Uzun zamandır yazdığım en heyecanlı analizle karşınızdayım. Bergen daha ilk adını duyduğum günden bu yana heyecanla beklediğim bir filmdi. Şimdi tabi çok popüler oldu ama biz bu masada yıllardır vardık, demekten gurur duyuyorum. Bergen bu ülkede ve hatta dünyadaki binlerce kadından sadece bir tanesiydi ama onu unutulmaz kılan neydi? Neydi kısacık hayatında onu bu kadar kalplerimize işleyen? Uğradığı şiddet, yaşadığı zor hayat mıydı bizi bu denli etkileyen? Hayır! Bergen’i unutulmaz kılan mücadelesiydi, vazgeçmemesi ve son ana kadar direnmesiydi. Bu güçlü kadının seyirciye de güzel yansıdı, son zamanların en iyi çıkışını yaparak, üç günde 718.000 kişi tarafından izlendi.

Bergen’in hikayesi hepimizce malumdu, bir adamın damla damla tükettiği bir hayatı vardı. Her gün şiddetle geçen, güzel Bergen’in ölümüne giden saplantılı bu aşk hikayesini aslında hepimiz biliyorduk. Ben de herkes gibi “Kendini döven adama gitmiş işte, kendi sonunu kendi hazırladı!” diyebilirdim ama ben anlamak istiyorum. Bir kadın hayatı kendine zindan eden adamla neden ikinci kez evlenir? Halbuki o adam hiç değişmedi, ilk gün neyse sonra da oydu ama Belgin bile bile lades dedi. Yüzüne kezzap atılana kadar o hayatı tercih etti hatta “Her şeye aynı anda sahip olamazsın!” diye kabullenişi bile vardı. Belgin, bu adamla o hayatı tercih ediyordu ama nedenini bir türlü anlayamadım. Kendi tarafımdan bakınca anlayamadım ama Şeyma’yı boşverip, Belgin olunca kalbime ağrılar girdi, anladığımda daha da üzüldüm.

Bergen’in bu adama gitmesinin sebebi, kendisini sevdiğini düşünmesiydi. Babasından, Abdullah’tan görmediği sevgiyi gördüğünü düşünüyordu. Böylesine sevgi olur mu demeyin bence çünkü Belgin’in sevgiyi dayayacağı bir tecrübesi yoktu, adamın öfkesini bile kezzap olayında anladı. İkinci kez şiddetten kaçarken neredeyse canından oluyordu ama bu Bergen için sonun başlangıcıydı.

Belgin önce hayalleri olan genç bir kızken, birden kendini “Güzeller Güzeli Bergen” olarak sahnelerde buldu. Işıkların altında, aşık olduğu, kendini bulduğu bir dünyaya adım atmıştı. Mutluydu, Belgin. Hayatında kimseden görmediği sevgiyi görüyor, insanların attığı çiçeklerle mutlu oluyordu. . İşte Belgin’in Bergen olma hikayesi böyle başlamıştı…  Aslında onun hayatındaki amacı varoluşundaki sevgisizliğini aşkla kapatmaktı. Sonrasında o caniye aşık olduğunda da aynısını yaşadı ama maalesef onun sevgi sandığı şey acının ta kendisiydi. “Perişan ettin beni yaktın bu genç yaşımda.” dediği aslında durumun basit bir özetiydi. Bir Çello üzerine gördüğü ve ona sahip olma hayaliyle yanıp tutuştuğu ismi kendisine mahlas seçen Belgin, güzel ve masumken yanlış adamı sevmesiyle acıların kadınına dönüşmüştü.

O cani aslında kendi zayıflığını, Bergen’le kapatan bir zavallıydı. Gücü yettiğinde ona işkence eden, yemediğinde dizlerinin üstünde çöken zavallının tekiydi. Belgin’i geri döndüremeyince onu bizden kopardı ama ölen sadece bedeniydi. Yıllarca eziyete katlanan bedeni…

Bergen’in yolculuğu fiziksel darbelerinden fazlasıydı aslında. Bütün vücudu yansa da o şarkı söylemek istedi, var olmak istedi, bu yüzden de hiç vazgeçmeden devam etti. Savaştı, direndi ve ben size bir sır vereyim mi? Bergen kazandı, herkesin sevgisini kazandı. O cani saldırdıkça insanların sevgileriyle sardılar Bergen’i, bağırlarına bastılar. En zor anda bile yıkılmadı, kanlar içinde şarkı söylerken bile dik duruşundan asla taviz vermedi. Tıpkı küçücük yaşında hayalini kurduğu gibi sevildi, onun için üzülen insanlar ona acımadılar, acılarını şarkılarının içine akıttılar…

Bergen filminde aslında birçok sır perdesi de aralandı diye düşünüyorum. Kezzap atılmasının ardından yeniden o caniye döndü sanılan Bergen aslında hiç dönmemiş. O gazete haberleri, söylenenler tamamen artık rahat bırakılmak için, güvenle yaşayabilmek için o adamın öfkesini dindirmekmiş, öğrendim. Biliyor musunuz tersi de olsa yargılamazdım onu ama onu sevgisiz bırakan babasına lanet okudum. Eğer o kızına hak ettiği sevgiyi verseydi belki bugün Belgin hala bizimle olurdu.

Belgin ve yaşadıklarıyla ilgili diyeceklerim bu kadar. Filme gelecek olursak, benim uzun yıllar sonra izlediğim en güzel filmdi. Öncelikle itiraf etmem lazım fazlasıyla ajite edilmiş bir film bekliyordum. Kadını acıtabildiği kadar, acıtacak, tamamen seyirciyi ağlatma odaklı bir iş beklerken tamamen doğal ve hiç bir yerinde olayların ajitasyonla boğulmadığı bir film izledim. Sinemada soluksuz izlediğim ender filmlerden olması bir yana filmin castı, kurulan dünyası öyle başarılıydı ki sanki sinemada bir film izliyor gibi değil de zaman makinesinde Belgin’in hikayesini en ön sırada izlediğim hissine kapıldım. Ekrandan girip, onu kurtarmak istedim. Normalde böyle reklamı yapılan işleri sevmesem de Bergen için yapılan her reklam yetersizdi. Bu yüzden tüm ekibin yüreğine sağlık ancak bir kişi var ki, ona ayrı parantez açmam lazım: Farah Zeynep Abdullah!

Ben oyuncular için karakteri giydi demeyi hiç sevmem, yanlış da bulurum. Farah’sa öyle bir Bergen yaratmış ki sanırım Bergen mezardan çıksa, kendini oynasa ancak bu kadar olurdu. Ona yeniden ruh üfleyerek, anısını bizlerle buluşturdu ne de güzel oldu.

Filmle ilgili tek eleştirim, filmin bir yerinde gerçek Bergen’i kısa da olsa görmeliydik. Bi sahnesi, bir kayıdı, ne olursa…olmalıydı. Bence tek eksiği buydu, geri kalan her şey muazzamdı… Özellikle de o katilin adının filmde anılmaması muazzam güzellikte bir hareketti, senaristlere teşekkür ederiz.

Bu filmden çıkacak en güzel ders neydi biliyor musunuz? Çocuklarınızı sevin, onlara şefkat gösterin ki sevgiyi dışarıda aramasınlar… Belgn gerçek sevgiyi o canide bulduğunu sanmıştı ama bulduğu tek şey acı oldu. O katil güzeller güzeli Bergen’i acıların kadınına dönüştürdü.

Şimdilik benden bu kadar arkadaşlar. Bergen “Benim için üzülmeyin, beni dinleyin…” demişti, onun için üzülmeyin, kızlarınızı sevin ki yeni Belgin’ler toprak altına girmesin, onları sadece sevin…

Acıların Kadını Bergen, seni ve mücadeleni hiç unutmayacağız…

Katilin adı : HALİS SERBEST!

Yorum bırakın