YAZAR : A. Ela Erdoğdu 

Zaman uçsuz bucaksız bir karadelik gibi bizleri içine çekerken onca yılın ne kadar çabuk geçtiğini gördüğüm an ağzım açık kaldı. Yayınlandığı dönemde fırtınalar estiren, tıklanma rekoru kıran hatta bir günde bir milyondan fazla izlenme başarısı gösteren Güneşi Beklerken hayatımıza gireli tam 10 sene olmuş.

Güneşi Beklerken benim hayatımda çok özel bir yerde çünkü hayatımın çok stresli bir döneminde karşıma çıktı. Yedinci sınıftan sekizinci sınıfa geçtiğim yaz tanıştım. Yalan yok ilk tanıtımı gördüğümde klasik bir lise dizisi demiştim kaç lise dizisine yaşım yettiyse artık…Annemle beraber izlemeye başladık ve önyargılarımdan dolayı utandım çünkü bayılmıştım; sınav stresinden gerilirken bana kendimi dinlendirebileceğim bir liman olmuştu adeta. Güneşi Beklerken dört başrol ile izleyici karşısına çıkarak büyük bir risk almıştı aslında çünkü dört karakterin hikayesini bir yerde ana olaya bağlamak oldukça zordur hele ki karakterlerimizin birbirine olan zıtlığını düşünürsek.

Hayatın içinden alınmış dört ayrı renk, her baktığınızda farklı detaylar gördüğünüz bir tablo gibiydiler adeta. Birbirine taban tabana zıt ama büyük bir ahenk ile bir arada bir tablo oluşturdular. Her bir gencin ayrı bir derinliği vardı ancak içlerinde kendini hem saklayıp hem de net olarak ortaya koyan en net iki karakterden biri şüphesiz ki Kerem Sayer oldu.

Kerem bu tablonun en sert rengiydi, bakıldığında ilk dikkati çeken oldukça derin ve ne kadar uğraşırsanız uğraşın tam anlamıyla çözemediğimiz bir gençti. Kerem Sayer karakteri ile hayatımıza giren Kerem Bürsin sayısız muhteşem ruha can olsa da sanırım Kerem Sayer’in yeri hepimizde ayrı kalacak. Kerem aslında ruhunda birden fazla rengi barındıran ancak dışarıya sadece siyah kısmını gösteren bir çocuktu. Bunun sebebini uzun süre düşündüm ben ve karşıma tek bir cevap çıktı : İnsan ailesine kendisini gösteremiyorsa, dışarıdaki insanlara nasıl gösterebilirdi?

Kerem, üstü toz, toprakla örtülmüş ve derinlerde saklı kalarak gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen bir tarihi eser gibiydi ve koşulsuz sevgi onu tekrar gün ışığına kavuşturdu. Uzaktan bakıldığında mükemmel şartları olan, Amerika’da okumuş, zengin bir ailenin tek evladı yakından bakıldığında ise yıllardır bunalımda olan kendini odalara kapatan, oğluyla neredeyse sıfır iletişim bir baba, duygularının alındığını düşündüren taş kalpli, bir anneden çok patronu gibi davranan bir anne… Evlatlarını kaybetmiş olmalarını, acılarını anlayabiliyorum ama geriye kalan tek evlatlarına yaşadıkları bu kayıptan sonra buz kesmelerini, kendilerinden uzak tutmaya çalışmalarına anlam veremiyorum. Çok sevdiği ağabeysinin acısı ona ağır gelirken üstüne yaşarken ailesini de kaybetmiş gibi hissediyordu Kerem şüphesiz. Yaptıklarıyla ailesine “Koray öldü ama bakın ben buradayım, yaşıyorum” demeye çalışıyordu ama yine hiçbir tepki görmüyordu. Görünmez oldukça kendini daha değersiz, önemsiz hissediyor çünkü içten içe kendini ölen ağabeyi ile kıyaslıyordu. “Onu seviyorlardı ama beni sevmiyorlar ben onun gibi değilim vb.” bir sürü düşünce en derinlerinde dolanıyordu evde görünmez oldukça dış dünyaya kendince “Onlar beni görmüyor ama ben buradayım, beni yenemezsin” demeye çalışıyordu. Sevmek, sevilmek, aile olmak, bu kavramlara öyle uzaktı ki bunları sadece çocukluk arkadaşı olan Barış’dan, Behice Teyzesinden gördüğü kadarıyla biliyordu. Tahmin edersiniz ki görmek, bilmek başka hissetmek bambaşkadır. Kerem’in tek ihtiyacı olan ona koşulsuz sevgiyi yaşatacak, onu olduğu gibi seven biriydi ki bu kişi hiç kimsenin aklına gelemeyecek şekilde ve an da gelmişti ama ikisinin de bundan uzun bir süre haberi olmayacaktı.

İnsan insanı yarasından tanırmış diye bir söz okumuştum bir yerde hayatımda daha anlamlı çok söz duymuşumdur. İnsanı insan yapan, büyüten ve güçlendiren şey hayattan aldığı darbelerdir bazı yaralar derindir bazılarını bakar bakmaz görürsün. Derin acıları kendimiz bile hatırlamayız en azından öyle yaparız ama bizi ayakta tutan en büyük şeylerdendir büyük acılarımız. Kerem ailesi yaşarken ailesizlikle boğuşurken Zeynep’in tutunabileceği tek ailesi annesi Demet’ti. Gözlerini babasız bir şekilde hayata açan Zeynep hayatının en büyük sınavının bu olacağından habersizdi. Annesi tarafından acısını en aza indirmek amacıyla yaratılan bir masal ile büyümüştü. Bundan dolayı da gerçekten yapamadıklarını babasının fotoğrafıyla ve hayali ile yapıyor bunlara tutunarak güçlü kalabiliyordu. En yakın arkadaşı, sırdaşı, dert ortağı bir fotoğraf olarak tanıdığı babasıydı, küçük ona yeten bir dünyası varken bir anda kendini bambaşka bir dünyada buldu. Yüzlerinde maskeleriyle dolaşan ancak filmlerde görse inanacağı tipte insanlar. Bunların en başında da hayatının aşkı olacağını bilmediği Kerem vardı.

Zeynep Gölyazı’ndan geçici süreyle geldiğini düşündüğü bu okulda daha ilk günden kabus yaşamaya başladı. Okulun sahibinin oğlunun zorbalığını gözünü kırpmadan elinden aldı ve hayatı bir anda zindan olmaya başladı. Kerem tam anlamıyla birine karşı görünür olduğu için nefret saçmaya başladı. Yukarıda ailesinin ilgisini çekmek için yaptıklarından bahsetmiştim, sonrasında da bu ilgi çekme numarası Kerem’e bir güç sağladı. Kerem içinde büyüyen öfkeyi okulda zorbalıkla güce dönüştürerek bir korku imparatorluğu kurdu. Bu Zeynep’in İstanbul’a geldiği günden itibaren böyleydi. Kerem’in gücü bir kız öğrenci tarafından elinden alındı. Bu Kerem için affedilmez olsa da Kerem’in o anda fark edemediği bu kız ona güç kullanmadan görünür olmayı, dikkat çekmeden sevilmeyi, en önemlisi sevginin sorgusuzca olacağını öğretecekti.

Karşıdan bakıldığında aslında çok seven Kerem, sanki az seven hep Zeynep gibi duruyordu. Ancak Zeynep’in hayatında olan, değer verdiği bir çok insan vardı. Zeynep hepsine aynı anda sahip çıkmaya çalışırken, Kerem’e de aslında sevginin tek kişiye ait olmadığını öğretti diye düşünüyorum. Kerem, Zeynep’ten sonra arkadaş grubuna sahip oldu mesela. Öncesinde sadece Barış ve köleleri vardı. Can da onun sözünden çıkmazdı ancak Zeynep’in onun hayatına değmesinin ardından o etrafına çektiği duvarları artık kaldırmaya başladı. Bu duvarları tek tek Zeynep yıktı ve işin güzel yanı ikisi de farkında değildi. Aşk birden bire gelir, hesapsızca gelir ve sen o geldiğinde yapmam dediğin ne varsa yaparsın. Mesela ben istenen adamım dersin ama hoşlandığın kızı öpünce evde dans edersin. Klostrofobisi var diye ona sarılırsın, nefesi olursun… Aşk böyledir.

Kerem ve Zeynep aralarındaki ilişkiyi nefret sözcüğüne saklamıştı. “Senden nefret ediyorum kas hayvanı!” diyerek birbirlerini çok sevdiler. Nefrete Kerem’in daha çok inanması, Zeynep’in o duygu içerisinde Kerem’in tüm ruhunu zapt etmesi tam anlamıyla aşkın mucizesiydi. Birbirlerine yaralarıdan sarıldılar, hayalleriyle aşık oldular ve bu aşk o kadar da kolay olmayacaktı…

Kerem ve Zeynep’in önünde birçok engel vardı ama sanırım en büyük engel Melis ve Barış’tı. Birinin en yakın arkadaşı, diğerinin kız kardeşi kendilerine aşıktı ve Zeynep burada vazgeçen oldu. Aslında Zeynep’in vazgeçme sebebi de Kerem’ i az sevmesi ya da Melis’i daha çok sevmesi değildi. Kerem tüm cesaretiyle gelse de Kerem’le Zeynep’i birbirinden ayıran en temel fark aile hususundaydı. Zeynep için aile her şeyden önce geliyordu zira Zeynep, Demet’ten böyle öğrendi. Ancak Kerem’in aile tanımlaması çok farklıydı. Kerem sevgiyi yakaladığı noktada bırakmak istemedi ancak burada en büyük sıkıntıya giren kişinin de Zeynep değil Kerem olduğunu sanıyorum. Melis ve Zeynep seneler sonra birbirini bulmuş iki kardeşti. Ancak Kerem ve Barış için durum bu değildi. Onlar kardeşti ve aynı kıza aşık olunca kardeşlikleri büyük bir darbe aldı. Bu da Kerem’i içten içe mahvetti…

Aile olmak deyince aklınıza anne-baba ve diğer akrabalar gelmesin bazen içine doğduğumuz aileden daha çok ailemiz olan insanlarla karşılaşırız işte Kerem için Barış tam olarak bu anlama geliyordu. Gerçek Kerem’i bilen tek kişiydi, yanında hayal kurabildiği, eğlenebildiği tek kişiydi Barış. Bu hikâyenin en sakin rengiydi şüphesiz Barış, küçük yaşta ailesini kaybetmiş anneannesi ve arkadaşının etrafında hobileriyle doldurduğu bir hayat bir de yıllardır karşılıksız sevdiği Melis. Çok saf çok temiz duygularla seven, hep doğrunun yanında olup doğruyu yapmaya çalışan sevdiklerinin yanında olan bir genç adamdı ta ki canı en güvendiği kişi tarafından yakılana kadar. Kardeşim dediği adam ve sevdiği kadından aldığı darbe ile Barış’da oldukça değişmişti. Canı yanan can yakmak ister, kendine olan öfkesi ayrıdır güvendiklerine ayrı Barış’da kendine yaşatılanların bedelini ödetmek istedi, değişmeye başladı ama uzun süre devam edemedi. Birbirlerine bir sürü lafta söyleseler hayatının en zor anlarından birinde yanında olan, omzunda elini hissettiği kişi Kerem olmuştu. Bir an yalnız bırakmadı kardeşini, acısını ona göstermeden onu ayakta tutmak için uğraştı belki de yaşanan bunca zorluğa rağmen yıllar sonra bile kardeş olarak hayatlarına devam edebildiler.

Sizi birine bağlayan sadece kan değil candır tıpkı Kerem ve Barış’da olduğu gibi ama bir de kanla ve canla bağlı olmak vardır Melis ve Zeynep gibi. Birbirinden habersiz bambaşka hayatlarda bambaşka büyüyen iki kız. Babasının yokluğunda annesine sarılan Zeynep, anne ve babası yanında olmasında rağmen kendini yalnız hisseden Melis. Başarılı bir anne ve babaya sahip bir çocuk için hayat kolay olmuyor çünkü sürekli olarak onlarla kıyaslanıyorsunuz kimse kıyaslamasa annen ve baban kıyaslıyor zaten. Cihan bunu çok yapmasa da Tülin farkında olmadan kızının ruhuna büyük izler bırakmıştı. Melis’in yaşadığı bulumia kesinlikle annem gibi güzel, zayıf ve başarılı olmayalım temelinden başlayıp, babasının bir kızı olduğunu öğrenmesi ile ilerlemeye devam etti. Tüm bu olanlar ve diğerleriyle tek başına mücadele etmek zorundaydı çünkü içini dökebileceği, dizlerine yatabileceği ne bir annesi ne de arkadaşı vardı. Bir anda çıkıp gelen bir kız kardeşi vardı sadece ama onu da korkuları yüzünden oldukça yaralayarak hayatına aldı zira babası onun en değerlisiydi. İyi kötü bir sürü şey yaşayarak önce can sonra kan yani tam olarak her anlamda kız kardeşini kabul etmişti ama beklemediği bir darbe aldı çünkü kardeşi yıllardır sevdiği çocuk olan kişiyle gizli bir beraberlik yaşıyordu. Melis de aslında sevgiyi tanımlama hususunda sorun yaşadığı için Aksel’in aşkını çok zor anladı. Annesinin kusursuz hayat dayatması, Aksel’in kusurlu olması ve Melis’in onu anlamasını geciktirdi. Melis uzun süre toksik bir şekilde oradan oraya savruldu. Tam kendini, Aksel’i anladığında hayatının en büyük acısını yaşadı. Aksel ona korkunç bir tecrübe yaşattı. O gün onu düştüğü yerden kaldıran Zeynep oldu. Melis her şeye rağmen sevmeyi Zeynep’le, koşulsuz, her durumda sevilmeyi de Aksel’le öğrendi. Melis’in yaşamı zor olsa da yaşananlar ona, aile kavramını yeniden öğretti diye düşünüyorum.

Zeynep, Melis, Kerem ve Barış dikenlerle, çakış taşlarıyla dolu bir yolda birlikte yürümeyi başararak güzel bir hayata ulaşmayı başardılar ki şüphesiz onları bu kadar özel, önemli kılan da onlara can veren oyuncularıydı sanki Hande-Zeynep, Kerem-Kerem, Yağmur- Melis, Ege-Barış olmak için doğmuşlardı. Üzerinden 10 sene geçmesine rağmen onları unutmuyorsak eğer karakterlere üfledikleri ruh sayesindedir.

Güneşi Beklerken, castı, senaryosu, rejisi, müzikleri ile harika bir projeydi. Bize anlatılan ve altında verilen çok güzel mesajlar vardı. Sevgi her zaman kazanırı öğrendik mesela ya da aşkın gücünü, aşkın kimsenin karşısında yenilmeyeceğine inandık. Öyle ki Kerem ve Zeynep her şeye rağmen birbirlerine tutunarak o hayal ettikleri hayata kavuştular. Bu dizi bir çok şey öğretti, hepimizin hayatına bambaşka şekilde dokundu.

Tüm ekibin yüreğine, hepinize çok teşekkür ederim, iyi ki sizinle büyüdüm…

Bir sonraki yazıda görüşünceye dek sevgiyle kalın.

 

Yorum bırakın