla kalın.