YAZAR : Şeyma BULUT 

İnsan hayatındaki en değerli duygu nedir diye sorsalar hiç düşünmeden aşk derim ama tabi bunun şartları var. Bahsettiğim salt tutkunun hissettirdiği geçici durum değil. Benim aşk anlayışım içinde sevgiyi, güveni, merhameti barındırır. Tüm bunlar da bir günde değil, zamanla olacak şeylerdir. Sadi ve Songül tüm olmazlara inat, el ele bugüne geldiler. İkisi de birbirine hem aşk, hem de hayat arkadaşı oldu diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül bu yola çıktıklarında büyük ihtimalle zoraki bir ev arkadaşlığı belki de hafiften biraz da arkadaş olmaktan öte bir şey hayal etmediler. Sadi, geçmişin diyetini ödeyip, bir kaç insana yardım edip, en sonunda da ölümüne sebep olduğuna inandığı, intikamını kendince alsa bile diyetini ödeyemediği küçük kızın anısını onurlandırıp, öyle uzun yıllar yaşamadan bu dünyadan çekip gidecekti. Songül de yalnızlığını bölmeden, kimseye bağlanmadan, ailesinin intikamını alıp, mesleğine devam edecekti. Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir derler ya, bu ikisi için tam olarak bu gerçekleşti. Önce birbirlerine arkadaş, sonra dost, sonra dayanak, sonra aşık ve en sonunda hayat arkadaşı oldular. Birbirlerini geliştirip, hayatın bambaşka bir yönünü gördüler. Sadi ilk kez onu tüm varlığıyla kabul eden bir kadınla yeniden doğarken, Songül de onu her anında yalnız bırakmayan, destek olan, arkasında dimdik, dağ gibi duran bir adamla yeniden yaşama sevincini kazandı. Aşk da zaten bu değil midir? İnsan diğer yarısını bulunca kendinde ne eksikse onu tamamlar. Aksi halde o bence aşk değil sadece bir heyecan olurdu…

Songül Acarerk tüm hayatını bulmaya adadığı adamı sonunda buldu. Servet’in ona babasının adıyla seslenmesiyle kendini neredeyse kaybedecekti ancak ortamda Gizem’in olması, ölme ihtimalleriyle geride durmak zorunda kaldı. Songül ne yazık ki babasının katilini elinden kaçırdı ancak bu oyun daha yeni başlıyor. Servet her zaman olduğu gibi iki adım öncesini görerek bir plan kurdu ve tereyağından kıl çeker gibi olaylardan sıyrılıp, kaçtı. Ancak bunu yaparken eski gücünü de o yalıda, Songül ve Sadi’nin ayakları altında bıraktı. Zira kendisinin resmi ölümü sayesinde kayıtlı tüm mal varlığı, banka hesapları artık polisin elinde. Gücünün oldukça sınırlı olacağını düşünüyorum. Yine de yaşarken oldukça tehlikeli bir adamken, şimdi daha da tehlikeli bir düşmana dönüştü. Özellikle de Songül’ün hayatı büyük risk altında. Ailesinin katili onun hala ensesinde bir nefes ve bunu Sadi dahil kimse bilmiyor.

Songül, Servet’in ölüm haberiyle derin bir nefes alırken, içindeki tüm acısı, öfkesi, hayal kırıklığı gözyaşlarına karışarak aktı, gitti. Ancak bu bir cümle ile anlatılacak kadar basit bir şey değil. Songül’ün en berbat hikayesi, Servet’in kanlı kalemiyle yıllar önce yazılmış, bir kız çocuğu tüm hayatını onu bulmaya, onu yakalamaya adarken nefes almamış, yaşamayı unutmuş. En sevdiği filmin Titanik olmasının en önemli sebebi ne biliyor musunuz? Songül kimsenin onu kurtarmasını beklemeden o ahşapta tüm fırtınaya rağmen nefes almaya çalışan bir kadındı. Su soğuk, rüzgar kuvvetliydi ama o yaşamayı başardı. Tüm hayatını böyle geçirip, artık nefesi zayıflayıp, dayanamayacak hale gelip ahşapı bıraktığında hayatına Sadi bir mucize gibi girdi ve onu hayatta tuttu.

“Artık sana tutunacağım” sözünü bir filme yapılan basit bir ithaf  değil, bir durum açıklaması olarak düşünüyorum. Songül bu yola çıktıktan sonra neredeyse hayatını bile kaybedebilirdi ancak Sadi’ye tutunarak hayatta kaldı. Ne zaman düşse sevdiği adam tam yanı başındaydı. Onun artık bir ahşapa ihtiyacı yok, sarılacağı, dayanacağı bir insan var. Songül, hayatındaki en büyük dayanağına sarılırken, Sadi de en büyük şansını kalbine sığdırıp, onunla yakaladığı huzurun tadını çıkarıyor yani şimdilik… Buraya kadar her şey çok güzel ama tutunduğu ruh kendisiyle iyileşen çok yaralı bir adama ait ve Songül onun iyileştiğini düşünüyor ya da öyle umuyor peki öyle mi? Sadi gerçekten tamamen iyileşti mi…

Sadi Payaslı, oldukça karanlık bir geçmişe sahip, kendini uzun yıllar bir çöplükte kabul eden, oradan çıkınca da sevgiye layık olmadığını düşünerek yaşayan bir adamdı. Busenaz’ın ölümü özellikle Sadi’nin içindeki karanlığı daha da koyu yapan en önemli etken oldu. Sadi için Busenaz sonrası tamamen hayat yapması gereken şeylerden ibaret olmaya başlamıştı ki hiç beklemediği, olmasına dahi ihtimal vermediği bir mucize gerçekleşti : Aşık oldu. Burada Sadi’nin beklemediği mesele kendisinin birini sevmesi değil, aksine o hayatına aldığı insanları sevme konusunda  sorun yaşayan biri değil ancak onun beklemediği sevilme hususunda gerçekleşti. O Songül’ü sevdi, onunla bir hayat ona çok güzel geldi ki bence onun bu yeni kimlik meselesinde kendini en mutlu hissettiği durum, kendisinin aksine beyazlar içerisinde, gülüşünde güneşi gördüğü bir kadınla evli olmasıydı. Bu yüzden Songül onu kırsa bile Sadi ona hiç gönül koymadı. Ona en kızgın olduğu zaman, Songül’ün kendi hayatını riske attığı zamanlar oldu. Sadi, Songül’e aşık oldukça Emin’i ruhunun karanlığına hapsetti, onun yüzleşmek şöyle dursun varlığını bile reddeder hale geldi.

Hatırlıyor musunuz, Sadi Songül’e tablo hediye ederken “Sen beni terbiye ettin!” demişti. Bence ikisinin ilişkisinin en doğru tanımı bu oldu. Songül, Sadi’yi terbiye etti, ruhunu tedavi etti ancak Sadi ona tam olarak kendini göstermediği için olsa gerek Songül sadece gördüğü kısmına dokunabiliyor. Halbuki Songül karşısındaki adamı bütünüyle seviyor, kabul ediyor ki bence sesli söylemese de Sadi de bunun ayırdına varmaya başladı. Bu hususta gözlerinin açıldığı ilk an depoda Songül’ün onu Emin’in düşmanlarından kurtarmaya geldiği an diye düşünüyorum. Songül oradaki adama kocam derken, onsuz asla gülmem derken isimlerin, durumun bir önemi yoktu. O, karşısındaki adamı bir bütün olarak sevdi, değer verdi, kendini teslim etti.

Songül, Sadi’nin her şeyini seviyor. Biliyor ki yaşanan her şey, mazisi, acıları karşısındaki adamın bir parçası. İnsan bulunduğu yere gelmez, bir günde o karakter oturmaz. Songül de bunu hisseder gibi Sadi’ye bir süredir bunu göstermeye çalışıyor. Aksi durumda zaten Sadi’yi nereye çağırsa getirtebilecekken, ben kendi kendime tuzağa düştüm gibi bir cümleyle onu eski hayatındaki kılığında o eve çağırmazdı diye düşünüyorum. Ya da aylar önce ona aşık olduğunu değil, şimdiki halini sevdiğini söylerdi. Songül’se her hareketiyle tüm isimler ve kimliklerden bağımsız Sadi’ye olan aşkını gösterdi diye düşünüyorum ki Sadi’yi ilk kez Songül’ün karşısında bu kadar net gördüm. Sapanca’da aşklarının en özel anını birlikte yaşarken, Sadi tamamen kendisi gibiydi. Bir baktım tamamen tutkulu, sevdiği kadını sahiplenen adam, bir baktım otelin bahçesinde dans edip, karısına şefkatle sarılan adam. Her şeyiyle, gizlenmesine gerek olmadan kendisi gibiydi. Zaten bir tek Songül’ün yanında böyle olabiliyor, bir tek ona gösteriyor kendisini… Ben onu ayrı iki kimlikte iki ayrı insan olarak görmüyorum. Karanlık tarafları var, aydınlık tarafları var ama bunu bir kişilik bölünmesi değil, özellik olarak düşünüyorum. Songül, Sadi’yi her şeyiyle sarıp, sarmaladıkça o da tamamen kendisine döndü, olduğu kişiyle barışmaya başladı ve doğal olarak bunun iyi tarafları olduğu gibi sorunlu olan tarafları da kendisini göstermeye yüz tuttu.

Sadi’nin bir yanı var çok merhametli, çok nahif, sarıp sarmalayan. Ama bir yanı da var ki çok koyu, çok karanlık. O öfkesini biz belki bir kere gördük, Songül ise hiç görmedi. İlk bahsettiğim yanınıysa hep görüyoruz. Songül ne zaman üzülse, sevdiği adama ihtiyacı olsa kolunu uzattığı anda Sadi orada oldu. Servet meselesinde mesela, Songül yalının önünde kriz geçirmek üzereyken Sadi tüm şefkati ve sevgisiyle oradaydı. Halbuki o da çok istiyordu Servet’i yakalamak ama Sadi’nin ilk önceliği hiç bir zaman kötü adamlar yakalamak olmadı. O zaten hangisini yakalarlarsa bir yenisinin geleceğini biliyor, Sadi’nin tek derdi sevdiği insanları korumak. O yalının önünde Songül çırpınırken, onun karısına sarılmasındaki tek meselesi onu ölüm kokan evden çıkarması oldu. Servet’in sadece Songül’ünün ailesine değil Mert’e de zarar vermesi  şimdilik  Sadi için bir sorun değil ama ilerleyen zamanlarda olacak. Zira sevdiği insanları koruma hususunda böylesine takıntılı bir insanın öz oğlunu koruyamadığını öğrenmesi Sadi için kabul etmesi çok zor ve şiddetli bir gerçek olacak diye düşünüyorum.

Servet dışında da oğlunun başı büyük dertte zira Mert’le burun buruna yaşayan bir dengesiz var. Kıvanç gün geçtikçe sanrılar içerisinde yaşarken, Mert’in ona posta koyması bence iyiye işaret değil. İşin uzmanı değilim ama Kıvanç paranoya veya artık şizofrenini mi dersiniz tüm belirtilerini göstermeye başladı. Sadi’nin hala Derya’nın peşinde olduğunu, onu sevdiğini sanıyor. Mert belki bunu anlamıyor ama içgüdüsel olarak belki de tehlikenin farkında ve bu sebeple Kıvanç’a “Ablamdan uzak dur!” dedi.

Kıvanç da bunun üzerine soluğu Derya’nın yanında alarak en zor anda kimi seçersin gibi, saçma sapan bir soru sordu. Bu durum bile Derya’nın ne denli sıkıntılı bir durumda olduğunun ispatı diye düşünüyorum. Kıvanç sedyede yatan hastayı bile Sadi olarak görmeye başladı. İşin acı yanı Derya hiç bir şeyin farkında değil, tıpkı yalan bir ilişkinin içerisinde yaşadığını anlamayan Meltem gibi…

Tabi ki Meltem ve Derya aynı kefede asla değil. Yaver, Meltem’in tamamen kendisini seveceğini düşündüğü bir kimliğe büründü. Aslında onun da yaptığı Sadi den farklı değil. Yaver de ellerindeki kandan dolayı büyük ihtimalle Meltem ‘in onu sevmeyeceğini düşünerek, kendine onun seveceği bir kimlik yarattı ancak arada kocaman bir fark var. Songül, Sadi’nin kim olduğunu biliyor ancak Meltem bilmiyor. Bu da Meltem’ i Songül ile değil maalesef ki seneler önce Derya’nın konumunda yapıyor. Sadi’nin yeni girdiği yolu da düşünecek olursak, o da ağası gibi bir noktada bu sevgiden vazgeçmek zorunda kalabilir. Zira Sadi artık sorunları coğrafya öğretmeni olarak çözmeyi değil, daha farklı bir yolla çözmeye başladı, en azından şimdilik…

Bugüne kadar Sadi, herhangi bir meseleyi halletmek için Yaver ‘i arardı, Yaver gelip sorunu çözerdi. Peki ya şimdi ne değişti? Celal meselesinde ne oldu da Sadi bu işe kendisi karıştı? Şimdi Celal’ in kim olduğu belli ancak Sadi’nin buradakş öfkesi korkunç oldu. Onu en saf öfkeli haliyle gördüğümüz ender anlardandı. Onu bir kez daha böyle gördüğümde Songül’ü kıl payı ölümden almıştı. Şimdiyse durum çok başka. Celal’in Melek’i yaşattıkları berbattı. Aylarca onu istismar eden, Melek’i yaşarken cehennemi yaşatan adamla Sadi’nin de bir hesabı vardı ve o hesabı kesti. Normalde Sadi öfkelense de, o öfkesine bir süre sonra sahip çıkar ama burada hiç olmadı. Hiç fark ettiniz mi Sadi’nin aslında bir zaafı var : Kız çocukları. Şu anda sahip olduğu hayatı Busenaz’ın kefareti için yaşamaya başlamıştı, sonra Gizem okuldan atılırken, annesi öldüğünde, parasız kaldığında bir baba gibi yanında oldu, şimdi de Melek’in başına gelenler onun hiç bilmediğimiz bir yanının çıkmasına sebep oldu. Sadi de bir travma mı var yoksa hassasiyet mi bilmiyorum ama bu her neyde, onu kız çocuklarına karşı aşırı korumacı yapıyor. Melek meselesi ise onda bir şeyleri uyandırdı diye düşünüyorum. Sadi ufak ufak değişmeye başladı, öfkesini kontrol anlamında eskiye oranla daha kontrolsüz oldu ve şimdilik Songül tüm bu değişimin çok dışında zira Sadi onun yanındayken dünyanın en sakin, en şefkatli insanı. Sadi için bu durum yeni mi başlıyor yoksa bir kereliğine mi mahsus bilmiyorum ama eline yeniden kan bulaşması iyi bir şey değil diye düşünüyorum.

Bir insan yapacağı şeyde haklı olsa, onu en yakınına söylemekten çekinmez. Sadi’yse Celal’i aldığını Songül’e söylemedi. Songül artık tamamen sorunsuz bir evliliğin içinde olduğunu düşünerek evde eşini beklerken, Sadi o dakikalarda ileride kendisini ve belki de ilişkisini zora sokacak bir adım attı diye düşünüyorum. Songül, ailesinin katilini bile öldürmek istemezken, Sadi’nin kendi adaletini yeniden sağlaması nelere sebep olacak bilmiyorum ama bu dönemde Sadi’nin kaybolmaması için yeniden Songül’e, güneşine ihtiyacı olacak diye düşünüyorum…

Yazımı bitirmeden iki şeyden daha bahsedeceğim. Bu bölüm itibariyle artık Songül’ün geçmişiyle ilgili tüm sırlara vakıf olduk diye düşünüyorum. Onun hikayesinin karanlık kısmı kapandı ve tabii Songül’ün o rahatlamış anlarını sevgili Devrim Özkan yine muazzam bir şekilde ekrana yansıttı. Devrim artık ruhu rahatlayan karakterin tüm acısını, rahatlamasını, yüklerini atmasını emniyetteki sahnede sadece beden dili ve mimikleriyle verdi. Tedirgin beklerken elleriyle oynaması, ardından gelen tiz bir sesle ağlaması, ayağa kalkıp, geri oturması, yeniden kalkması  o anı en derinden yaşadığını gösterdi diye düşünüyorum. Bölümün geri kalanında da , Songül’ün huzurunu, tutkusunu, mutluluğunu tek bir mimik ve jest kaçırmadan mükemmelen aktardı. Devrim her zaman olduğu gibi Songül’ü hem kendi yaşadı, hem de bize iliklerimize kadar hissetrirdi. Ancak karakoldaki o çaresiz anlarında bir an gerçeklik algısını bana unutturup, Songül’e sarıma arzusu uyandırdığını da söylemeden geçemeyeceğim.

Diğer yandan Ertan Saban’a bir parantez açmak istiyorum. Öncelikle son sahneden başlamak gerekirse ben en son Kuzuların Sessizliği filminde Anthony Hopkins performansında bu kadar gerildim herhalde, tek bakışıyla sanki dünyadaki herkesi öldürecek kadar öfkeli bir adama dönüştü. Kendisi bu duyguyu tek bir bakış ve tiz bir ses tonuyla verdi. Bölüm boyunca Sadi karakterinin içindeki beyaz ve siyah kısımları izlerken, Ertan Saban aradaki dengeyi öyle müthiş kurdu ki ben karakterin bir değişime girdiğini en doğal haliyle gördüm.

İyi senaryo, iyi reji önemlidir ama elinizde karakterleri ekrana taşıyacak, yaratılan karakteri hatasız ekrana taşıyan oyuncularınız yoksa gerçekten yağmurlu havada susuz kalmışsınız demektir. Devrim Özkan ve Ertan Saban burada neredeyse kusursuz diyeceğim bir performans sergiliyorlar.

Tüm ekibin ellerine sağlık, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Yorum bırakın